12 Kasım 2008 Çarşamba

Bir asansörde dördü de bornozlu iki kadın, iki adam!

İçine mayo da koydukları çantalarını akşamdan, hafta sonu için hazırlayan iki kardeş, erken saatte kapıyı sessizce çeker çıkarlar, hedef Gönen!

Üniversiteden servisle çıkıp, öğrenci kasabası Görükle'den aldıkları öğrencilerle ara terminale ulaşan "abla" ve ortanca kız kardeşi 10 dakikada gelen otobüsün, bilmediklerinden "rotayı tanıyalım" diyerek en önden aldıkları iki koltuğuna yerleşirler. Karacabey'e dek bildik rota çatallanan yolla Bandırma yönüne sapar, Gönen'e dek de bilmedik bir manzara görülmez. Mola dahil, 2.5 saatte ulaştıkları Gönen, beklediklerinden çok daha yeşil, güzel bir kasaba…

Kız kardeşler, çantalarını yüklenir, organizasyonu gerçekleştiren Gönen'li arkadaşlarının ismini verdiği otele yollanırlar. Günışığının ısıttığı, yapraklarının yarısı -yumuşacık- yerde, yüksek ağaçlı parka girerler; önünden okul çıkışı gençlerin kıkırdaşarak geçtikleri simitçiden simit alıp yerleştikleri banka, iki kolu dirsekten destekli bastonlarıyla, üst üste iki uzun hırka giymiş, uzun pazen eteği altında birkaç kat çoraplı, başını sıkıca sarmış yaşlı bir kadın gelir, bastonlarına bağladığı naylon torbalarını hışırdatarak zorlukla yerleşir. Nereden geldiklerini öğrendiği "abla" ile kardeşine, "ben aslında burada doğdum, köyde" diye anlatır, "51'de buralar yıkılınca, 17'mdeydim İstanbul'a gittik, 10 sene Beyoğlu'nda oturduk, sonra Hasköy'de bir gecekondu yaptık, tam 45 sene orada oturduk, şimdi buraya kaplıcaya geliyorum, ama Belediye kapattı havuzu, eskiden 500 bin liraya giriyorduk, şimdi oldu 4 milyon…"

Banyolar Caddesi'nde ters yöne giden, avuç içi kadar yerde -neredeyse- kaybolmayı beceren kardeşler, sonunda araçlara kapalı, sağlı sollu pansiyonların sıralandığı tertemiz ağaçlı yolu tersine kat edip otele ulaşırlar: Geniş bir bahçeye yayılmış, ikisi tünelle bağlı, birkaç kat katlı dört otelden oluşan kompleks, beklediklerinden çok daha güzel!

Onları, İstanbul'dan geleceklerle, kendilerine ayrılan 4 odadan birine yerleştirirken, kaplıca görgülerinin sıfır düzeyinde seyrettiğini anlayan görevli, "abla" ve ortanca kız kardeşine birer bornoz getirmek üzere ayrılır. Balkondan, arkadaki bakımlı bahçe içinde biri büyük soğuk, diğeri daha ufak sıcak su havuzlarına hayranlıkla bakınırlarken, mayoları üzerine giydikleri bornozlar yetişir, kardeşler keşfe çıkarlar.

Asansörle indikleri -1 katında, biri açık havuza, diğeri öteki otele ulaşan birer tünel, tam teşekküllü bir fizyoterapi koridoru, ayakkabı boya, berber dükkânları, havlu-bornoz dikiş atölyesi ve kardeşlerin kaybolduklarını anlayıp onları doğru girişe yönlendiren görevlinin gösterdiği, havuzların bulunduğu termal havuzlar koridoru var. "Öğleden sonra hanımlara" havuzun girişinde "tok girmeyin, 1.5-2 bardak su için, 15 dakikayı aşmayın, bone kullanın, duş alın" talimatlarını okuyup girdikleri havuz girişi odadaki iki hanımdan aldıkları tüyo; "Aslanlı havuzda Azerî bir masajcı var, sabah saatinde tenha oluyor, masajı çok iyi, ismini söyleyerek arayın…" Vücut sıcaklığından az daha sıcak havuzda, bir süre ağır hareketlerle salınan kardeşler, bornozlarına sarınıp ulaştıkları asansöre binerken, kapıdaki plastik hasır örme sandalyede dinlenen yaşlı amca ile refâkatçısı oğlu/damadı orta yaşlı adamın, "rahatsız etmeyelim?" diyerek izinle içeri girmeleriyle oluşan, "abla"yı içinden pek eğlendiren, fantastik manzara; bir asansörde dördü de bornozlu iki kadın, iki adam!

"Abla" ile ortanca, banyo rehavetiyle konforlu odalarının keyfini sürerken, İstanbul yolcularının gelişiyle kadro tamamlanır. Akşam yemeği, gruptan neşeli hanımların katılımıyla canlanan canlı müzik eşliğinde yendikten sonra, ışıl ışıl gece Gönen manzarası için, zamanında şarkıcı kız kardeşler Meral Zuhâl İkilisi'nin şarkı söylediği otelin terasına çıkarlar.

Ertesi sabah, Gönen'den İstanbul'a, oradan şekerde dinlendirilip pişirildikten sonra yeniden Gönen'e, "Bursa'dan gelen "abla" ve ortanca da tatsın" diyerek, hanım rehberin üşenmeden taşıdığı, "abla"ya kalırsa nefaseti yörenin havası suyuyla açıklanabilecek enfes kabak tatlısı üzerine zengin açık büfe destekli keyifli uzun kahvaltı ardından, Gönen'li arkadaşları rehberliğinde otelden çıkarlar. Çepeçevre yürüyüş yolları sonunda, hanım rehberin çocukluğunda "taşıp taaa çarşıdaki dükkânı bastığını hatırladığını" söylediği geniş çay yatağına ulaşırlar. Sonbaharın en güzel zaman aralığını yansıtan renklerle bezeli parklar içinden, eskiden beri her konuda rekabet ettikleri -Bursa- ipek böceği kozalarının işlendiği, şimdi metruk, bir zaman sonra kültür merkezine dönüşecek bina önünden geçerek, elle imal ettiği güzel terlikleri alçakgönüllü fiyatlara satan terlikçiye uğrarlar; çarşı içi yürüyüşleri, gruptaki hanımların peştamal, kese alışverişleriyle ağırlaşarak sürer. Meydanda "ben Gönen'de doğdum" sözleriyle "abla"nın aklına ve gönlüne yerleşmiş Ömer Seyfettin'in heykeli; önündeki kitabede, pek çoğunu hatırladıkları, aralarında, tayinlerle gezdikleri Anadolu kasabalarındaki lojmanlarda rastladıkları sandık odalarıyla en çok andıkları, Gizli Mabet hikayesinin de bulunduğu bir liste… Yol üzerinde 1935'te yapılmış, rehber beyin anne babasının da evlendiği şehir lokali… Girit, Hanya'lı olmak dışında, ilkokulu bile üç yerde bitiren, dönüp de izlerini sürebileceği bir yerden yoksun "abla"nın gıpta ettiği kadar var!

Subay emeklisi, açık deniz kaptanı, bir yandan da badem tarımına sıvanan Gönen'li bey rehber önderliğinde, ne emekle, bele kadar büyümüş badem ağaçlarının olduğu bahçeleri gezerler; "abla"nın kulağında kalan, döllenme için üç farklı türde badem ağacının bir bahçede bulunması gerekliliği! Kâh, rehberin "bodur orman" diyerek sınıflandırıldığını belirttiği ağaçlarla kaplı tepeler arasında muhteşem patikalardan yürüyerek, kâh, arabayla yol alırlar. Aşağılarda, bitek toprağın, gayretli bitki örtüsüyle sarmalanmış Alacaoluk Kalesi'ni geçer, minik bir suyun çağladığı su başına ulaşırlar. Beyler ateş yakmaya sıvanırken hanımlar, meyilli, toprak köy yoluna sararlar. Sarılı, yeşilli puslu manzarayı içe çekerek dönerken karşılaştıkları, yokuş yukarı 2.5 km ötedeki köyüne yürüyen köylünün yüzündeki saf, masum, şaşkın, memnun güzelim ifadeyi "abla" ömrünün kalanında hafızasında taşıyacak! Propaganda toplantısı için geldiklerini sandığı 6 kadının, sadece yürüdüğünü öğrenince, onları ısrarla "yazın da buralara" davet eder. Ateş ışığının, sıcağının, çıtırtısının özel, gizemli bir anlam kazandığı karanlıkta yenen muhteşem yemek sırasında yaşanan asrın buluşması, köftelerin pişip pişmediğinin kontrolü için ateşten yola çıkan ızgara ile az öteden yola çıkan cep telefonu feneri ışığının randevusu amacına ulaşır. Yemek ardından mıntıka temizliği yapılır, ateş söndürülür, cep telefonu, fener ışığında karanlıkta, uzaktan kim bilir nasıl görünen, kısa bir yürüyüşle arabalara ulaşılır.

20:00-22:00, Aslanlı Havuz'da serbest zaman; gruptan üç beş kişinin girdiği, en eski halinden bu yana epey değiştiği yelesindeki 1975 tarihinden de açıkça belli aslanın ağzından akan, her derde deva şifalı suyun doldurduğu havuz, bir gün önce hanımlara saatinde girdikleri tâli havuzdan biraz daha büyük…

Gece, Gönen'li rehber çiftin kendi yönetimlerindeki tekneyle gezdikleri Göcek fotoğraf gösterisiyle sona erer.

