13 Aralık 2009 Pazar

Dönüş yolculuğu ilk etabında "abla" grubu, ayakkabılı-beyaz, yalınayak-esmer üç pilotun, uçak paletindeki suyu, seyyar tulumbayla boşaltmasını izler.

1 Aralık 2009 sabahı erkenden, karanlıkta uyandırılan üçlü, bir gece önce yatmadan hazırladıkları bavullarına, son bir iki parçayı da tıkıp, kapıyı tıkırdatan gence teslim eder, odalarına son bir göz atar, kahvaltı için evler önünden sessizce geçerek, iskele bitimindeki cafe'ye varırlar.

Alacakaranlıkta yaptıkları alçakgönüllü kahvaltı ardından uzun iskelenin ucundaki mini limandan tekneye biner, kendilerini bekleyen deniz uçağının havalanacağı platforma ulaştırılırlar. Saat 05:51'deki gündoğumunun öncesi ve sonrasında, biri beyaz, sarışın, spor ayakkabılı, diğer ikisi esmer, kuzgunî siyah saçlı, yalınayak pilot takımı, uçağın paletlerindeki suyu, bir kaç deliğe taktıkları bisiklet pompası kılıklı seyyar bir tulumbayla, teknede küpeşteye sıralanmış uykulu yolcuların izlediği uzun bir operasyonla boşaltırlar. İş bitiminde, ahşap platodaki denizcilerden birinin başlattığı (yolcuların sevinçle katıldıkları) alkış, teknik ekibin performansı için mi, "abla" gibi sabır özürlü yolcuların sabrı için mi, belli değil...

Deniz uçağının aynı -tek koltuklu- tarafında oturup, 111 km.lik Male yolculuğunda, bu kez diğer taraftaki -yine muhteşem!- mercan adaları manzarasını gözleyen "abla" grubu, 45 dakika sonra havaalanının olduğu adaya iner, yolcuların indiği taraftaki pervane bir kuşakla bağlanır, menteşelerle eklenmiş hareketli iskelelerden yürüyen yolcular, bindikleri servis aracıyla terminale ulaştırılırlar.

Male Havaalanı'nda, alaturka, alafranga tuvaletlerde, hortumlu taharet muslukları yanında, sıvı sabun dispenserleri!

Dönüş yolculuğu boyunca bambu rainstick'le şıngırdaya şarıldaya, kalabalıkta bir kazaya meydan vermemek için dikkat kesilen "abla" ile kardeşlerinin, Dubai'ye ulaşan, inen, bir-iki saat sonra da İstanbul yolculuğuna çıkan, güzel servisi, çok zengin müzik ve film arşivi... yanısıra, her kalkış ve inişi, aşağı ve ileri bakan kameraları aracılığıyla izledikleri, pilotun "Bismillahirramanirrahim" diye başlayıp, bir kaç kez "...selametikum..." sözünün geçtiği konuşmasıyla bitirdiği uçak yolculuğu, batıya yol alışları yüzünden -gidişlerine kıyasla yaklaşık- iki saat daha uzun sürer.

Yine, batıya yol alışları yüzünden çooook uzun süren günbatımından bir zaman sonra, güneşle yarışır görünen uçak, Dünya'nın muhteşem güzellik ve çeşitlilikteki doğasının taze anılarını taşıyan yolcularıyla, Yeşilköy Atatürk Havalimanı'na, gidiş ve dönüşte dört kez yaptığı gibi yumuşacık, tüm zarafetiyle konar.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Maldiv'lerdeki son günlerinde, "abla" ve kızkardeşleri, yağmurda yüzerek eve vardıklarında dehşetle görürler ki, deniz en az iki karış çekilmiş!

30 Kasım 2009 sabahı, kahvaltıdan sonra kardeşler, sokak köşelerinde ayaklı kurnalarda suya döşenmiş, dayanıklı, beş kırmızı, pembe, eflatun, beyaz renkli türleri bulunan, Hatmi'ye benzeyen, uzun dişi organı ile ilginç Hibiscus (Saima) öbeğini fotoğraflayarak yürümekteyken, yerel halkın "müziğimiz" dediği özel bir sesle birbirleriyle konuşan, kargaya benzeyen siyah ile, onun beyaz beneklisi iki kuşun resmini ve ismini barındıran tabela da kayıtlara geçer: Asian Koel.

Derken, ilk gün ellerine tutuşturulmuş ada krokisini bir kez daha incelemek isteyen ortancanın işaret ettiği, üçlünün hayretle farkettiği, bir gün önce sonuçsuz şnorkel takibi yapmalarına neden olan, haritada Little Mermaid Dive Center adıyla belirtilen su sporları merkezi, adaya geldikleri gün tekneden indikleri yerde değil mi? Uzun iskeleyi katederek vardıkları geliş noktasında, önce İtalyan Lokantası dibinde, iri yengeçlerin güneşlendiği kayalar çevresinde şnorkelle dalış yapanları izleyen üçlü "orada her zaman şnorkel bulursunuz" dedikleri yere, -nihayet- ulaşır, duvarlarında sıra sıra balıkadam giysileri asılı odaların birinden, alçakgönüllü bir seçim yaparak, deneme amacıyla 10 USD'na bir takım (şnorkel, gözlük, palet) kiralarlar.

Evlerine dönüp, mayo giyip şnorkel ve su altı tek kullanımlık kamera ile kuşanıp, banyo önünden merdivenlerle denize inmeleri yarım saati aşmaz. Kurşunî renk ve ağırlıktaki havada, 3-4 karış derinlikteki suda, verandanın altına denk gelen öbekten başlayıp, kıyıya dek batıp çıkarak gözlem yapan, bir yandan şnorkel kullanmayı öğrenip, diğerine öğreten, arada da su altında, tuhaf tropik balıklardan Allah ne verdiyse fotoğraflayan üçlü, kıyıya yakın derinlikte bir zaman yüzer.

Yağmur altında dönüşe geçip, yüzerek eve vardıklarında dehşetle farkederler ki, deniz (dolunay nedeniyle olsa gerek) en az iki karış çekilmiş; giderken su altında fotoğrafladıkları mercan öbeği yarı yarıya su üstünde! Verandadan, okyanus dalgalarının gümbürdediği uzaktaki kıyıya dek turkuaz deniz, insanların dizlerine dek suda, aralarında dolaştığı kayalıklarla beneklenmiş.

Öğleden sonra, -bisiklete binmeyi öğrenmeye ikna edemedikleri- ortanca kardeşi
yine sorumluluklarıyla başbaşa, evde, okyanus manzaralı verandada bırakan "abla" ile küçük kız kardeş -ağaçlardan halâ incecik serpiştiren- yağmurun yarattığı taze, temiz, çiçek karışımı kokuların yayıldığı yollarda bisikletle gezerler.

Akşamüstüne yakın, bisikletlerini ve şnorkeli teslim eder, bir gün önce niyetlendikleri, broşürde, beden zihin ruh birlikteliği sağladığı iddia edilen, ("abla"nın masözü) Balili Ariani ile, Bangladeşli, Hintli... kızların, kokulu yağlarla, beden düğümlerine usta parmaklarıyla basınç uygulayarak yaptığı (Healing aroma massage) masaj için, yeniden spa.'ya giderler.

Akşam yemeği sonrası, ertesi sabah çok erken saatte yola çıkacak kardeşlerin, lobiye uğrayıp, -odalardaki TV'den de yayınlanan- yola çıkış talimatlarını alıp, ödemelerini yapmalarıyla geçer. Turizmin önemli gelir kaynağı olduğu ülke, bu konuda hataya izin vermeyecek biçimde uzmanlaşmış: Lobideki ekranda ertesi sabah yola çıkacakların, uçuş numaraları (ya da deniz yoluyla transfer bilgileri), oda ve kalan kişi sayısı, minibarın kapanışı, ödemelerin yapılacağı zaman, uyandırma, bagaj alım, kahvaltı ve lobiden hareket saati... incelikle, tek tek belirtilmiş.