7:30: "abla" ile iki kız kardeşi, tünelden bahçeye çıkar, geçer ve üstünde buharlar tüten, 36-38 derece sıcaklıktaki, çevresi güllerle kaplı açık havuza girerler. Sabah serinliğinde bir başka şenlik! Ardından, içeri döner ve göbek taşlı, kurnalı klâsik hamamda, bir akşam önce randevu aldıkları keseci ve masajcı kız kardeşlere teslim olurlar; masaj, ilk gün aldıkları tüyoyu doğrular nitelikte! Parmaklarını ustalıkla kullanan genç kadın, -büyük olasılıkla- bir yıl önce kayan merdivenle zemine çakılan "abla"nın, sırtında oluşan birtakım düğümleri büyük beceriyle çözer!


"Abla"nın, tam tersinin de mümkün olabileceğini düşündüğü, adını, yörenin en eski beylerinden Mihalıç'tan alan peynir ve elle kırılan el bademi alışverişinden ve garaja giderken rastladıkları arkadaşlarının, candan kasaba geleneğince kaldırıma taşınan tabureler üzerinde içilen, nefis çay ikramından sonra ortancayla Bursa'ya dönen "abla", çok uzun zamandır böyle güzel bir tatil yapmamış olduğu bilinciyle, mutludur.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Hemingway’in Pilar isimli teknesinin bakımını yapan Gregoria Fuentes, İhtiyar Balıkçı ve Deniz ile Körfezdeki Akıntı kitaplarında esinlendiği kişi.

24 Aralık 2007 Pazartesi sabahı, bir gece önce “abla”nın da aralarında olduğu, yolun sonunda yorgunluktan dökülen/azalan grup, otelin tepesindeki tavanı açılan Turquina bar/diskoda yıldızların altında geçirdikleri zaman yüzünden zor toparlanır, kahvaltı sonrası son kez Havana’ya inilir.

Tur, Plaza de Armas’ta kuruluşu simgeleyen, karşı kıyıdan İsa heykelinin baktığı hibiskus ağacı altında, başladığı noktada bitecek... Ambos Mundos Otel’de, bugün müze olarak kullanılan 511 numaralı oda, ölene kadar Hemingway’in adına kayıtlıymış. Çanlar Kimin İçin Çalıyor? ve Silahlara Veda, 1932’den sonra 7 yıl süreyle kaldığı bu odada kaldığı yazılmış. Duvarlarda boğa güreşi, dostu matadorların fotoğrafları... Karıncaların, Devrim öncesi entellektüel yaşamı göstermesi dolayısıyla programa kondukları Hemingway’in Küba yaşamının geçtiği odasının ve çiftliğinin her yıl değişen konsepti bu yıl boğa güreşi. Hemingway’in 4. eşinin isteği üzerine alınan San Francisco de Paula’daki çiftliği Finca Vigia’ya giderken, Patria o Muerte! yazılı, metinleri sık sık değişen panolardan birinin önünden geçerken Reyhan, bunun parayla ilgili bir şey değil, politik bir tercih olduğunu, başarısının ise insan kalitesini yükseltmekten kaynaklandığını söyler. Çocuklar her okul gününe Komünizm için öncüler! Hepimiz Che gibi olacağız! andıyla başlarlarmış. Bir polisin, arabayı, niye bu kadar yavaş gittiğini öğrenmek için duraklatması ardından hafif bir yağış altında orman içindeki Hemingway’in değişik bitkilerle zenginleştirdiği, biri konuk evi, iki ayrı evden oluşan geniş çiftliğine varılır: Odalar dolusu kitap, rahat döşenişli salon, birkaç raf kitabın bulunduğu banyo, son karısının rahatça çalışması için yaptırdığı muhteşem manzaralı kule, duvarlarda dehşetli boynuzlarıyla bir kısmını kendisinin avladığı, Mussolini’nin birini çok beğenip verdiği açık çeki, git sen avla! diyerek geri çevirdiği hayvan başları... Annesinin küçüklüğünde kız çocuk gibi yetiştirdiği, ikisi uçak olmak üzere bir çok kaza geçiren Hemingway’in sertliği/hırçınlığı buna bağlanıyor. Kılıçbalığı avladığı Pilar isimli teknenin bakımını yapan Gregoria Fuentes, İhtiyar Balıkçı ve Deniz ile Körfezdeki Akıntı kitaplarında esinlendiği kişi. Bahçede Ava Gardner’in çıplak yüzdüğü rivayet edilen havuz yanı başında Hemingway’in, Neron, Negrita, Black, Linda isimli dört köpeğinin mezarları.

Öğle yemeği için gidilen küçük balıkçı köyü Cojimar’da, ekibi, biri şarkı söyleyen diğeri gitarla eşilik eden iki müzisyen karşılar. Kalenin karşısına düşen Hemingway büstünü, yoksul balıkçı dostları, aralarında para toplayıp yapmışlar. Daiquiri, mojito gibi birçok kokteylin mucidi Hemingway’in sık sık yemek yediği La Terraza’da, Cayo Blanco’da dalış yapıp gördükleri rengârenk balıkları anlata anlata bitiremeyen diğer Karınca Grubu ile İspanyollardan hatıra pirinç, balık ürünleri ve sebze ile güveçte yapılan paella yenir.

Rom alışverişi yapan ekipten ayrılan “abla”nın kız kardeşleri ve giriş çıkışlarda problem çıkması ihtimaline karşı Fransızcaya çevrilmiş raporlarla yola çıkan, alçılı sağ koluna rağmen hiç sorunsuz geziyi tamamlama başarısı gösteren teyze, serpiştiren yağmur altında, bir faytonla Havana’ya veda turu yaparlar. Havaalanına gitmeden önce Dominica’da, Hemingway’in ruhu şad olsun! denilerek son bir daiquiri içilir.

Noel tatili yüzünden boş uçakta arka sıralara uzanılır, Paris! Grubun akla zarar büyüklükteki Charles de Gaulle Havaalanı’nda uzun bir yolculukla aktarıldığı ikinci uçakla, kırmızı şarap eşliğinde, İstanbul!

Devrim tarihindeki en önemli şehirlerden olan Santiago de Cuba, Küba’nın ikinci büyük şehri.

23 Aralık 2007 Pazar, kahvaltıda canlı müzik yapılan iki yerden biri; biri keman diğeri piyano çalan iki zenci, ekmeklerden meyve sularına, peynirlerden omlet kuyruğuna koşuşturan turist grupları için değil, tüm Kübalılar gibi sadece kendileri için müzik yapıyor, harika bir müzik!

Devrim tarihindeki en önemli şehirlerden olan Santiago de Cuba, Küba’nın ikinci büyük şehri. Önemi Fidel’in burayı merkez üssü seçmesinden. Zamanımızda Komünist Parti’nin en güçlü olduğu bu şehir, devrimden önce ilk radyonun kurulduğu, devrimin ilk yıllarında ise okuma yazma kurslarının açıldığı bölgede... Şehir turunun ilk ayağında, Plaza de la Revalucion’un ortasında, zenci olduğu için 1. Bağımsızlık Savaşı’nda dışlanmış Antonio Maceo’nun heykeli var. Aralarında Cespedes’in mezarının, Compay Segundo’nun geçici mezarının da bulunduğu anıt mezarlıkta Küba’nın ilk devlet başkanı Tomas Estrada Palma’nın mezarı başında, Amerika’ya hizmet eden kukla bir başkanın bunca saygıyı hakedip etmediği tartışmasına, o tarihte bağımsızlık savaşları yaşanmamıştı, o bizim ilk devlet başkanımız, saygıyı hakeder diyen Alberto nokta kor. Chavez’in taze çelengiyle süslü Jose Marti anıtı ziyareti ardından yarım saatte bir tekrarlanan çan tınılarıyla renkli nöbet değişim töreni izlenir.

Diplomatik bir engelden ötürü, Fidel’in 26 Temmuz 1953’te baskın düzenleyip yakalandığı Moncada Kışlası’na girmek mümkün olmaz, dışarıdan binanın cephesindeki kurşun izlerinin fotoğrafları çekilir. Rehber Karınca Reyhan, bir güzellik yapıp artan zamana/programa; korsan saldırılarını engelleme amacıyla yapılan, 19. yy’da siyasi suçluların da barındırıldığı bir hapisane olarak kullanılan, mahkûmlardan Emilio Bacardi’nin desteğiyle sonradan müzeye dönüştürülen, denizden 70 mt. yüksekteki Morro Kalesi’ni koyar. Kalenin, Santiago de Cuba’nın diğer ucunda olduğu derin körfezi gören muhteşem manzaralı taraçalarından birinde, bir iguana, fotoğraf çekenlere modellik eder.

Öğle yemeği, tekne ile ulaşılan ve Che ile Fidel’in Küba’ya çıktığı yerin adını taşıyan Cayo Granma’da yenir: Soslu, sebzeli kalamar, muz püresi, bira, dondurma, kahve... Ardından Fidel’in ilkokulunun olduğu Dolores Meydanı, beyzbol maçı yayını yapılan Marte Meydanı, karşısında nadir şehir içi otellerden biri, Meçhul Asker Anıtı. Cespedes Meydanı’nda Hotel Casa Granda’nın taraçasında fotoğraf ve mojito molası ardından grup serbest zamanda sokak aralarına dağılır, “abla”nın gözlemleri: Bir kaç gün önce Okmeydanı’ndan Mecidiyeköy’e yürüyüp, varana dek üçü kadın onyedi kişinin elinde sigara görmüşlüğü vardır, üşenmeyip saydığı... Küba’da gençlerin elinde sigara yok! Öteki ellerinde cep telefonu yok! Reklam panoları yok! Sağda solda hışırtılı boş aburcubur ambalajları yok! Trafik sıkışıklığı yok! Okuma yazma bilmeyen yok! Nüfus patlaması yok! Hırs yok! Açgözlülük yok! Rekabet yok! Yarın korkusu yok! Hastalanırsam ne yaparım, korkusu yok! Okul harçları, okula bağış yok! Yaş ortalaması erkeklerde 73, kadınlarda 78 yıl, erkenden ölmek yok! Stres yok! Cam olmayan evlerde pancurlar, oya gibi ferforjeler, sundurmada mutlaka sallanır koltuk, bir iki orta boy güzel köpek, bahçelerde rengarenk begonviller, tropik çiçek ağaçları, aile başına 1.7 çocuk ile doğum kontrolü, sokakta karşılaşıldığında sıkı sıkı sarılma, yüz dolusu gülümseme, dilini bilse de bilmese de içtenlikle patır kütür konuşma, her daim müzik, cha cha, mambo, rumba, salsa var!

Grup Havana’ya dönmek üzere eski, ağır, hantal görünüşlü bir Rus uçağı ile hiç farkedilmeden havalanır ve aynı yumuşaklıkla Jose Marti Havaalanı’na konar, öyle ki “abla”, uçağın organik olduğunu, pilotsuz uçtuğunu ve yolu zaten bildiğini düşünür!

Yerel rehber Jorge, Kur’an'ı, biri İspanyolca iki dilden okumuştur, Hz. Muhammed’i beğenir, bir ara şehadet bile getirir.

22 Aralık 2007 Cumartesi, en yüksek tepesi(1972 mt.)nin adı Turquina (Türk Tepesi) olan Sierra Maestra Dağları’nda, Che Guevara ile Fidel Castro’nun kampını görüp mücadelenin izlerini sürmek üzere önce La Comandancia’ya oradan La Plata’ya ulaşılır. My name is George! diyerek ekibi karşılayan yerel rehber Jorge ile tanışılır: “Abla”nın gözleri, istemeden, güzel/güler yüzlü adamın paramparça ayakkabılarına takılır, parçalanan yerleri öyesine düzgün ve güzel yamanmıştır ki eski ayakkabılar özel bir tasarıma dönüşmüş! Ekip, varını yoğunu devrime adamış, çatışmalarda karşı tarafı şaşırtıp moralini bozmak üzere icat ettikleri gerilla orkestrasının da kurucu ve icracılarından Oswaldo Medina’nın evinde küçük bir mola verir, soluğu ilerlemeye yetmeyenler geride bırakılır. Ufalan grupla ağaçlar arasında, inişli çıkışlı daracık patikadan, ara ara, aralarında tüylerinin rengiyle Küba bayrağına ilham veren Küba’nın ulusal kuşu Trogon’un da bulunduğu nadir tropik kuşlar, kâh gözlenerek, kâh sesleri dinlenerek, devam edilir. Jorge, patikaya dalar dalmaz yanında yürüyen Reyhan’a inşallah’ın anlamını sorar; Kur’an'ı biri İspanyolca iki dilden okumuştur, Hz. Muhammed’i beğenir, bir ara şehâdet bile getirir. Ortadoğu tarihini incelemektedir. Üniversitede İngilizce/Fransızca öğretmenidir, annesinin hastalığında yanında bulunmak üzere yöreye gelir, hem rehber gençler için dil öğretmenine de ihtiyaç vardır. Ekip, Devrimin İzini, tanınmış/muhtelif dünya markalı profesyonel pabuçlarla, Jorge’nin yamanmış ayakkabıları ardısıra sürerken, o, bu defa bizim "revolution"ımızı sorar: Reyhan, bizimkinin "revolution" değil "independent" olduğunu anlatırken, öldükten sonra dağlara gömülmek isteyen birkaç yoldaşın, güllerle süslü mezarları önünden geçilerek dermatolog Che’nin diş çektiği palmiye yapraklarıyla örtülü, zemini toprak, alçak tavanından eski bir gemici fenerinin sarktığı sağlık ocağı geride bırakılır.

Çok uzaktan Karayip Denizi’nin göründüğü düzlükten sonra, ucunda Devrim Radyosu Rebelde’nin bulunduğu patikanın önünden geçilip sonradan gazetecilerin kullandığı toprak zeminli, mutfaklı, iki odalı, Fidel’in ilk konutuna ulaşılır. Bir süre daha yürünür ve patikalara yapılmış basamaklarla karargâha ulaşılır, genel mutfağın, kadın ve erkek tuvaletlerinin bulunduğu küçük alanın aşağısında ekip toplanınca Jorge, solundaki, Fidel’in 6 ay 11 gün kaldığı ahşap barakayı göstererek bu eve nasıl girildiğini sorar, isabetsiz tahminlere epeyce eğlendikten sonra gider evin yan duvarını açar, bir payandayla destekler, ekibi ikişer ikişer gezdirip, üzerinde bir şilte bulunan yatağını, sekreterinin yaptırdığı koltuğu, sandalyeyi, kitaplıkları, mutfağı, muhteşem manzaralı küçük balkonu, kerosenle çalışan buzdolabını, silah ve belgelerin saklandığı mahzeni... gösterir. Fotoğraf faslı bitip herkes çıkınca uzun saplı süpürgeyle zemini bir güzel süpüren Jorge yine öne düşer bir başka barakayı açar; fotoğrafların, yazışmaların, birkaç silah, tıbbi gereç ve bir dikiş makinesinin bulunduğu bir müzeciktir burası. Sohbet sırasında Fidel’in, Che’nin özel yaşamları ile ilgili soruları ciddiyetle geçiştirir Jorge, sonradan Alberto’nun anlattığına bakılırsa, bu konuda konuşmaktan hoşlanmıyorlar, dedikodular Miami’de yaşayan devrim karşıtı Kübalıların üretip ülkeye kaçak soktukları CD’lerle girip yayılıyormuş...

Dönüşte Oswaldo Medina’nın evinde muz ikram edilir, bahçenin kedisiyle bir bacağını altına alıp kuyruğunu yayarak poz veren tavusu fotoğraflanır, her sundurmanın demirbaşı sallanan koltukta sallanılır. Reyhan, Jorge’nin Ortadoğu tarihi konulu kitap talebiyle ilgileneceğini söyler, vedalaşılırken Küba’nın, ihtiyaç odaklı, lüksten arınmış yaşam felsefesinin ne olduğunu anlayabilmek için Jorge’yi tanımanın yeteceğini düşünür “abla”...

Akşamüstü saatlerinde, Santiago de Cuba'ya doğru yola düşülür. Tüm ülkede yok denecek kadar az reklam panosu vardır, mevcut panolar propaganda ve sosyal içerikli mesajları duyurur. Kente girerken üzerinde Chavez’in resmi bulunan Bienvenido Santiago de Cuba yazan panolar, grubun dikkatini çekmez ise de, otele yaklaştıklarında yolboyu hiç ortalıklarda görünmediğinden ülkede yokmuş gibi görünen polis yollarını keser; sürpriz! Venezuela devlet başkanı Chavez kentte, fazladan Devrimin İzini süren Karıncalar Grubu'nun kalacağı oteldedir!

Meydanın bir köşesinde, siyahlarla beyazlar arasındaki ilişkinin yapaylığını sembolize eden, plastik elmalarla süslü Afrika ağacı!

21 Aralık 2007 Cuma sabahı kahvaltıda, güleryüzlü bir garson servis sırasında masalarına yaklaşır Türkçe sağol! demeyi bildiğini, teşekküre karşılık birşey değil! demeyi öğrenmeyi dilediğini söyler. “Abla”nın ortanca kardeşi hızlandırılmış bir kursla şirin garsonun bu eksiğini giderir.

Sağlığın, eğitimin ücretsiz olduğu ülkede görünen tek sorun ulaşım; tenteyle örtülü kamyon kasasına konmuş birkaç sıradan oluşan ve kasaya raptedilmiş bir merdivenle binilip inilen otobüse binmek için ellerinde şemsiyeler, insanlar yol kenarlarına dizilmiş beklemekte... Bizim Özel Halk Otobüsleri havasındaki bu otobüslerin, TIR’dan üretilenine Camelbus diyorlarmış. “Abla”, Benny More dinleyerek Camahuey’e klimalı araçta giderken, sabırla yol kıyılarında bekleyip yokluğu onurla paylaşan bu insanlarla gözgöze gelmeye utanır. Yolculuk sırasında ABD ambargosunun boyutu üzerine konuşulurken anlatılan: Okumadan tıklayarak ilerlediğimiz bilgisayar lisans programlarında onayladığımız maddeler arasında Küba’ya kopya aktarmayacağım! taahhüdü varmış!

Bir koloni dönemi kenti Camahuey’de şehir turu ikişer kişilik Bicitaxi’lerle yapılır; bisikletçimizin adı Omara, birbirimizin dilinden tek kelime anlamasak da o konuşmaya çok hevesli. Boylarını eliyle gösterdiği iki çocuğu olduğunu anlatır, nereden olduğumuzu sorar ve Avrupalıların aksine, tüm Kübalılar gibi Türkiye’yi bilir! Şehir turu, İşçi Meydanı, en eski kilise, Agramonte’nin evi, bankalar, kültürevi, şehir radyosu.... diye sürerken siyahlarla beyazlar arasındaki ilişkinin yapaylığını sembolize eden plastik elmalarla süslü bir Afrika ağacı! Agramonte’nin, kaidesinde devrimin tüm generallerinin bağlı olduğu Masonların ambleminin bulunduğu anıtın olduğu meydan. Aralarında “abla”nın Mısır’dan tanıyıp tadına bayıldığı guavanın da olduğu, değişik sebze ve meyvelerin bulunduğu Sebze Pazarı, pazarda pisliğe yokluğa meydan okurcasına tepeden tırnağa bembeyaz giysili bir zenci kadın!