Son gece verandadaki yatağına uzanan "abla", sabaha karşı uyandırılmadan, "ne kadar yıldız rasatı yapsam, dolunaya baksam kâr!" dese de, uykuya yenilmesi fazla sürmez.

Maldiv Adaları'ndaki üçüncü günlerinde, "abla" ve kızkardeşleri, unutulamaz spa deneyimi öncesi, çok romantik küçük bir düğün törenine tanık olurlar.

29 Kasım 2009 sabahı erkenden kalkıp mevzuata göre giyinerek hazırlanan, kahvaltılarını yapan, saat 9:00'da yola çıkacak Island Discovery turu için, 8:30'da lobide olan "abla" ve kızkardeşlerini bir sürpriz beklemekte: 6 kişiden az -en çok 13 kişi- yapılmayan tur, yeterli katılım olmadığından iptâl edilmiş!

Hayâlkırıklığıyla kaybedecek vakti olmayan ailenin seyahat gurusu küçük kız kardeş, ertesi gün için ilanları taramak üzere, duyuru duvarına koşar. Birkaç kişinin adını yazdığı şnorkel turunu beğenseler de, bu konuda hemen hiç deneyimi olmayan "abla", etkinliği su sporları merkezinin organize etmesini kanıt göstererek, küçük de olsa bir eğitim gerektirebileceği kaygısıyla mızmızlanır.

Yüzmeye giderken uğradıkları, üstü sazlarla örtülü çardakta faaliyet gösteren su ile ilgili tüm sporların yapıdığı, malzemesinin dağıtıldığı merkezdeki genç, araya taraya iki takım şnorkel bulursa da, kızkardeşler, genlerine işlemiş, "bir fındığın içini yar senden ayrı yemem"
duygusuyla, üç takım şnorkel bulabilecekleri bir adres sorarlar. Bu, yanlış anlama sonucu, adanın ucundaki dalış okuluna, esrarını ancak ertesi sabah çözebilecekleri abes bir ziyaret yapmalarına neden olur.

Ada içinde amaçlı-amaçsız dolaşmaları, birkaç gündür ağaç diplerinde gördükleri mikro dinozor kılıklı, kertenkele türü, ince uzun kuyruklu, erkekleri rengârenk, ürkek hayvancıkla tanışmak türünden pek çok keşif yapmalarını sağlar: Lizard. Ardından, bir ağaçta salkım saçak, ayaklarından asılı başaşağı, bir sağa bir sola yürüyüp duran, tabelaya göre -turuncu tatlı tropik meyve- papayayı çok seven, Flying Fox da denen yarasa: Fruit Bat.

Bir başka keşif de, girişindeki binada 1999 ve 2003'te aldıkları ödülleri övünçle sergileyen Family Town: Aralarında düzenledikleri turnuvaları ilân eden afişlerle süslü yemekhane, spor ve toplantı salonları... ile çalışanların barındıkları, -belli bir standarda uyduğunu görmenin "abla"ya çok iyi geldiği- alçakgönüllü mahallenin temiz, tek katlı evlerinin, çiçeklerle gizlenmiş kapıları önünde terlikler ve kapılar üzerinde bu konuda uyarı barındıran yazılar.

Deniz banyosuna ekledikleri havuzda, suda bar keyfi de yaşadıktan sonra kardeşler, sabahtan aldıkları Spa. randevularına giderken, benzerini geldikleri gün gördükleri bir düğün törenine tanık olurlar: İskeleden bir kaç basamakla kuma inerken, çıplak ayakları, -uzun kollu koyu mavi tünik altında pantolonlu, saçlarını ensede topuz yapılmış- iki genç kızın döktüğü suyla yıkanan gelin ve damat, siyah giysili başı kapalı bir başka kadının da katılımıyla, dibi buğday başağı demetleriyle süslü palmiye yaprağı tâk'ın altından geçerek, yolları kadınları serptiği begonvillerle renklenirken, iki sıra dizilmiş beyaz bayrak arasından uzaktaki otağa yürüdükleri sırada, iki genç darbuka benzeri birer enstrümanı hafif tıpırtılarla çalar; üçüncü genç ise, hüzünlü bir ses veren, iri bir deniz kabuğuna üfler. Maldiv Adaları turizminin, çok özel balayı seçenekleri sunmasının bir nedeni ve sonucu görünen alçakgönüllü tören, "abla"ya kalırsa çok romantiktir.

Araamu Spa, girişten başlayarak, çiçeklerin tatlı tatlı koktuğu, suların şırıldadığı, balıklı havuzlar üzerinden geçen minik köprülerle, alçak bambu duvarların ayırdığı masaj bölümlerine ulaşılan, herşeyden çok huzur üretir görünen muhteşem bir yer! Yanık tenler için önerdikleri, önce bedeni kese içinde buzla yatıştırıp sandalağacı tozu ve gülsuyu bulamacı ile sıvadıktan sonra, bir zaman bekletip ovalayarak temizledikleri, Fini Kela denen, 50 dakika süren masaj, çok yanık olmadıkları halde, rahatlatıcı. Günün son eylemi için alındıkları yüksek, geniş kameriyenin, bir pervanenin döndüğü, geçmelerle çatılmış bambudan yapılmış piramit çatısı çok ilginç; sekiz kenarı açık, sade perde, rahat koltuk ve kanepelerle döşeli. Ayaklarındaki bambu kullan at! terlikleri sürüyerek, yumuşak bornozları içinde koltuklara yerleşen kardeşlere, Uzakdoğu'lu kızları yaptığı serin, güzel kokulu havlu ve özel demliklerle servis edilen yeşil çayın yarattığı duygunun,-çok yetersiz- tek karşılığı huzur!

Karanlıkta, dolunayın ışıttığı beyaz deniz kıyısındaki palmiyeler altına yayılmış, mum ışığıyla loş ahşap masalardan birine yerleşen, geceyi birer kahve içerek kapatan kardeşler, çok yüksek palmiyeler arasından gökkuşağı renkli haresiyle büyüleyici dolunayda evlerine dönerler. Gün boyu yüklendiği huzurla, içerilere sığamayan "abla", verandadaki ahşap şezlonglardan biri üzerine serdiği battaniye ile yaptığı yatağa uzanır, çarşafına sarınır; okyanustan gelen esintide, tepesindeki, aralarında bir tek Orion'u tanıdığı, dolunayın solduramadığı ışıl ışıl yıldızları, uykuya düşene dek gözler.

11 Aralık 2009 Cuma

İkinci gün, "abla" ve küçük kız kardeş, Büyükada'dan yıllar sonra, Maldiv'lerdeki Sun Island'da, bisiklete binmeyi "hatırlarlar".

28 Kasım 2009 sabahı ada, bir gece önceki tufan provası yağmurla yıkanmış, az da olsa serinlemiş. Kahvaltıdan sonra, bilmedikleri sokakları yürüyen, bir de düzenlenme aşamasında Biological Path keşfeden üçlü, başları örtülü, uzun elbiseli Müslüman kadın işçilerin ellerindeki süpürgelerle, bir önceki gecenin yaman fırtınasıyla yere yayılmış yaprakları süpürerek kumu temizlemelerine tanık olur. Küçük kız kardeşin gözlemi: Erkek çalışanlar ne kadar neşeli, her karşılaşmada mutlaka selam vermeye, hal hatır, hatta memleket sormaya yatkınsa, kadınlar o derece çekingen, mutsuz, herhangibir fotoğraf karesine girmeme konusunda kesin kararlı...

Lobinin arkasındaki geniş alana yayılmış küçük çarşıda, ne var ne yok diye girdikleri hediyelik eşya dükkânında, rehberli turlardaki koşuşturma olmadan, yerlilerin el emeği ahşap oyma, ağaç kabuğu, kâğıt, bambu vs. ile yaptıkları, çok uluslu şirketlerin koca bir pazar/panayıra dönüştürdüğü Dünya'nın pek çok yerinde rastlanabilecek ürünleri tek tek inceler, ufak tefeklerden küçük bir yığın yaparlar. "Abla", ortasına yakın bir yerden eklenmiş, içindeki parçacıkların, çubuğun başaşağı edilmesiyle, bir önceki akşam yağana benzeyen şiddetli yağmur sesi verdiği rainstick'i çok beğenir. Bambu yağmur çubuğunun, -dükkândaki çok şey gibi- 7 USD fiyatlı etiketi, -ülkenin MRf diye anılan, yaklaşık 12 Rufiyaa'nın 1 USD olduğu ulusal parasını hiç görmeyen- üçlünün, "...para birimi 7 USD midir, nedir?" türünden şakalaşmalarına neden olur.

Ortancayı, Bursa'dan Maldiv'lere getirdiği yazılı kağıtlarını okumaya, eve yollayan "abla" ile küçük kız kardeş, Water Bungalow -WB Special Offer- seçeneğinin sağladığı ücretsiz bisikletleri almak üzere lobiye dönerler. Belli standartlara göre yapıldığından, bankonun arkasından başı ancak görünen küçük esmer görevlilerden, bir yandan yeni gelenlerin bagajlarını izlerken diğer yandan bisiklet organizasyonuna yetişmeye çalışan başı kalabalık adam, sonunda "abla" ile kız kardeşine seçtikleri bisikletleri nasıl kilitleyip, çözeceklerini anlatıp küçük birer anahtar verir, uzun zamandır bisiklete binmemiş "abla", seçtiği bisikletin selesinin çok yüksek olduğunu anla(ya)madan, ortadan kaybolur. İki kardeş, Büyükada'dan bu yana epey ara verdiklerinden -şimdilik- binmeye cesaret edemeden, düşmek için çimenlik zemin bulmak üzere, yürüterek uzaklaştıkları bisikletleriyle lobiye döner, "abla"nın bisikletini, başı daha az kalabalık birilerini bulup daha alçak seleli olanla değiştirirler. Tüm bu gel, git, adamı bul, bir daha bul hayhuyu arasında, bir kez daha bisikletini sürüyerek gitmeyi kendine yakıştıramayan "abla", Yaradan'a sığınır, seleye tüner, sonradan kollarını ince ince sızlatan bir tavırla sıkı sıkı yapışır, yola çıkarlar. Macera, -uyarı tabelalarına göre solda kalmaya özen gösterirlerse de-, frenlere hiiiiç güvenmeyen "abla"nın arada ayakları ile yavaşlattığı, sağda solda bir-iki ağaca bindirme olayı dışında, bungalov kapısına ulaşıp bisikletlerini kilitlemeleriyle, salimen son bulur.

Öğle yemeği sonrasında, bir gün önce bungalovlara yakın bir yerde denedikleri, -şnorkelle mercanlara bakanları son derece mutlu eden- derinliği 3 karışı geçmeyen, yüzmekten ziyade alçak sürünmeye benzer deniz banyosu fiyaskosu üzerine, adanın derin deniz barındıran kıyısını keşfe çıkan üç kardeş, öteki uçta, bir basınç odası ve dalış dershaneleri bulunan, ortası frangipani isimli beş yapraklı, tatlı tatlı kokan çiçeklerle yüklü alçak ağaçlı bahçesiyle, dalış okulu önündeki tabelada inceledikleri haritadan, -derinlik uyarıları kırmızı iri toplarla belirlenmiş- yüzmeye uygun kıyıyı saptarlar.

Kabuklu hayvanların değişik incelikte ufalanmış iskeletlerinden mamûl bembeyaz kumun çok yavaş derinleştiği turkuaz su, ılık... Manzara, alışılagelenin tersine, üstte fırtına grisi gök, arada puslu yeşil gür bitki örtüsü, altta nereden aydınlandığı belli olmayan beyaz kum! Puslu da olsa, beyaz kumun yerden yansıttığı son derece yakıcı güneşten korunmak üzere, uzun kollu beyaz giysi, geniş kenarlı hasır şapka ile donanmış "abla", bunca tedbire karşın dönüşte, çok hafif bir güneş alerjisi yaşamaktan kurtulamaz.

Deniz banyosundan dönüş yollarını, ortasındaki adacıkta palmiyeler olan, bir kenarında, su içinde tabureleriyle, servisin plâstik kadehlerle yapıldığı bar bulunan, iki şelaleli havuzdan geçiren kız kardeşler, hava kararırken toparlanıp, serince esen rüzgârda, havlularına sıkıca sarınıp su üstündeki evlerine dönerler. Kahve-beyaz çizgili havlularla dolaşan ada halkı, birkaç yıl önce, mayo kataloğu için fotoğraf çekmek üzere gittikleri Maldiv'lerden, tsunamiden birkaç gün önce dönen damadın dediği gibi, "bir mayo, bir havlu, bir çift terlikle..." tatili geçirmekte.

Yemekten sonra, ilerleyen saatlerde diskoya dönüşeceği belli rahat koltuklu mekânda, Maldivian Lady'nin de aralarında olduğu birer meyve kokteyli içen; gün boyu, denizden çıkıp havuza giren kardeşler, havanın yüksek nem oranı da hesaba katılırsa su içinde bir gün geçirdiklerinden uyuklamaya eğilimli bedenlerini, bir gayret lobiye atarlar. Amaçları, katılmak isteyenlerin adlarını ekledikleri, duvar boyunca asılı, Follow the Dolphins, Sunset/Sunrising Fishing, Reef Explorer, Hello Neighbours, Blue Lagoon, Village Trip to Maamigili, Dhildho, Fenfushi... gezi seçeneklerinden, bir gün önce işaretledikleri Island Discovery listesine göz atmak.

Sayfanın altında gördükleri "Note: Nudism and topless bathing is prohibited in the Maldives, please cover up your shoulder and knees when visiting local island and use mosquito repellant." ibaresinin yanına eklenmiş, omuzları açık, şortlu kadın fotoğrafı üstündeki koca çarpıyla, yanındaki kısa kol t-shirt'lü, bermudalı kadın fotoğrafındaki check işareti, "abla" gibi dil özürlüleri uyarmak amaçlı olmalı...

10 Aralık 2009 Perşembe

Maldiv'lerdeki ilk gecelerinde, "abla" ve kızkardeşleri, sert rüzgârla sarsılan bungalovda, uyanır, deprem çantası hazırlarlar.

27 Kasım 2009 Kurban Bayramı birinci günü sabahı, Türkçe konuşmalar duyuldukça, kuyruklarda birbirlerini süzen kalabalık Türk gruplarla birlikte, yerel saatle 08:00'de, Maldiv Adaları Cumhuriyeti başkenti Male'nin bulunduğu adanın hemen yanındaki, sadece havaalanını barındıran bir başka adaya inen kızkardeşler, bavulların içine bakan cihazlardan biri başında, adalara dağılacak Türklerden bir hanımın bayram kutlaması olmasa, Kurban Bayramı birinci günü sabahında olduklarını farketmeyecek.

Duvarlarında, iki kişi arasındaki mesafeyi 1.8 m. olarak belirleyen H1N1 afişleri asılı mütevazi gümrüğün tüm çalışanları maskeli, eldivenli. Müslüman ülkenin başı örtülü memuresinden, damgalanan -vizesiz- pasaportlarını alıp, -rehbersiz- yolculuk ederken herhangibir aksaklığa karşı rotayı çok sıkı çalışmış küçük kız kardeşlerinin peşine takılan ablalar bavullarını alır, küçük havaalanının, açık fırın kapağı duygusu veren kapısına çıkarlar. Yanyana bankolardan birinin alnındaki Sun Island yazısına seğirtip, isimlerini bildirir bildirmez yanlarında beliren esmer ötesi ufak tefek adam tarafından girişin öte yanındaki bankoya, deniz uçağı için bilet almaya götürülürler. Küçük kızkardeşin, en uzak -ve en büyük- adayı seçerek, Male'den, üzerindeki otelin adıyla anılan 110 otel adaya ulaşımda kullanılan hızlı tekneler yerine, deniz uçağı istemesinin nedeni, atol denen mercan adalarının havadan daha güzel görüneceği -çok isabetli, muhteşem- fikri!