Kasabanın en eski meydanı San Juan de Dios’ta yemek molası: Et, ham muzla yapılan muz cipsi, fasülye, pilav, yumuşak bira Crystal, sert bira Karayip korsanı anlamına gelen Bucanero... Yemek sonrası, Japon çizgi karakterleriyle süslü bir örnek gömlekli üç müzisyen eşliğinde güzelim sesiyle Comandante Che Guevaraaa’yı söyler Reyhan... Camahuey, su sıkıntısı nedeniyle tinajon denen küplerle tanınmaktaymış.

Yola, Sierra Maestra bölgesindeki Bayamo’ya doğru devam edilir.

Dişsiz çenesi burnuna yapışmış yaşlı bir kadın, akranı, zıpkın duruşlu bir adamla sokakta dansediyor.

20 Aralık 2007 Perşembe sabahı Kurban Bayramının ilk günüdür, kahvaltı sırasında kutlamalar yapılır. Trinidad'ta şehir turu, ferforjelerle süslü evlerle çevrili Bremen tarzı zeminiyle Plaza del Mayo’da başlar, taraçasından dağlardan denize geniş bir panoramanın güzel fotoğraflarının çekildiği şeker zengini Cantero Sarayı ile sürer. Küba flora/fauna araştırmacısı Alexander von Humboldt’un evi önünden ve elyapımı ürünlerin satıldığı tezgâhlar arasından geçilerek Che’nin Romeo-Julietta, Fidel’in Cohiba marka içtiği bilgisi eşliğinde puro alışverişine gidilir. African Küba müziği dinlemek üzere girilen barda Afrika dansları eşliğinde soda, limon suyu, rom ve balla yapılan chanchanchara ikram edilir. Bir ara grubun kulağına tanıdık iyi ki doğduuunn!... melodisi çarpar, müzisyenlerden birinin doğum günü kafasına bir bardak su dökülerek kutlanır!

Öğle yemeği, evini yemek vermek için açan bir Küba evinde, paladarda yenir, yemek sırasında canlı müzik yapılmayan çok nadir yerlerden biri de burasıdır; kocaman bir Atatürk çiçeğinin de bulunduğu zengin bahçeye bakan sundurma altındaki masaya konan bardaklar yanıbaşındaki büfeden alınır. İstakoz, sarımsak soslu, yuca denen bir çeşit kökle sunulur, lezzetlidir, misafir gibi ağırlanırlar. Birkaç odasının pansiyon olarak verildiği kapısında özel bir işaretle belirtildiği bu evde kalmanın çok keyifli olabileceğini düşünür “abla”...

İspanyolların kurduğu dört şehirden biri olan Trinidad’ın kuruluşunu simgeleyen akasya familyasından Jigue ağacı fotoğraflanır. 5 gönüllünün, sabotaj/suikast planlarını deşifre etmek üzere, istihbarat niyetiyle gittikleri Amerika’da yakalanıp hapsedilişlerinin öyküsü dinlenirken Santa Clara'ya doğru Devrimin İzini, klimalı arabada, sürmeye devam ederler...

Küba'nın ikinci yüksek dağ sırası, Che’nin saklandığı Sierra del Escambray’da, dev bir botanik parkta yolculuk eder gibi yol alırken arada kahve tarımı yapılan bahçelere, normal görünümlü bir ağaç üzerinde photoshop marifeti gibi görünen koca turuncu çiçeklere hayranlıkla bakan “abla”nın keyfine diyecek yoktur...

Akşamüzeri varılan Santa Clara’da ilk durak Che’nin anıt mezarıdır, araba, bir kumandandan çok ayrı düşülmüş bir sevgiliye yakılmışcasına hüzünlü Comandante Che Guevaaaara... melodisinin son notalarıyla durur. Küçük grup önce, güzel insan Che Guevara’nın fotoğraflarının, eşyalarının sergilendiği müzeyi, sonra da 31’inin kemikleri bulunan 39 arkadaşıyla gömülü olduğu, minik bir ateşin yandığı sade, modern mezarını ziyaret ederler. Çıkışta, görkemli anıtın altında fotoğraf çekimi aralığında grup rehberi Reyhan, sütunlardan biri üzerindeki Che’nin Fidel’e yazdığı, imzalı, tarihsiz son mektubunun çevirisini okur. Gayriresmi tarihe göre Che’nin yerini CIA’ye Fidel’in kardeşi Raul ihbar etmiş. İkinci durak, Che’nin 18 kişiyle 400 kişilik Batista gücünü altedip mühimmata el koydukları tren baskının yapıldığı açıkhava müzesine çevrilmiş yerdir.

Gecelemek üzere, adanın, her yeni gelen tarafından kıyıma uğratılmış, sonuçta da güneyde birkaç aileye inmiş yerli halkından Taino’ların eskiden barındıkları bölgede, onların yerleşimine göre düzenlenmiş, tropik bitkilerle kaplı geniş bahçedeki bungalovlara yerleşilir. Girişte gelenleri klasik tarzda selamlayan bir yerli panosu, az ötede bir çanakta bir şey ezen bağdaş kurmuş bir başka yerli kadın figürü ve bina yüzlerinde ağaçlarla yapılan hoş süslemeler dışında Taino’lardan tek iz kalmamış...

Yemek sonrası Santa Clara’ya inen ekip La Marquesina’da müzik dinleyip mojito içerken saksılarla sokaktan ayrılmış camsız pencereden görünen manzara: Dişi olmayan çenesi burnuna yapışmış yaşlı bir kadın, kendisiyle akran, şapkalı, zıpkın duruşlu bir adamla kadının çantası adamın omzunda asılı La Marquesina’dan taşan müzik eşliğinde sokakta dansediyor... Müthiş bir uyum ve güzellikle! İşte Küba bu! der “abla”, bundan ibaret!

Grup, Cienfuegos üzerinden Trinidad ve Santa Clara'ya doğru Devrimin İzi'ni sürer

19 Aralık 2007 Çarşamba sabahı, şeker kamışı tarlalarına tren turu için Matanzas'a giderken, Alberto'nun gruba, araç plakalarıyla ilgili anlattıkları: Mavi plaka, turizm taşımacılığında da kullanılan devlete ait araçlarda; kızılkahve plaka, ağırlıkla turizmde rent a car kullanılan yeni, modern araçlarda; sarı plaka ise, devrim öncesinden kalan hepsi de çok eski araçlarda özel mülkiyeti belirtmek için kullanılır. Araba edinmek için ulusal ya da uluslararası başarı gösteren sporcunun, gönüllü doktorun... daha kolayca ulaşabildiği özel izin gerekiyor. "Abla" Asya'daki tsunami felaketinde okuma yazma oranı %97'lerde seyreden Küba'nın büyük ülkeler kadar doktor yardımı gönderdiğini duyup şaştığını hatırlar...

Güneyde oluşu yüzünden Dünyanın güneyindeki Avustralya'nın adını koydukları bölgede, sıkılan/ezilen şeker kamışından elde edilen sıvının bozulmadan işlenme noktasına nakli için döşenen tren hattı, Küba'nın demiryolu konusunda Dünyada 5. ülke olmasını sağlar. Kolomb'un Amerika'dan getirdiği şeker kamışı mayısta hasat edilir, her 5 yılda bir de tamamen sökülüp yeniden dikilir. Bilgi verenler, 1913 doğumlu buharlı trenle tarlalara gidiş/dönüşte müzik yapanlar, hasat yapıp şeker kamışını ilkel biçimde sıkıp suyunu ikram edenler, halattan birer üzengi ekli iki ayrı kementle birini diğeri üzerine kaydırarak merdivenle çıkar gibi 20-30 metrelik Kraliyet Palmiyesine biri tırmanırken, diğeri ağacın dibinde vurmalı bir enstrümanla heyecan yükselten hep aynı adamlar!

Fiesta Campesina’da tropik hayvan ve bitkiler arasında Kraliyet Palmiyeleri altında yenen huzurlu yemeğin ardından, programda olmamasına karşın mükemmel uyumlu grubun talebiyle, yoldan az bir sapmayla, bir başka ulusal kahraman Cienfuegos’un adını taşıyan kente uğranılır.

Şehir turunda mahalle bakkalı/muhtarı bodega’da karne ile çok ucuza satılan temel gıda maddelerinin listelendiği karatahta incelenirken 12 yaşına kadar her çocuğa ücretsiz süt sağlandığı, son günlerde süt veren hayvanların kesimlerinin kontrol altında tutulduğu öğrenilir, ayrılılırken bir kısmı Türkiye’den taşınan sabun, kalem, şekerleme dağıtılmak üzere bırakılır.

Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yeralan Trinidad! Yemekten sonra müzik dinlemek üzere Casa de la Travo’ya giderken rahat ayakkabılar öneren Alberto’ya, 1515’ten bu yana orijinal dokusunu/döşenişini koruyan sokak zemini dolayısıyla, hak verilir. Her köşesinden ayrı bir ritmin taştığı sokaklar, merdivenlerin açıldığı meydan sevinçle işgal edilir!

28 Ekim 2008 Salı

Servisi yapan genç kadının, düzgün dudaklarının üstü gür bıyıkla kaplıdır!

18 Aralık 2007 Salı sabahı, ülkenin güneydoğuya doğru katedileceği aracın sürücüsü H okunmadığı için Ugo ve yerel rehber Alberto ile tanışıp şehir turuna katılan ekip Eski Havana'ya yollanır. Ulusal kahramanlardan karşı tarafın oğlunu rehin tutarak kendi adamlarının salıverilmesi şantajına boyun eğmeyip, tüm Küba benim oğlum! diyerek Küba'nın Babası diye anılmayı hakeden Cespedes Anıtı, siestası nal sesleriyle sakatlanmasın diye ön cephesi boyunca caddenin taş yerine ahşapla döşenmesini sağlayan valinin evi, bahçesindeki yıkılmaz gövdesiyle kasırgalara dayanabilen Kraliyet Palmiyeleri ve güzelliklerinin farkında, kasıla kasıla gezen tavus kuşlarıyla Kent Müzesi, Katolik baskısına direnen tek yerli Hatuey'in İspanyollar cennetteyse istemem! deyip yakılışı, 24 kez yaralandığı için Bronz Titan adıyla anılan bir başka Ulusal kahraman Antonio Maceo'nun öyküsü eşliğinde gezilir. Fransiskenler tarafından kurulan ilk kilisenin, 15 yılda adanın yerli halkının tümünün öldürülüşüne karşı çıkan çok az rahipten biri olan ve elini başına koyduğu genç bir yerli ile birlikte durduğu kaidesi üzerinde Juniper Serra yazan heykelin, kilise önünde sokağın renkli şahsiyetlerinden biri olan bilgenin heykelinin önünden geçilerek Hemingway'in de müdavimi olduğu La Bodeguita del Medio'ya gidilir.

Olmazsa olmaz canlı müzik eşliğinde öğle yemeği öncesi taze nane yaprakları, limon suyu, rom, soda ve toz şekerle yapılan yerel kokteyl Mojito ikram edilir. Mütevazi Küba mutfağının et, pilav, fasülye, bira, kahveden oluşan yemeği beklenirken "abla" dünyanın her yanından gelen ziyaretçilerce doldurulan duvarda bulduğu boşluğa minik grubunun dökümünü yapar. Servisi, bir mulatto, halkın %51'ini oluşturan melez güzel bir genç kadın yapar; göz kapakları ışıltılı mavi bir farla, düzgün dudaklarının üstü küçümsenmeyecek gürlükte bir bıyıkla süslüdür. Gruptan İspanyolca bilen kızlardan birinin sonradan yaptığı açıklamaya göre, köse olan yerlilere göre bu soyluluk belirtisidir ve Kübalı kadınlar gere gere gezdirdikleri göbekleri kadar bıyıklarını da gururla taşırlar.

Katedral Meydanı, Katolik Kilisesi geçilir; gruptan bir güzel kızın elindeki kapsamlı kitaptan aldığı tüyo ile yaptığı öneri üzerine Rom Fabrikası gezilir: Şeker kamışı ezilerek elde edilen şekerli sıvının mayalanması esasına dayanan süreç güzel bir maket silsilesi ile anlatılır. Şeker kamışının ayrıca kağıt, mobilya, ilaç yapımında kullanıldığı da eklenir. Uzun yıllar Avrupa'nın şeker üretimini sağlayan Küba'da, şimdilerde toprağı çok yoran şeker kamışı tarımı azaltılmakta, fabrikaların bazıları sökülmekte imiş. Şeker kamışı suyu ve romla yapılan bir kokteyl ikramı ile uğurlanan grup Batista'nın eski sarayı yeni Devrim Müzesi'ni gezmeye gider. Devrim tarihine giriş yaptıkları müzenin çıkışında karikatürize edilmiş Batista'ya teşekkür ederiz, sayende devrim yaptık! Jimmy Carter'a ...devrimi yerleştirdik!, George Bush'a ... devrimi sağlamlaştırdık! yazılı panolar önünden geçerler. Bahçede Che Guevara, Fidel Castro ve beraberindeki 80 kişinin Venezuela'da buluşup/doluşup geldikleri 12 kişilik Granma isimli tekneyi, Batista kuvvetlerinden ele geçirip kullandıkları kamyon, panzer ve uçağı üzerlerindeki kurşun deliklerini görürler.

Akşam yemeği, muhteşem güzellikte flamenko eşliğinde yenirken, yan masadan orta yaşlı, neşeli Avustralyalı bir çift gelir "abla"nın ortanca kardeşine direkt olarak öğretmen olup olmadığını sorarlar! Günboyu gördükleri onca şeyden sonra bu sevimli karşılaşma, küçük gruba çok da şaşırtıcı gelmez!

Karıncalar isimli acente, Küba programını, tarihsel rotada düzenleyip "Devrimin İzinde" diye isimlendirmiştir.

17 Aralık 2007 Pazartesi sabahı "abla", kız kardeşleri ve "abla" ile aynı tarihlerde düşerek kırdığı sağ kolu alçılı teyze, Castro ölmeden Küba'yı görmek! niyetiyle Küba'ya gitmek üzere Yeşilköy Havalimanı'nda buluşur. Karıncalar isimli acentenin, niyetleri farklı iki ayrı grup yolcusu yola çıkmaya hazırdır; bir grup Karayip Denizi'ne dalıp rengârenk balıkları, diğer grup ise Fidel'in Sierra Maestra'daki karargâhını görmek ister. "Abla"nın küçük kız kardeşinin her bakımdan organize ettiği ve ricası üzerine rotaya Trinidad'ın eklendiği Devrimin İzinde isimli Küba programı ikincisidir. Karıncaların ortaklarından Reyhan Beler rehberleridir, ilk kez izlenecek bu rotada grup için bu, büyük şanstır, sevinçle karşılanır...

Devrimin izini sürecek olan 12 kadın ve 2 beyden oluşan grup, öğle sonrası Paris'ten Havana'ya havalanan 572 kişi içindedir. Delişmen bir zenci gencin cep telefonuyla oynayıp personeli epey uğraştırdığı 10 saatlik uçuş sonunda Türkiye'den 7 saat batıdaki, ulusal kahraman Jose Marti Havaalanı'na inilir.

1959'da kumar, eğlence mekânı olarak yapılan, devrim sonrası bir katını Castro'nun karargâh olarak kullandığı otelde -Hilton- iki gece kalınır.

Kış ortası, bavulunu yazlık giysiyle dolduran "abla"nın rotası: Küba

Ertesi sabah, klâsikleşmiş, üç kız kardeş ve teyzeden oluşan ekiple Küba'ya yollanacak olan "abla", eşe dosta, erken bir kurban bayramı kutlaması yapmak zorunda kalır. Yine küçük kız kardeşin maddi manevi rehberliğiyle uzun zamandır niyetlenilen Castro ölmeden... temalı Küba yolculuğu için "abla", oturduğu sahil sitesindeki evinden ayrılmadan önce, bavulunun içeriğini tekrar tekrar kontrol eder: Kış ortası; mayo, havlu, yolculuk yüzünden kaldırılmayıp oraya buraya tıkılmış yazlık giysi ve ayrıntıları, tur organizasyon şirketinin önerisi Küba'lı küçük çocuklar için Taiwan’lı küçük çocukların yaptığı, ithal kuru boyalar bavulda yerini alır. Dönüşte, yeni -2008- yıla İstanbul'da girileceği için bavulun bir miktar kışlık giysiyi de taşıması gerekir, kediler gibi kürklerimiz olsa ne iyi olurdu diye düşünür "abla", uçak yolculuklarında saatlerce bagaj şenlikleri yaşanmaz, o zamanlar bize kalırdı ne güzel!

9 Ekim 2008 Perşembe

Kadın Haklarını, Yeni Zelanda'dan sonra, dünyada 2. olarak kabul eden Finlandiya'nın bir adı da "Baltık'ın Kızı".

Veeee turun son durağı, Finlandiya'nın başkenti Helsinki...

Gemiden inip şehir turu için bindikleri otobüste rehber anlatır; 700 yıl İsveç ve 100 yıllık Rus hakimiyetini 1917'de bağımsızlık izlemiş ve Finlandiyalılar savaş yıkıntılarını Marshall yardımı almaksızın kaldırmışlar. Önünden geçerken, 1940 için hazırlanıp 1952 Olimpiyatları'nda kullanılan ünlü stadın kalkınmaya epey katkısı olduğunu, mimar Engel'in masonik sembollerle süslediği binaları, akustik problemli OOPPERA
'yı, -dizgi hatası değil, Fincede birçok sözcük böylece harf israfıyla yazılmakta! "Abla" sağda solda konuşmaları, otelde TV'yi izler, bu hovardaca harf kullanımının yarattığı farkı anlamak için ama...- klasikler yanında masonik ritüel müzikleri de üreten romantik/ulusalcı besteci Sibelius Anıtı'nı görürler. İki mimar kardeşin 1960'larda bir granit kaya bloğunu oyarak yaptıkları Oyma-Kaya Kilise tavan kubbesi, oksitlenip rengi değiştikçe yenilenmesi gereken 22 km uzunluktaki spiral döşenmiş bakır telle süslenmiş modern, sade bir mekandır.

Sarhoşların biraz daha saldırgan oluşu, sakatların evlerde saklanmayıp sokak yaşamına katılışları, kuyruklu eski arabalar, akşam üzeri kaliteli klasik müzik üreten bazısı siyah sahne giysili müzisyenler, 3 kedisiyle akrobasi gösterisi yapan yaşlı bir Rus kadın, çok hoş bir müzik üreten Coctaw Kabilesi üyesi geleneksel giysili birkaç Kızılderili, Suomenlinna'da, Boşnak bir ailenin, uzamasını istedikleri belli bir ayaküstü sohbette, savaş başladığında buraya geldiklerini anlatışları, Balıkpazarı'nda blueberry alışverişi sırasında lafa giren Konyalı'nın Türk kızları beni beğenmeyince buraya geldim, tombul eşini gösterip bunun kalbine girdim demesi, tombul eşin çat pat Türkçesiyle şekerpareyi beğendiğini söyleyişi...