Bagajlar incelikle tartılır, etiketlenir. Sun Island'a gidecek, "abla" ve kardeşleriyle 11 kişi, sürücüsü sağda oturan servis aracıyla havaalanının uzak kıyısındaki binaya götürülürler. İçeride, yanyana sıralanmış odalar arasından, kapısı üzerinde, -uçuş numarası- 20A yazılı küçük odaya alınırlar, geniş ekranda tanıtım başlar. Bir süre sonra, girdikleri kapının karşısındaki kapıdan çıkarılıp, bir öncekinden daha esmer bir gencin mihmandarlığıyla, menteşelerle eklemlenmiş, su üzerinde dalgalanan ahşap patikalar üzerinden yürüyerek, üzerinde tma (trans maldivian airways) yazılı sarı mavi renkli deniz uçağının yanına gelirler. Zincirle gövdeye bağlı asma merdivenden birkaç basamakla çıkıp, arkaya yığılı bagajlar önünden geçerek, küçük uçağın solunda tekli tek sıra, sağında ikili koltuklara dağılır, yerleşirler. Can yeleklerinin yerini, acil durumlarda ne yapılacağını anlatan genç, gürültü için kulak tıkacı da dağıtır ama, ardından, turistlerden birinin "joke?" diye sormasına neden olan "arıza açıklaması" üzerine bir başka uçağa geçmeleri gerekir, çok sürmez havalanırlar.

Arada buluta da girse, 35-40 dakika süren yolculuk, mercanların çooook, çok uzun sürede birikmesi sonucu oluşan, genelde ortasında bir lagün bulunan, lacivert derinlikleri beyaz turkuaz lekelerle benekleyen, muhteşem coğrafi yapıyı görüp kavramaya, güzelliğinin tadını çıkarmaya yeter.

Haritada belirtilen Ari Atolü, Hindistan'ın güney batısında yer alan, bir çoğunda yaşam olmayan, hatta gel-git ile bir görünüp, bir kaybolan, en yüksek noktası 2.4 metreyi aşmayan yaklaşık 2000 adadan oluşan Maldiv Adaları'nın en büyük atolü... Küresel iklim değişiklikleri yüzünden, 100 yıl içinde Hint Okyanusu'na batacağı öngörülen adalar halkına Avustralya, sığınma hakkı vermiş. Türk Konsolosluğu'nun Hindistan, Delhi'de oluşu küçük kız kardeşin, pek güldükleri, "...batma konusunu ciddiye almışlar belli ki!" yorumuna neden olur.

12 yolcu kapasiteli uçak, denize yumuşacık iner, suyun ortasındaki 5-6 metrekare genişlikteki ahşap platformun yanına yanaşır, parkeder, sıkıca bağlanır. Uyku sersemi yolcular -uzakta, beyaz kumsalını gölgeleyen sık palmiye örtüsüyle yayılmış güzel adaya- bakınırken yaklaşan tekneler, adalardaki otel isimlerine göre seçtikleri yolcularını ve bagajlarını yüklenir, yola koyulurlar.

Teknenin arkasında kenara konmuş, sicimle bağlı ayakları perdeli su kuşu, uzun sivri gagasıyla kanatlarını temizlerken Sun Island'a yanaşan yolcular iner, uzun tahta iskeleyi kateder, ortasında tropik balıkların olduğu havuz bulunan, dört yanı açık lobiye girerken, esmerin esmeri, yerlere dek uzanan koyu renk eteği üzerindeki çizgilerle aynı renk gömleği ile pek şık, delikanlının uzattığı güzel kokulu temiz havlularını alır, yolculuğun tozundan arınırlar. Birer bardak hindistan cevizi sütü ikramı ardından, Türklere pek alışkın görünen personelden, "Ankara'da benim arkadaş var!" diyeni yardımıyla doldurdukları kâğıtları verir, adanın krokisinin bulunduğu haritayla, anahtarlarını alırlar.

Ailenin seyahat gurusu
yine muhteşem bir plânlama yapmış; kardeşler, denize çakılı kazıklar üzerine yerleştirilmiş, gündoğumuna bakan Water Bungalow'lardan birine yerleşirler. Okyanusa açılan küçük verandanın iki yanı, gür yabanî hanımelleri ile süslü. Geniş banyonun önünden, doğruca denize inen merdivenlerin en alt basamağında güneşlenen iri yengeçle, veranda önünde, beyaz kum içinde, ağırlıklı olarak, küçük, siyah beyaz çizgili balıkların yaşadığı mercan öbeği kenarında, simbiyotik eşlikçisi ile, zemin tozlarını pofurdatarak salınan kocaman vatozun yarattığı ürküntü olmasa, "abla" ile kardeşleri hemen suya girecek!

Denizden görmeyi imkânsız kılan tropik bitkilerle sarılmış lokantada, -her zaman- Hindistan mutfağının baharatlı acılı bir-iki yemeği yanında, vejeteryanlar için seçenek de sunan açık büfede, garsonları Shiham'ın baktığı masalarında yedikleri balık ve tropik meyve ağırlıklı öğle yemeğinden sonra yürüyüşe çıkan kardeşler, en uzun kenarı 1,5 km. olan, koca bir botanik park biçiminde düzenlenmiş güzel adayı keşfederler.

Ortalama 30 derece civarındaki havanın nem oranı yüzde 80'in üzerinde seyrederken, giderek ağırlaşıp bulutlanan gökyüzü, geceyi, -"abla" ile kardeşlerinin sonradan çok güldükleri-sarsıntıyla uyanıp deprem sanarak, tsunami kaygısıyla içine pasaport ve para koydukları çantalarla tahliyeye hazırlandıkları, sert rüzgârın savurduğu yağmurla yıkar.

9 Aralık 2009 Çarşamba

"Abla "ve kızkardeşleri, Kurban Bayramı tatilinden yararlanır, bir başka Müslüman ülkeye, Maldiv Adaları'na giderler.

26 Kasım 2009 Kurban Bayramı arifesi, saat 16:00'da, Şişli'nin mahşerî kalabalığını yarıp, taksiyle kızkardeşinin kapısına dayanan "abla" iner, kardeşinin bavulunu -sıkışık trafikte, neredeyse, akraba olunan hoşsohbet şoförün yardımıyla- kendisininkinin yanına koyar, Atatürk Havalimanı yoluna koyulurlar. Ailenin seyahat gurusu küçük kız kardeşin çizdiği rota bu kez Maldiv Adaları'nı göstermekte...

17:00'de, sabahtan dersi olduğundan, öğlen Bursa'dan yola çıkan, Esenler'den -böyle zamanlarda Tanrı'nın lûtfu gibi görünen- metro ile Havalimanı'na varıp kardeşleriyle buluşan ortancanın katılımı ile (grubun ayrılmaz elemanı teyzeleri, kızı ile Frankfurt'a gitmeyi seçtiğinden) tamamlanan grup, ilk kez tur operatörü yönlendirmesi olmaksızın, gözü kara küçük kız kardeş önderliğinde vergilerini öder, biletlerini alır, bavullarını verir, havalanma saatini beklemeye başlarlar.

Aktarma yapacak olan kızkardeşler 19:10'da İstanbul'dan havalanır, yerel saatle 01:15'te, Birleşik Arap Emirlikleri başkenti Dubai'ye konarlar. İzledikleri tabelaların doğru yönlendirmesiyle, -hortumlu taharet musluklarıyla donatılmış tertemiz, geniş çelik alaturka tuvaletler ziyaret edildikten sonra- Maldiv Adaları başkenti Male'ye gidecekleri uçuş kapısını bulurlar. Doğuya yönelmiş, uykusu bölünmüş bedenlerini sürüyerek zombi edasıyla iki saat dolanıp, bir iki fotoğraf çektikleri Dubai Havaalanı'nı yerel saatle 03:25'te terkeder, yine yerel saatle 08:00'de Male'ye konarlar. 8, aktarmalarla 10 saat süren İstanbul-Male yolculuğuna, İstanbul-Dubai arası 2, Dubai-Male arası 1, İstanbul-Male arası toplam 3 saatlik fark da eklenince kafası iyice karışan "abla", küçük kızkardeşinin yaptığı incelikli hesap olmasa, mümkün değil, işin içinden çıkamayacak!

Her uçağa binişlerinde yapılan, maşayla tepsiden alınıp, şaibeli yolcu avuçlarına bırakılan sıcak, mis kokulu buharların tüttüğü havlu servisi ardından, pencere kenarında oturan "abla"nın, uyumadan önce son gördüğü, -Dünyanın şimdiden en yüksek binası- Dubai Burcu anlamında, Burj Dubai'nin, pus içindeki sarmal ışıkları...

17 Kasım 2009 Salı

2 Kasım 2009, yol boyu üfüren sert Poyrazın üşüttüğü "abla" Dalaman'dan evine dönerken, ego'su Sebastian'la görüştüğü uzun bir iç yolculuk da yapar.

Sabah, kuzeninin, kendisini işe gitmeden garaja bırakmasını isteyen "abla", yaz tatillerinde, bayramlarda bir araya geldiklerinde, eşsiz güzellikte çocukluk anıları ürettikleri; hayata, mantıklı, sorumlu bir pencereden bakan, çocukken bile olgun haliyle akrabaların kendisini koydukları özel yeri haketmiş sevgili kuzeniyle sarılarak vedalaşır. Yirmili, otuzlu yaşlarından başlayarak, aralarına, evlilikler, çocuklar, yaşam gailesi yüzünden, -yürekte değilse de, yöresel- ayrılıklar girmiştir; nasıl geçtiği hiç anlaşılmayan uzun yıllar sonunda çocuklar (ve kocalar) kendi rotalarını çizer, artakalan zamanda kuzenler yeniden buluşur. Böyle özel bir anlam da taşıyan Dalaman seferi, bir anlamda -sakin yaşamlar seçip kendilerini arayan- kuzenlerin, birbirlerini yeniden buldukları özel bir zaman olur.

Otobüsün kalkmasına bir saat var: Garajın ardındaki, yüksek palmiye, okaliptüs ağaçları dibinde bir masaya yerleşen "abla", çay ocağından aldığı su bardağında büyük çayın yanına bir gün önce kahvaltıda yiyemeyip paket yaptırdıkları katmeri açar, iki masa arkadaki, kuş cıvıltılarıyla süslü sohbeti dinleyerek güzeeeelce kahvaltısını yapar. "Taşrada zamanın jel kıvamı" hakkında fikri olduğundan, kasabanın ana caddesinde 40 dakikalık bir yürüyüş yapar: Bir veteriner dükkânını açan, sevgiyle yedi tane kedisi, köpekleri ve kuşu olduğunu anlatan sıcakkanlı tezgâhtar kızla -patronu gelene kadar- ahbaplık eder, garaja döner. Otobüs firmalarından birinin önünde satılan, -ithâlinin adedi yaklaşık 5 TL'yken, yerlisinin 8 tanesini 6 TL'ye- avakado satın alır, fermuarını araladığı boş bavuluna atar.

Geniş, bitek coğrafyada, Ortaca, Köyceğiz, Gökova, -çocukluk anılarında, kıvrılıp bükülerek, içleri bulanıp arada kusarak, bin zahmet tırmanıp indikleri toz kokulu- Sakar Yokuşu, Muğla, Yatağan, Aydın rotasını izleyerek aldıkları yol, 5-5,5 saat sonra İzmir'de sona erer. Edremit Belediyesi'nin eski ama, -arada kolonya ikramı da yapılan- temiz otobüsüne, 15:30'a bilet alan "abla" yerini alır, molaya dek, aman uyuyup bir şey kaçırmamayım! diyerek dört açtığı gözleri kapanır.

Moladan sonra, yanındaki Akçay yolcusu emekli hemşire ile tutturdukları, Dünya yaşamında yapıp ettikleri konulu sohbet sürerken, ego'su Sebastian "içerden" lâfa girer: "Yoğurt!" Sebastian, "abla"nın hizmetinde olması gerekirken, birlikte yaşadıkları binlerce reenkarnasyon içinde nasıl yapıp ettiyse, "abla"yı parmağında oynatır hale gelmiş ego'sunun adıdır. Bunu keşfeder etmez, "abla"nın, hizmetkârın ego olması gerektiği bilinciyle, ilişkileri/hiyerarşiyi belirlemek için -sinemanın, katil, uşak Sebastian! klişesinden ilham alarak- Sebastian adını verdiği ego'su, gönül bölgesinde barınır, yaklaşık pigme boyundadır, beyaz tek askılı keten bir elbisesi, kel kafası ve sürmeli gözleriyle eski Mısırlı rahipleri andırır.

İleri yaşta evlenmiş, iki yetişkin çocuk sahibi, dengeli, huzurlu bir yaşam sürdürmüşe benzeyen hemşire "abla"nın -görece- fırtınalı yaşamını şaşkınlıkla dinlerken Sebastian'ın, sessiz "yoğurt!"-tarifini aldığı sevgili arkadaşının adıyla Sülün Hanım Yemeği yapmak üzere gereken "yoğurt!"...

Akşam karanlığında, sert Poyrazın da etkisiyle terkedilmişe benzeyen Karaağaç'ta yoğurt bir yana, "abla", kendisini 5 km ötedeki yazlık sitedeki evine götürecek taksi bulsa, ne devlet!

Çok haklı nedenlerle ayrılmaları gerekli, hatta zorunlu iki sevgili gibi, "abla", Sebastian'ın dayatmalarına direnmeye çalışırsa da, yüreğinin içinden bilir ki; taş devrindan bu yana birlikte yaşadıkları binlerce doğma-ölme-yeniden doğma... süresince, Sebastian zamanında ve yerinde, gerekli, zorunlu, hatırlatmalar, dayatmalarla önlemler al(dırar)arak "abla"yı hayatta tuttu. "Yiyeceğinin tümünü yeme!" dedi, "akşam iniyor, barınacak bir yer bul" ya da "kış geliyor, barınağını sağlamla..." ve "sonunda acı var, âşık olma!.."

Tanrı'nın bir parçasını -DNA'sında- taşıdığından emin kendisi ile buluşup birleşme sürecinde "abla", oturduğu yerde bitkin düşmesine neden olan, ego'sunun dürtmeleriyle durmaksızın dolanan zihnini yakaladığında, yüreği eski hizmetleri dolayısıyla şükranla dolu, "yeter koşuşturup durduğun, biraz otur dinlen!" diyerek, şefkatle, tahta masası yanındaki ahşap iskemleye oturmaya çağırdığı Sebastian'ı emekli etmesi gerektiğini bilir.

Ve ne mutlu, "abla" bunun yalnızca, bir zaman meselesi olduğunun bilincindedir.

16 Kasım 2009 Pazartesi

1 Kasım 2009, "abla"nın Dalaman seferi altıncı günü: Şadırvan'da kahvaltı, Dalaman Çayı, Sarıgerme, Kükürt, Dalaman Devlet Üretme Çiftliği

Kasım'ın, hafif bulutlu, serin birinci günü, batıya yönelen kuzenler, Sarıgerme'ye giderken, Ortaca yönünden sağa saparak ulaştıkları Şadırvan'da kahvaltı molası verirler. Bir portakal ağacının meyve yüklü dalları altına oturur, yine yok!'un yok, olduğu dört dörtlük bir kahvaltı yaparlar.

Dalaman'ın bulunduğu Akdeniz Bölgesi'ni, Ortaca'nın bulunduğu Ege Bölgesi'nden ayıran Dalaman Çayı'nı geçer, doğanın bir başka hediyesi Sarıgerme'ye ulaşırlar.