Tenha bir caddede, şık, ufak bir restaurantda geyik eti ve ardından geleneksel bir sarı böğürtlenli tatlı! Turun son akşam yemeğinde "abla" ve küçük grup geyik eti de tatmış olmaktan memnun kalırlar!

Görevli, Stockholm Belediye Sarayı çıkışında, "turist oldukları anlaşılmasın da kapkaça gelmesinler diye" ziyaretçilerin yakalarındaki etiketleri çıka

Rehberli Stockholm Belediye Sarayı gezisinde Nobel Ödül Töreni sonrası yemeğin yendiği 1000 kişilik salon, 7 partinin görüşmeler yaptığı, özel bir hava akımı sağlayan Viking tavanlı Heyet Toplantı Odası -"abla" metal bir etikette Türkçe bir isim görür-, en kısa nikah töreninin 30 saniye en uzununun ise 3 dakika sürdüğü Wedding Room ve İsveç tarihinin altın mozaiklerle betimlendiği görkemli Altın Oda... görülür. 7 yılda tamamlanması planlanmışken 2 yılda teslim için sıkıştırılan sanatçı, salona giriş duvarına yaptığı panoyu figürlerin kafaları kesik şekilde bitirir, tam karşısındaki ve diğer duvarlardaki mozaiklerle karşılaştırıldığında bu, bayağı tuhaf durmaktadır!

"Abla" ve maiyeti, bir diğer ada üzerinde konuşlanan Sarayda Nöbet Değişim Törenini izlemek üzere koşarlar; saat tam 12:00'de orada olmayı gerektiren ve bir saat süren tantanalı bir gösteridir!


Yorgun argın, kendilerini Finlandiya/Helsinki'ye götürecek olan gemiye kapağı atarlar; evet bu vaadedildiği gibi daha güzel bir gemidir! Kamaralarda denizi, fiyordları, iskelesinde bir tekne bağlı tek bir evin olduğu adacıkları görebildikleri pencereler vardır. Geminin ortası, boydan boya sağlı sollu dükkanların sıralandığı, asansörlerin, kamaraların olduğu katlara iniş çıkış sırasında tepeden gözlenebilen, kalabalık bir cadde görünümündedir. 2800 kişi, 450 araç (60 otobüs) kapasiteli bir yüzer kasaba!

Bir turist grubunun gecikmesi yüzünden yola 40 dakika rötarla çıkılır!

"Abla" ve maiyetinin MÜTHİŞ BUZ BAR DENEYİMİ!

Tekne yolculuğu sırasında, kıyılardaki minik girintilerde İsveçliler denize girerken "abla" ve grup, giysileri üzerindeki hırka ve kazaklara sıkıca sarınırlar. Drottningholm, Kraliçe Adası ve bir bölümünde İsveç Kraliyet Ailesinin de oturduğu Yazlık Saray, Versailles tarzı koca bir bahçe içindedir. Sarayın gezilmesi sırasında; dönemin kralınca tasarlanan ve rehber tarafından ilk İKEA mobilya şeklinde sunulan yatakkitaplık, siyah olup sonradan maviye boyanan yas odası, değerli ipek ve goblen duvar kaplamaları, Abdülmecit'in bir portresi... görülür.

Adalardan bir diğerinde yeralan Skansen, eski yaşamların canlandırıldığı yerleşim birimi: Cam, ahşap, demirci işlikleri, dönem giysileri içindeki kadınların alışveriş yaptıkları dükkan, fırın, ayakkabıcı... Bir başka bölümünde, çocukların zararsız koca örümcekleri ellerine aldıkları bir hayvanat bahçesi...


Stockholm limanında, üzerlerindeki yılankavi formlarda iki şeffaf boru içinde suyun ve havanın temizlik değerlerinin düzenli biçimde güncellenerek verildiği iki sütun gören "abla" ve maiyeti, bunu bilinç düzeyinin de bir göstergesi olarak değerlendirir...


Bir otelin giriş katında ve oda büyüklüğünde olduğu için de bir seferde belli sayıda kişinin girebildiği Ice Bar girişinde bir görevli, "abla" ve maiyetini içi kürklü, uçlarından eldivenler sarkan kapşonlu kalın birer pelerinle donatır. Kenarları kürkle yalıtılmış kapılardan geçip ulaştıkları; tezgâhın,
üstleri kürklerle kaplı oturma yerlerinin, blok formlu sehpalar ve hatta içkilerin konduğu bardakların BUZDAN ÜRETİLMİŞ olduğu odanın iç ısısı -5 derecedir! Çok eğlenceli bu deneyim, iç mekan ısısı yüzünden ne yazık ki yarım saatten fazla sürmez; ekip kıpkırmızı burunlarla dışarı çıkar!

Bergen Havaalanı'nda, kullanılmamaktan aksayan, konuştukça akışkanlık kazanan Türkçesiyle boylu poslu bir güvenlik görevlisi, Kerkük'lü bir Türkmen!

Bergen Havaalanı'nda boylu poslu bir güvenlik görevlisi, "abla" ve yanındakilerin Türkçe konuştuklarını duyunca yanlarına yanaşıp, kullanılmamaktan aksayan, konuştukça akışkanlık kazanan Türkçesiyle, Kerkük'lü bir Türkmen olduğunu anlatır, 19 yıldır Norveç'tedir!

"Abla" ve grup, Stockholm Arlanda Havaalanı'nda, Kral ve Kraliçe, Ingmar Bergman (tam da o günlerde ölmemiş mi!), Bjorn Borg, Ingrid Bergman, Greta Garbo, ABBA gibi İsveçli ünlülerin gülümseyen fotoğraflarınca karşılanır.

53 köprüyle birbirine bağlanan 14 adadan oluşan Stockholm '98'de Avrupa'nın Kültür Başkenti seçilmiş. Şehir turunda, Liman ve Kraliyet Bölgesi, Nobel Ödülleri'nin verildiği Belediye Sarayı, Fjallgatan Tepesi... var. Wasa Müzesi, 1628'de ilk seferinde limanın dışına bile ulaşamayıp ilk planın değiştirilmesi, kralın isteği üzerine bir güverte daha eklenmesi gibi hatalar yüzünden batan ve ancak 333 yıl sonra çıkarılan kalyonun, çıkarılış tekniğinin, gemi içinde yaşam alanlarının, kullanılan boyaların bile sergilendiği müze!
Belediye Sarayı bahçesindeki altın lahit ve kuruluş hikayesinin sembolü kütük; ilk yerleşimciler Viking'lerden korumak için varlıklarını, içini oydukları bir kütüğe saklayıp nehre atarlar, kütüğün takıldığı noktada kenti kurarlar!

Yaz dolayısıyla birçok kentte olduğu gibi Stockholm'de de her yanda inşaat, onarım vs. çalışmaları var, otelin önünde de bir vinç, otel de tadilat, bazı turistler pencerelerinden kurulu iskeleler de çalışan işçileri görmekte...

İstasyonun tam karşısına denk gelen otel, ilk ayak basışta, gerginliklere yolaçan, güçlü bir karakteri, kendine özgü ruhu olan bir otel!

Bergen'de istasyonun karşısına düşen birkaç katlı eski, taş bina, Hotel Terminus, Tarihi Oteller listesindedir, yine yaşanan bir müze; ahşap ve granitin bu kadar uyumlu kullanılmasına şaşar "abla"... Dönem fotoğrafları, eski möble, şömineler, oturma köşeleri, aynalar veeeee ulusal sanatçıları klasik müzik bestecisi Edvard Grieg'in yazları iki aya yayılan anma konserlerinin verildiği kadife sandalyeli oda!

Odalar zaman içinde, belli ki elden geçirilmiş tek tip değiller; öyle ki "abla"nın küçük kız kardeşi ile teyzenin kaldığı
"köşe" odada, binanın dış görünümünü bozmamak için duşun dibindeki banyo penceresi olduğu gibi bırakılmış, sadece, önüne kornişle mavi bir perde eklenmiş! Dar bir aralıktan hafif bir rampayla ulaşılan restaurantta servis yapan garsonun orijinal boyuttaki kaşık kravat iğnesi çok sevimli bulunur!

Yağmurun şarrrr! diye boşanıp, hemen ardından güneşin parıldadığı, yağmurluğunu çıkarıp katlayamadan yine şakır şakır yağdığı Bergen'de, limandaki korunmaya alınmış eski evlerin hiçbiri zemine 90 derece ile oturmamakta! Bu eğribüğrü, birbirlerine dayanmasalar ayakta duramazlarmış görüntüleri onlara ayrı bir güzellik katar!


Flobahn bir çeşit tren, birkaç dakikada, seyrek bulutsuz havada, muhteşem bir panorama sunan tepeye ulaşır; "abla"nın kızkardeşleri bulutlardan atak davranıp birkaç fotoğraf çekmeyi başarırlar! O arada hoş bir tuvalet deneyimi yaşanır: Kapısındaki bir deliğe 5 Kron atılıp girilen tuvaletlerden biri temizlenmektedir, "abla" ve ekip para bozdurma gerekliliği üzerine konuşurlarken ikincisinden çıkan bir kadın kapıyı tutup işaretlerle bir kişinin girmesini sağlar, anlaşılan o ve diğer hanım aynı yöntemi kullanmışlardır... Kapı önünde temizlik görevlisinin görmezden geldiği bu çözüm ayaküstü bir sohbete yol açar: Kadın dayanışması, ne güzel!