Ailenin seyahat gurusu küçük kız kardeş, "80'li yılların sonunda arkadaşlarıyla Sarıgerme'ye geldiklerini, içecek su bulamadıklarından yörenin ismini Sakıngelme! şeklinde değiştirdiklerini" anlatır. Oysa, "Abla"nın Dalaman'da da gözlediği gibi, alçak binalar arasından geçen, geniş ızgara planlı cadde ve sokaklarla düzeyli biçimde yapılaşan kasabaları birbirine bağlayan düzgün geniş yollar, o günlerden bu yana bölgede, başta bilinç, çok şeyin değiştiğini göstermekte...

Bir ucuna, önünde, beyaz göbekleri güneşe bakar durumda serili yabancıların yattığı oteller dizili, geniş, uzun, ince kumuyla muhteşem güzellikteki doğal plajın iç kısımları, şimdilerde toplanıp üstüste yığılmış ahşap masa-sıra gruplarıyla, çam ağaçı gölgeli güzel bir mesire yeri. Büfe, ilk yardım kabini, çeşmeler, zakkumlar arasındaki tuvaletler, -"abla" kalabalık mevsimde nasıl olduğunu kestiremese de- belli bir standart sergilemekte...

Çaylarını içip yola dökülen kuzenler, Fevziye Köyü'nden sapar, üzerinde düzgün bir el yazısıyla sadece KÜKÜRT yazan tabelayı izleyerek 5-6 km. sonra kaynağa ulaşırlar. Tepenin dibinden kaynayan kötü kokulu 30 derece sıcaklıktaki su, genişletilerek açılmış havuzu, turkuaz rengi suyla doldurmuş. Arazinin sahibi, kuzenle tutturduğu sohbete göre, Dalaman'daki yeni PTT binası yapanlardan... Suyun dereye dönüştüğü ucu üzerinden, salaş asma köprüyle kayalar arasındaki gözeye varıp fotoğraflayan üçlü, havuzun, üzerine hasırlar serili sekilerin bulunduğu diğer kenarında oturur, suyun sıcaklığı sayesinde kışın havuza girmenin keyfini konuşurlar.

Günün son durağı, gürbüz, bakımlı ineklerle dolu bölümü ardına, göz alabildiğince yayılmış narenciye bahçeleriyle Dalaman Devlet Üretme Çiftliği: Bir zaman sonra, verimli güzel toprakların golf sahası olması olası çiftliği geçen uzun -çıkmaz- yol, askeriyeye ait kısmın bitiminde, bir sürpriz yaparak denize varır: Birer metreküp büyüklüğündeki saplı beton bloklarla bilimkurgu mekânına benzeyen mendireğin karşında Eşek Adası var. Ötesi, Akdeniz ve Libya...

Askerî bölgenin ardında kalan Dalaman Havaalanı'na inen iki uçağı izleyen kuzenler eve dönerler. İyi ev sahibesi kuzenin hazırladığı balık yenir, yeniden arabaya binilir, gece yolculuğuyla İstanbul'a dönecek küçük kız kardeşi yolculamak üzere -lojmanlardan 5-6 km ötedeki- Dalaman'a, otogara gidilir.

Sonunda, araba fikrine her daim muhalif "abla" hak verir, araba olmasa bu kadar yer görmek, günü, bunca verimli değerlendirmek mümkün değil!

15 Kasım 2009 Pazar

31 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi beşinci günü: Kara, bir de denizyoluyla İztuzu Kumsalı, Dalyan, deniz kaplumbağası, közde mavi yengeç...

Teyze eksiğiyle, kahvaltıdan sonra yola koyulan kuzenlerin ilk durağı, karayoluyla ulaştıkları İztuzu Kumsalı; bir önceki gelişine göre, kaplumbağaların yumurtlama ve denize ulaşma parkurunu belirleyen işaretlere bakarak, gelişkin çevre bilinci gözleyen "abla", 23 yıl önce, bu konuda herkesin şikâyetçi olduğunu hatırlamadan edemez. Bulutlu havada, bir yanı çamlarla kaplı tepelere dayalı Dünya harikası kumsalda yaptıkları yürüyüş, yağmurun atıştırmaya başlamasıyla son bulur.

Dalyan'da, mevsimle birlikte, 10 TL'ye İztuzu'na dolmuş yapan tekne seferleri kapanmış. İki gençle birlikte -60 TL'ye- bir tekne kiralayıp yola koyulan "abla" üçlüsü, kendilerine tepeden bakan, kayalıklara oyulmuş Caunos Kral Mezarları dibindeki sazlıklar arasından, suyun diğer yakasındaki şirin, küçük lokantalar, pansiyon ve evleri gözleyerek süzülür. Sıcakkanlı Vedat Kaptan'ın, istek üzerine Türkçe Pop yayını yaparak ilerleyen teknesi, tamamı 40 dakikalık yolculuğun ortalarında bir yerde, sazlar arasında bir açıklıkta, salaş bir iskeleye sabitlenmiş görünen kulübetekneye yanaşır, durur. Niyeti, yolcularına, esas evi Köyceğiz'de olup, yaşamının büyük kısmı kulübeteknede geçen, balık, yengeç avcısı genç kadının, ipe bağladığı mavi yengeci suya atıp çekerek çağırdığı kaplumbağalardan birini, yakından gösterebilmek. Bedeninin alt ve iç kısımları mavi koca bir yengeci, boynuna kolye gibi -usturuplu biçimde- tutan Vedat Kaptan fotoğraflanırken "abla" ile kız kardeşi de, kulübeteknede közde pişmiş iki tanesinin (adedi 5TL) tadına bakarlar. Arada suyun dışına yükselen kaplumbağa kafasının yarattığı heyecana, yanlarına yanaşan diğer sandalın dört yaşındaki yolcusu Ulaş'ın, "ben göremiyorum, bana da gördürür müsünüz?" sözleri, bolca neşe katar. Beklenti sona erer, bir metreye yakın çapıyla kaplumbağa, tüm görkemiyle görünür, poz verir sonra yavaşça suya karışır.

İztuzu Kumsalı'nın, (sabah bulundukları noktasının) simetrik öte ucuna -bu kez denizden- ulaşan teknenin yolcuları iner, sahildeki kalabalık turist grubuna karışırlar. Bir saat sonra tamamıyla terkedilmiş görünecek kumsala yayılan müzikle, içecek, yiyecek satışı tüm hızıyla sürmekte... Barakalardan birine yapıştırılmış büyük resimli afişte yazanlar:

Türkiye'deki Deniz Kaplumbağaları ve Yaşam Döngüleri,

İribaş Kaplumbağa (Caretta caretta), Deri Sırtlı Kaplumbağa (Dermochelys coriacea) ve Yeşil Kaplumbağa (Chelonia midas)
Mayıs-Temmuz Üreme, 2 ay kuluçka, Temmuz-Ağustos- Eylül yavru çıkışı, 22-30 yıl erginleşme, Nisan çiftleşme... Üreme Kumsallarımız Ekincik, Dalyan, Dalaman, Fethiye, Patara, Kale, Kumluca, Çıralı, Tekirova, Belek, Kızılot, Demirtaş, Gazipaşa, Anamur, Göksu Deltası, Alata, Kazanlı, Akyatan, Yumurtalık, Kazandağ


Cankurtaran kulesine çıkan Vedat Kaptan yolcuları, kumsalın ucunda deniz ile tatlı suyu karıştığı noktayı görür, fotoğraflarlar. Akşam yaklaşmaktadır; tekneye biner, dönüşe geçerler, bahçesinden olduğunu söyleyip, ayıkladığı mandalina ve narları ikram eden kaptan, yeni evli olduklarını öğrendiği, birbirlerine "Pino", "Levo" diye seslenen alçakgönüllü, güzel gençlere, çocuklarının, torun konusunda ağırdan aldıklarını söyleyip sızlanır. Kuzen, Amerika'da yaşayan, biri müzisyen, diğeri sporcu yol arkadaşlarıyla söyleşirken, Vedat Kaptan geçtikleri su barikatını göstererek "14 Eylül'de kapanıyor kapılar... çupra, kefal... denize geçişi engelleniyor" açıklaması yapar. Pınar Kaptan yönetiminde yol alırlarken, yanlarından geçen tekne, az önce kumsalda kendilerine satış yapan adamları taşımakta...