Ne yazık, ertesi sabah Stockholm'e geçecek olan "abla", Bergen sevdasını kalbine gömmeye mahkûmdur!
Bu, o kalbe gömülen ne ilk ne son sevdadır!

2007 yılı Temmuz sonları, İskandinavya Turu'na katılan "abla", ilk hafta sonunda en fazla Bergen'de yaşamak istediğine karar verir!

Bergen, İstanbul'u andıran bir şehir, "abla", gezdiği süre boyunca burayı nasıl ikinci bir adres haline getirebileceğine dair kafasında bir formül arar! Anlaşmalı evliliklerle ilgili formüller üretir durur ama bunları uygulamaya koyabilecek zaman ne yazık ki! yoktur.

Yılın 295 günü yağmurlu kent, taraçalar halinde kat kat yedi tepeye ve yedi fiyort kıyısına çok mutlu bir biçimde yayılmıştır, sokak aralarında Kamboçya, Bulgar mutfağı dahil binbir mutfak vardır ve eski kentte hiç bir sokak tahmin edilen yere çıkmaz! Tıpkı İstanbul!


Norveç'in bu güzelim kentinde şehir turu; Balık Pazarı'nda karton kutuda nefis balık çorbası ve taze frambuazla başlar,
halen hapiste olan 16 yaşında bir satanist tarafından yakılmış Fantoft Kilisesi, Gamla Bergen denen eski şehir, yol üzerinde 17-18.yy'da 5 kişilik bir ailenin barındığı, günümüzdeyse koleksiyonerlerin ilgisi dolayısıyla yüksek bedellerle el değiştiren, 20 m2'lik ev evet sadece 20 m2 ile devam eder.

Kar, bildiğimiz kar! Biraz daha olsa, rahat kartopu oynanır!

Gudvangen'den Balestrand'a giderken, tepelerin kuytularında kar! Şoför Kenneth Bey kar molası verir, "abla" ve birkaç kişi inip kara ellerler, yetmez, "abla" yağmurluğuna koyduğu karı otobüse götürür, inmeyenler de ellesinler diye!

Balestrand'daki otel bir öncekinden yarım yüzyıl (1830) daha yaşlıdır, duvarlarda eski dönem fotoğrafları, özenle korunmuş mobilyalar, ilk yapıldığı zamandaki şekliyle restaurant, telefon kulübeleri, perdeler, ahşap doğrama... Neredeyse bir müze! Kabarık etekli, şapkalı şık hanımlar ve şıklıkta onlardan aşağı kalmayan zarif beyler, artık neredeyse aynı biçimde giyinen blucinli kadın ve erkeklere dönüşmüşlerse de mekan ihtişamını korumakta!

Bahçede havai fişek gösterisi ve büyük bir ateş: Bir sanatçı topluluğunun yıldönümü kutlamasıdır bu ve ateş görüntüsü bahçedeki boş metal çerçeveye güzel biçimde oturur.

Akşam yemeğinde "abla" üşenmez, sayar; açık büfede 15 ayrı biçimde pişirilmiş, tütsülenmiş, marine edilmiş... somon vardır!


İsveçli şoför Kenneth Bey, Norveç Geilo'daki moteli iki kez önünden geçip birçok da telefon konuşması yaptıktan sonra bulur!

Tyri Fiyordu, Halling Vadisi, çivi kullanılmaksızın yapılmış ahşap Viking kiliseleri geride kalır. Bir kayak merkezi olan alçakgönüllü Geilo'daki motel 1880 doğumludur ve aynı yaşta tahta kayak malzemesi, bir piyano, arka tekerlekleri kocaman bir bebek arabası, mobilya... ile süslenmiştir; tek eksiği asansör! Ekip bavullarını çok şükür sadece birinci kata taşırken bellboy müessesesi saygıyla anılır!

Güzel iki piyano dinletisi
ni, ikincisi "abla"nın ekibinden dış ilişkiler mezunu genç bir katılımcı tarafından icra edilir ve grubun haklı alkışını alır, takiben 23.00 civarı hava henüz aydınlıkken yatmaya gidilir.

Dağlar arasındaki küçük yer anlamına gelen Flam'da dağ trenine tam kadro binilir: Kjosfossen istasyonunda sadece 5 dakika durulur, bir taraçadan gözlenen ve müthiş bir hızla akan su fonunda bir kale yıkıntısında iki kız muhteşem bir müzik eşliğinde danseder! Sırılsıklam turistler trene binerlerken "abla"nın yüzündeki ıslaklığın asıl nedeni gözyaşıdır!

Otobüsün ısıölçeri dışarısının 2 yazıyla iki derece santigrad olduğunu gösterirken, feribotla Sogne Fiyordu'nun bir kolu olan Kuzey Denizi Fiyordu üzerinde, suların çağladığı dağların arasından sürünürcesine geçip Gudvangen'e varılır. Yolculuk sırasında Osaka'lı bir kadın "abla"nın ülkesini merak eder, yetersiz İngilizcesinden birşey anlaşılmayınca, ortaya açılan haritada memleketini gösterir "abla"! Saygıyla ellerini birleştirip bellerini kırarak selamlarlar Osakalılar "abla" ve maiyetini, İstanbul'u görmüşlerdir ve anlaşılan o, onlar için güzel bir tatil olmuştur!

Birkaç günlük fiyord turu için bindikleri otobüsün şoförü Kenneth Bey bir İsveçlidir, yolları bilmez, sora sora giderler...

"Abla" ve maiyetinin de içinde bulunduğu 22 kişilik grup, Oslo'dan ayrılır. Birkaç günlük fiyord turu için bindikleri otobüsün şoförü Kenneth Bey bir İsveçlidir, yolları bilmez, sora sora giderler...

Kenneth Bey'den söz açılmışken "abla" bir gözlemini aktarmadan edemez; rehberleri de buna dikkat çekmiştir gerçi! Oradan oraya giderken bindikleri otobüslerde muavin yoktur, şoför park eder, bavulları yerleştirdiği gibi bagajdan çıkarıp kaldırıma dizer! Otellerde de bellboy yoktur, herkes bavulunu odasına kendisi sürür. Mısır'da, Hindistan'da, Çin'de bavullarının odalarına gelmesi lüksüne alışmış olan "abla" ve maiyeti için bu oldukça şaşırtıcıdır: Eh, iş gücü değerli tabii! diye konuşurlar aralarında, ne de olsa sosyalist düzen, gözünü seveyim! Birçok kahvaltıda taze ananası testere benzeri bıçakla kesmeleri bile gerekir! Banyolarda duş bonesi, törpü, diş fırçası, macun, banyo köpüğü, vücut losyonu... aramak abestir. Sadece sıvı el sabunu ve duşta da belki biraz daha yumuşak bir şampuan! Herşey gereğince ve yeterince! Ne güzel!

Yağmur altında fiyordlardan, yemyeşil içinde kartpostal görünümlü küçük kasabalardan, uzun tünellerden geçerek giderken birden bir tünel girişinde dururlar; görünüşte onları durduracak kırmızı ışık dışında hiçbirşey yoktur, Kenneth Bey sakince, tek arabalık olduğu anlaşılan boş tünel girişine bakarak, kırmızı ışıkta beklemektedir, olur şey değil! Bu bekleyiş çooook uzun sürer: Onlar, trafikte en kısa zaman birimi("abla"nın sevgili bir arkadaşına aittir bu saptama)nin, kırmızı ışık söner sönmez kornalara basma geleneğinin geçerli olduğu bir ülkeden gelmişlerdir!

Hindistan trafiğini ise korna denen değerli parçanın idare ettiğini, bir kamyonun arkasındaki süslü Horn please! yazısını hatırlayan "abla" ve grubu, İskandinav ülkelerinde oldukları sürece sadece bisiklet zili duyarlar, özledikleri korna sesi için Yeşilköy'de havaalanı trafiğine katılmaları gerekecektir!

Oslo, Catedral Cafe'deki Nevşehir'li garson "etiketlerdeki fiyatların Türk parası karşılığını bilmek isterseniz, beşe bölün" der, o öyle yapıyormuş!

Gemiden inerlerken, pembe pullu kuyruklu, sarı uzun saçlı denizkızı uğurlar "abla" ve maiyetini: Oslo!

Oslo'da şehir turu menüsü kapsamında, bir kale, mutsuz Gustav Vigeland'ın şiddet ve erotizm içeren çok sayıda heykelinin bulunduğu park, Nobel Barış Ödülü'nün verildiği Belediye Binası, kayak meraklılarına pek çok şey ifade edebilecek Holmenkollen Tepesi ve "abla"nın asıl ilgisini çeken Kon Tiki Müzesi var: Bu sonuncusu, Daniken okuru olduğu gençlik günlerinden beri ilgisini çeken Paskalya Adası
(Easter ya da yerli dilindeki adıyla Rapanui)ndaki, kıyıda, yüzleri denize dönük dev granit başlarla yüzyüze gelmesidir "abla"nın, gurbet elde köylüsüne rastlamış gibi olur!!!

Thor Heyerdahl adlı Norveç'li ve arkadaşları, yapmış oldukları ve Kon Tiki (bu İnka Tanrısı Viracocha'nın bir diğer ismidir) adını verdikleri görünüşte basit salla, 1947'de, Atlantik'i 101 günde geçerler. RA1 ve RA2 isimli iki sal ve daha birçok yolculuk yapılır. Müzede, salın yanısıra, yolculuk rotaları, Paskalya Adası izlenimleri, granit büyük başların üretimiyle ilgili açıklamalar... yer alır. "Abla" huşu içindedir!