Yağmur yüküyle bulutlar, Dalyan üzerine abanmışken kıyıya yaklaşıp Vedat Kaptan'ın, çantasından bir tavanın sapının çıktığı hanımını alır, şifalı çamur banyolarına yönelirler. Kıyıya atlayan hanım rehberliğinde, kısa bir yürüyüşle, daha bâkir bir havuzcuğa ulaşırlar. Alacakaranlık çökerken Levent'in, kötü kokulu suyun başındaki görkemli çamur yığınından bir parça koparmak üzere yaşadığı macera, uzun süre unutulacak gibi değil... Yağmur çiselemeye başlarken, -bir topak da "abla"nın aldığı, yüz maskesi yapılacak- çamurlarına kavuşan mutlu yolcular, tekneye biner binmez boşanan yağmur altında, zor bela bir aralık bulup yanaştıkları rıhtımda, birbirlerini tanımaktan memnun, vedalaşarak ayrılırlar.

14 Kasım 2009 Cumartesi

30 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi dördüncü günü: Çınar'da kahvaltı, Marmaris, İçmeler, Kız Kumu, DHMİ'nde brifing

"Abla"ve kız kardeşi, teyze ile kızı dörtlüsü, sabah havanın açık olmasından yararlanarak, -yörede neredeyse gelenekselleşmiş- açık hava kahvaltısı için Çınar'a giderler.

Bodrum, Muğla ve Yayla Evi tarzında evlerin yanısıra, Denizli'de termal tesisleri bulunan Çınar Restaurant bir masal mekânı; ulu çınarlar altında, minik köprülerle bağlanmış adacıklardaki, birbirinden güzel kedileri gagalayan haşin tavukların çevrelediği masalarda, kahvaltı adına yok, yok!

Hiç üşenmeyen kuzenin arabasının burnu bu kez, -azıcık kuzey- doğuya yönelik. İlk durak, Datça'ya giden feribotun kalktığı iskele yanındaki, -60'lı yılların başında, "abla"nın babası Marmaris'e kaymakam olarak atandığı yıllarda, yolu olmadığından, motorlarla gelip, paçaları sıvayıp denizden yürüyerek ulaştıkları-, tabelada yazılı adıyla Marmaris Günnücek Millî Park Günübirlik Ormanı. İlkokula Marmaris'te başlayan "abla"nın, yöreyle ilgili anıları, babasının çektiği dialarla tazelenmese unutulup gidecek. Çınara benzeyen yapraklı Sığla Ağacı'nın kurumuş kabuğu yakılarak elde edilen tütsü anlamında Günnük, sık ağaçlı ormana adını vermiş. Önleri sıra yürüyüp, kendini yerlere atarak sevilme talep eden sırnaşık Sarman'la birlikte iskeleye yürüyen dörtlü, yelkenlilerle nakışlı geniş bir Marmaris panoraması yakalar.

Marmaris'te ikinci ziyaret noktası, İçmeler: Teyzenin anlatmasına göre, "40 bardak içenin bir testi kapıp ağaçların ardına koştuğu", içeriyi temizleme özelliğine sahip şifalı suyun, -zamanında yalnızca motorlarla ulaşılan- kaynağını soruştururken, bir ara deniz suyu ve hatta yapılaşma sırasında kanalizasyon karıştığı bilgisi edinen dörtlü, "limana doğru yürüyün, orada olabilir" önerisine uyar, dağın yamacına dayalı liman dibinde rastladıkları, Bodrum taşı ile kaplanmış, iki oluktan akan köpüklü suyun bu olabileceğine hükmederler. "Abla"nın şöyle bir tattığı su, hafif tuzlu, -sanki biraz da Van Gölü suyunu hatırlatırcasına- sodalı... Kıyıda turistler güneşe açılmayı sürdürürken, tesisler ikişer üçer kapanmakta.

Ardarda dizili oteller, evlerle Marmaris'e eklenmiş İçmeler'den dönüşe geçen grup, bir aralık yakalar; küçük kız kardeş, dialardan hatırladıkları Yalancı Dede'nin yattığı yatırın bulunduğu, uzaktan boğaz gibi göründüğünden Yalancı Boğaz'ın fotoğraflar.

İçmeler tarafından girişte, pasta dilimine benzeyen formuyla bir pizza dükkânı "abla"ya, -23 yıl önceki ziyaretlerinde tazelenen-, 45 yıl önceki Sini'yi anımsatmakta... Taksi durağında konuştukları şoförün, karşısındaki otelin bu ismi taşıdığını söylemesi üzerine, iz üzerinde olduğunu düşünen "abla", yakınlarda olduğunu hatırladığı kaymakamlık lojmanına, sora sora ulaşır. İyi ki, 23 yıl önce buralara gelmiş, küçük kız kardeşin doğduğu, bahçesinde, babasının, masasındaki küllüğü model alarak yaptırttığı küçük kırmızı balıklı bir havuz bulunan, başlarda tek katlı bitişik iki bina iken sonraki ziyaretlerinde iki katlı olduğu için tanımadıkları lojmanı görmüşler! Bahçe yok olmuş, daracık alana da olabildiğince büyük, arkası garajlı, girişi polis kulübeli yeni bina kondurulmuş.

Lojmanın, papatyalı bahçe çiti dibinden kaldırım, cadde, kumsal, deniz düzeninde, uzaklıklar aynı kalmış olsa da, tertemiz denizi dahil, çocukluklarının, kırmızı beyaz şemsiyeli derme çatma tahta kabin dekorlu plajda yanıp da soyulmasınlar diye limonsuyu, zeytinyağı karışımına bulanıp 8 ay sudan çıkmadıkları bâkir Marmaris'inden hiç iz yok...

Günün üçüncü durağı, aşağıdan görülmediğinden, önce tepeye çıkıp fotoğrafladıkları, Marmaris-Orhaniye Kız Kumu: Bir kaç masa ile girişte satıcının, kız kumundan yapıldığını söylediği düdüklü testi ve hediyelik yığılı tezgâh berisindeki tabelada yazılı şekliyle,
Kız Kumunun Hikayesi
:
3 bin yıl önce Baybassos Kentinin kralı uzun savaş günleri sonrası savaşı kaybetmiş, kenti ele geçirilmiş ve öldürülmüş. Baybassos Krallığının güzeller güzeli prensesi korsanlardan kaçmak ister. Prenses yüzme bilmediğinden eteğine kum doldurur ve karşı kıyıya geçmek için eteğindeki kumları serperek kendisine yol yapmaya çalışır. Fakat gece yönünü kaybettiği için eteğindeki kum bitince boğularak ölür.


Çok tuhaf doğal oluşum, kuzen, karşı kıyıdaki otelden suya girip koyun ortasına kadar yüzdüğünü, oradan 600 küsur metre genişliğindeki bir bant şeklinde, derinden yükselen toprak parçasına çıkıp yürüyerek diğer kıyıya çıktığını anlatmasa, akıl alır gibi değil! "Abla" grubu, çaylarını içerken gelen, biri kadın iki kişi kıyıdan uzun süre yürüyerek ve halâ dizlerine dek suda, duruma kanıt oluştururlar. Kız Kumu, ilk fırsatta bu durumu bizzat test etmek isteyen "abla" tarafından listeye eklenir.

Gün batarken kuzen, çok eskiden bataklık olan ovayı kurutmak üzere dikilen iki sıra sık, ulu, geniş gövdeli okaliptüs arasındaki, iki aracın ancak geçebileceği genişlikte, otoyola paralel giderken belli belirsiz seçilen yola girer. "Abla" ile kız kardeş için -mutlu çocukluk anılarına döndükleri, babalarının dialarının kıdemli modeli- bir çeşit zaman tüneli yol, bu kez digital makinenin, video kayıt marifetiyle kaydedilir.