Otobüsle otele giderlerken rehber, en önemli şehiriçi ulaşım aracı olan bisikletlerle ilgili ilginç birşey anlatır; Belediye semtlere üzerinde reklam olan çok sayıda bisiklet dağıtmıştır, al, kullan, gittiğin noktada bırak! Bu uygulama Oslo'da başarıya ulaşmışsa da Kopenhag'da aynı başarı sağlanamamış!

Oslo'dan, Catedral Cafe'deki Türk işletmeciden ve Nevşehirli garsondan sözetmeden ayrılmak olmaz! "Abla" ve maiyeti yürüyerek yaptıkları mini şehir turu sonrası yağmurdan kaçıp Catedral Cafe'ye sığınırlar; Nevşehir'li garson, sohbetlerine etiketlerdeki fiyatların Türk parası karşılığını bilmek isterseniz, beşe bölün diyerek katılır, o böyle yapıyormuş! Somon ve işletmeci beyin önerisiyle yerel-özel bir tatlı yerler. "Abla" o tatlının adını çok istemesine karşın aklında tutamaz...

Kopenhag'dan Oslo'ya, 12-13 katlı, blok apartman büyüklüğünde, bir Anadolu kasabası nüfusunu barındırır gemilerden biriyle geçerler... Bir alâmet!

Blok apartman kılıklı gemiye, pasaport kontrolü sonrası, 7. kattan biner "abla" ve grubu; girişte onları pembe pullu kuyruklu, uzun sarı saçlı bir denizkızı karşılar.

2000 kişi ve 350 araç taşıyan gemide, çocuklar için bölümler, sinema, gece kulüpleri, spa, bir iki minik havuz, alışveriş mekanları ve "abla" ve maiyetinin saptama fırsatı bulamadığı kimbilir daha neler vardır!.. Babil Kulesi'ni aratır bir turist kalabalığı içinde her dilden konuşmalar duyulabilmektedir, rekor sayı ise rahatça tahmin edilebildiği gibi uzakdoğulu turistlere aittir.

Kamaralar Titanic'deki yolsuz yolcuların kaldığı bölümlerdeki gibi penceresizdir, pencere olması beklentisiyle baktıkları duvarda bir manzara resmi bulurlar. Grup uyumaya gider kamaralara, aksilik, açık deniz, çalkantısıyla, deprem yaşamış Türk turistleri, uykularından uyandırıp bayağı bir huzursuz eder. Grubun sızlanması üzerine, rehber işe el koyar: Stockholm-Helsinki yolculuğu daha güzel bir gemi ile yapılacaktır!

Temmuz sonu bu coğrafyada hava, 23.00 civarı kararıp, 4.00 suları aydınlanmaya başlamaktadır. Kuzeye ilerleyen cruise da denen gemi kılıklı alâmet sabahın ilk ışıklarıyla fiyordlar arasında yol almaya başlamıştır.

Afganistan'da bir çarşı düzenlemesi, bir kenarda kapkacak...

Kopenhag Müzesi, güzel düzenlenmiş zengin bir müze; girişte bozuk paraları olmadığı için vestiyere bırakamadıkları çantalarını, hanım görevli kendisine ait özel bölmeye koyarken çocuklarla ilgili bir bölümü görmelerini ısrarla önerir.

Gece ve gündüz ışıklandırması yapılan, içi en ince detaya varana dek ince ince çalışılıp düzenlenmiş "abla" ve teyzesinin epey zamanını alır; birkaç katlı evler, tuvalet masasındaki porselen el yüz yıkama sürahisi ve leğeni, yatağın altındaki lazımlığa kadar özenle işlenmiştir. "Abla" tarihsel gelişim içinde giysiler aletlerle ilgili bölümü de beğenir. İçeriği kadar düzenlenişi de mükemmeldir serginin...


Zamanları yettiğince, elbette yetmemiştir, gezip çıkışa yöneldiklerinde hanım görevli önerdiği bölümü görmeye, vakit darlığı nedeniyle uğramadıklarını öğrenince, küçük grubu önüne katar ve sözünü ettiği bölüme götürür: Burası küçük çocuklar için oluşturulmuş müze içinde müze denebilecek bir yerdir, gördüklerini uygulamalı yaşayabilecekleri mekanlar yaratılmıştır. İlkel bir fırın önünde küçük bir kız kürekle ekmekleri çıkarmaya çalışırken bitişik bölmede iki oğlan bir tekne güvertesinde tahta kılıçlarını takırdatmakta, bir başka bölmede ilkel araç gereçle bir grup çocuk birşeyler üretmekte...
En güzeli; Afganistan'da bir çarşı düzenlemesi, bir kenarda kapkacak, yerde üzerinde küçük oğlanların oturduğu tabureler, bir sini, yanda bir dükkan girişi, içerde pırıltılı kumaşlar, küçük kızlar, fotoğraftaki kız gibi pırıltılı kumaşlar sarınıp kendileri için giysi tasarlamakta...

"Abla" bu bölüme bayılır, çocuğa ve tabii ki ülke geleceğine, işte böyle yatırım yapılır, hep şikayet konusu olan yabancı düşmanlığı ancak böyle, küçük yaşta eğitimle aşılabilir der! Hanım görevli bu bölümle öğünmekte haklıdır!

Menünün altında, yatık yazıyla "yemeğinizi paylaşmayınız" anlamına gelen bir satır!

Danimarka, Kopenhag'da ("abla"nın sayıklamasıyla Lars von Trier'in ülkesinde ve Trier'in uçmaktan hoşlanmadığı gözönüne alındığında yine "abla"ya göre kendisi de fazla uzaklaşmış olamaz, buralarda bir yerde...) klasik turist menüsü; şatolar, bir iki çeşme, olmazsa olmaz Küçük Deniz Kızı, Tivoli Bahçeleri...

Kanallarda üstü açık yassı teknelerle, köprülerin altından neredeyse sürünerek geçip yapılan bir şehir turu sonrası akşam yemeği için limana dağılan ve yeni heves gördükleri herşeyin fotoğrafını çekmede Japon turistleri yaya bırakan "abla" iki kızkardeşi ve bir adet teyzeden oluşan grup, kalabalık bir cafede birer salata ve biraya 100 euro öderler, salata tabakları servis tabağı boyundadır ve kapasitelerini epey zorlamıştır. Anlaşılan, iri kıyım bu insanlara olağan gelen bu miktar, bizcileyin ufak-tefek ırk mensuplarınca paylaşılmaya çalışılmıştır da menünün altına yemeğinizi paylaşmayınız anlamına gelen uyarı eklenmiştir...

Ve yağmur! İstanbul, Bursa, Antalya gibi illerden gelen katılımcılar hazırlanırlarken hava şartları yüzünden -acentenin uyarısına karşın- valizlerine yağmurluk, kazak, bot koymak içlerinden gelmemiştir, yağmur içlerine işlediğinde bu uyarıyı acı acı hatırlarlar ama ne fayda!.. Sonraki günlerde, kuzeye çıkıldıkça 2 dereceye kadar düşen ısı yüzünden grubun ağırlıklı alışverişi kazak, trençkot, yağmurluk... olur!

Yağış altında otobüsle bir şatodan diğerine giderken, rehber Danimarka'da nüfusun %3 oranında Müslüman, 55 bin kişi kadar da Türk olduğunu ve turlara başladığında şoförlerden birinin kendisinin Türk olduğuna inanmadığını anlatır. Ufak bir yangına neden olmaları üzerine Türklere özel mangal alanları ayrılmış... Daha sonra bir başka broşürde üzerinde çarpı işareti olan bir mangal viyeti gördüğünde "abla" rehberin bu sözlerini hatırlar...

Olur şey değil! Tüm İskandinav Ülkeleri, bir yerden bir işaret almışçasına...

Büyük İskandinavya Turu'na katılan 21 kişiyle birlikte Kopenhag'a inen, 15 gün sonra Helsinki'den havalanıp Yeşilköy'e dönen "abla"nın dikkatini en çok, çok sayıdaki bebek, çocuk ve yeniyetme çeker! Bir de bisiklet!

Allah Allaaah, hani Avrupa -ortasındaki vatandaşlarımızın Avrupa nüfusunu genç tutmak adına cansiperane çabalarına karşın- yaşlanıyordu? diye düşünür "abla"; düşünmekle kalmaz Helsinki'de rastladıkları 20 yıl öncesinin turist rehberi hanımla eşine bunu sorar: Helsinki'nin içinden olan ve hayatlarından da memnun görünen hanım ve eşi, birinci, ikinci ve üçüncü çocuktan sonra katlanarak artan teşvikler sonunda, bir kişinin çalışmasına gerek kalmayacak bir düzeye ulaşıldığını ve son zamanlarda sıklıkla babaların evde çocuklara baktığı, annenin ise çalışmaya devam ettiği yeni bir işbölümü, yeni bir aile düzeni doğduğunu anlatırlar... Dünya savaşları sonrası erkek nüfusunu yitiren bu yüzden göç de almak zorunda kalan Avrupa'nın teşvikleri -"abla"nın bildiği kadarıyla- dünkü olay değildir... de bu patlama benzeri çocuk edinme merakı nereden gelmiştir?

Kaldırımların kıyılarında bisiklet piktogramıyla belirlenmiş bisiklet yollarında, önlerine eklenmiş güvenli sepetlerde birer ikişer çocuk taşıyan Kopenhag'lıları, kaldıkları otelin balkonundan izleyen "abla" tam karşıya düşen Scientology dükkanının da etkisiyle, yaklaşmakta olan Zamanların Sonu, İndigo Çocuklar gibi meselelerle bir bağlantı kurar kafasında... Olur a?!