Akşam yemeğinden sonra, teyzeyi İstanbul'a yolculamak üzere havaalanına giden dörtlü, sakin iç hatlar salonundan günün son uçağına binen teyzeyi uğurlar, şef kuzenin, önlerinde radar görüntüsü yansıyan ekranlarla çalışan, iniş kalkışları kontrol eden grubuyla tanışmak üzere kontrol odasına giderler. Aralarındaki en deneyimli, taze baba, sıcakkanlı genç adam, "abla" ile küçük kız kardeşe ayrıntılarıyla ne yaptıklarını, ekran üzerindeki küçük işaretleri tek tek anlatarak açıklar. Ne varki, tüm bastırmalarına yüzünde hafif bir tebessümle direndiği "abla"nın "Dalaman semalarında UFO'lar?" konulu sorularına yanıt vermez, Nuh derse de Peygamber demez!

13 Kasım 2009 Cuma

29 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi üçüncü günü: Ölüdeniz, Gemile Koyu, Kayaköy, Yalçın Restaurant, İngiliz yerlilerden yol sormak

Sabah saat 07:00 sularında, kasabanın ortasındaki yüksek okaliptüslü çay bahçesine sırtını dayamış alçakgönüllü otogara gelen "abla" ile kuzeni, İstanbul'dan gelecek olan, ailenin seyahat gurusu küçük kız kardeşi beklerken, gözlerine, bir kuytuda günün anlam ve önemi doğrultusunda hazırlık yapan baloncu ilişir. Şişirdiği beyaz ay-yıldızlı, kırmızı, büyük balonun dibine üç adet küçük pastel renkli balonu bir sopaya bağlamakla meşgul baloncudan siftah yapar, yolcularını "Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!" diyerek karşılarlar.

Kahvaltı, bir araya gelmenin sevinçli sohbetiyle uzar. Perşembe günü Dalaman'ın pazarı; bir göz atılmazsa olmaz! Kocaman marullar yığılı tezgâha seğirten teyzenin hızını, kızı, "seradır..." diye kesecekken, yığının ardındaki satıcı, sıcak saca oturmuş gibi fırlar, "hadi gidelim tarlaya bakalım!" der, "ama benzin paramı alırım..." Teyze, abartmasız 5-6 kilo gelen marulu, onu kendilerinin ektiğini söyleyen 2-3 genç kadından atik davranıp alır. Çok taze, tanesi belli belirsiz seçilen bezelye alışverişinden sonra dörtlü, bitek toprakları resmeden bereketli, bazıları -yörenin İngiliz yerlisine yönelik- ürün adının İngilizce okunuşunun yazılı olduğu etiketlerle süslü, bu şekliyle de kimin ne işine yaradığı belirsiz tezgâhlar arasından geçerek, taze yaşam kokulu pazarı geride bırakırlar.

Fethiye, Ölüdeniz'i çeyrek yüzyıl önce bıraktığı gibi bulan "abla", güzel düzenlenmiş çevrede o yıllarda tek tük rastlanan yabancının, yerini, şimdi kendileri de dahil üç beş Türk'e bıraktığı saptaması yapar. Üzerine, Babadağ'dan yağan yamaç paraşütçüleri ile rengârenk, turkuaz denizde bir saate yakın kalan kuzenler, programın geri kalan kısmı için yeniden yola düşerler: Ön koltukta bu kez, küçük kız kardeş oturmaktadır.

Tabeladaki yazılışı ile Gemiler, Gemile Koyu, "abla"nın aklında, karşısındaki, üzeri kilise kalıntılarıyla, dibi zarif yelkenli silüetleriyle süslü -mevsiminde teknelerle ulaşılabilen- ada ile, bir fotoğraftan çok, hayâl gücü ürünü muhteşem bir tablo olarak kalır. Kıyıda, ayakları dibinde kedisi ile balık avlayan kadın, kalın giysiler içinde, gitmeye henüz hazır olmayan bir kaç kampingciden biri...

Kayaköy'e giderken gözlerine ilişen sarı tabeladaki Af Kulesi Manastırı, kâşif ruhlu kuzenin ilgisini çeker; arabanın burnunu o yana döndürür; toprak yolda sabırla bir zaman yol aldıktan sonra iner, mis gibi nemli bitki-toprak kokan ulu ağaçlı ormanda, keyifle 15 dakika kadar da yürürler. Ufak bir alanda karşılaştıkları, manastırdan dönen aileden "denizin de göründüğü, sarp, Sümela'nın el değmemişi, tuvaleti bile olan manastıra gitmek için patika ile 20 dakika kadar tırmanmalarına değdiği..." bilgisini alırlar. Ne yazık, güneş batma hazırlığı içindedir; Af Kulesi Manastırı ziyareti bir başka gelişe ertelenir.

Kayaköy girişindeki tabelada, küçük kız kardeşin fotoğrafını çektiği tabelada yazılanlar:

Kayaköy
(Karmylassos)
Kentin tarihi geçmişinin M.Ö. 3 binlere kadar gitmesine rağman günümüze ulaşan az sayıda lahit ve kaya mezarları M.Ö. 4 yy'a tarihlenmektedir.
Yamaca dayalı mevcut yapı gruplarının tamamı 19. yy.'ın 2. yarısı ile 20. yy.'lın ilk çeyreğinde yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında bölgede yaşayan Rumların Batı Trakyadadaki Türkler ile mübadele edilmesi sonucu evler boşaltılmış, yapıların ahşap unsurları doğal etkenler sonucu tahrip olarak kent bugünkü görünümünü almıştır.
Kentte her biri 50 m2 ölçülerinde birbirlerini manzara ve ışık açısından engellemeyen 350-400 civarında ev ile yapılar arasında serpiştirilmiş çok sayıda şapel, 2 büyük kilise, bir okul ve bir gümrük binası bulunmaktadır.
Siz değerli konuklarımızdan kentin temiz tutulması, tahrip edilmemesi konusunda ilgi ve yardımlarınız beklenmektedir. Teşekkür ederiz.


Girişte bilet almak isteyip bir görevli bulamayan dörtlü, batmakta olan gün ışığıyla daha bir güzel Kayaköy'de yavaş yavaş tırmanarak 17. yy. yapısı kiliseye ulaşırlar. Zamanında kimbilir ne güzel avlunun, taş mozaik döşemesindeki iri boş yuvarlaklar, tabeladaki ...kentin temiz tutulması, tahrip edilmemesi konusunda ilgi...'nin ne anlama geldiğini göstermekte.

Günün son durağı, kuzenin "etleri çok lezzetli" dediği Yalçın Restaurant: Toprak zeminli güzel bahçedeki masalardan birine yerleşip kırmızı et siparişi veren dörtlü, kısa zaman sonra başını kazların çektiği, kediler, tavuklar ve hindilerden oluşan, ekmek ikramını hiç geri çevirmeyen neşeli, yaygaracı hayvanlarca sarılır. Yıldızlı gök altında, -bir kişinin İstanbul'da ödeyeceği fiyata dört kişi - güzel kırmızı şarap eşliğinde yemeklerini yerler, grup eve dönmek üzere yola koyulur.

Bir sürpriz! 29 Ekim kutlamaları dolayısıyla kapatılan Hisarönü kasaba meydanından ara bir sokağa sapan dörtlü yolunu yitirir. Fethiye yönünü sormak üzere durdurdukları sarışın, çocuklu aile, küçük kız kardeşe, net biçimde, İngilizce bilip bilmediğini sorar! "Abla" bir yana, bereket! kız kardeşi, teyze ve kızı, adres tarifi alacak kadar iyi İngilizce bilmektedir de alınan tarif üzerine yol bulunur ve Fethiye üzerinden salimen eve ulaşılır.

"Abla" ile kız kardeşi, izleyen günlerde, kuzenlerinin, karşılaşıp tanıştıkları arkadaşlarının da, buna benzer, İngiliz yerlilerden yol tarifi aldıklarına dair anıları olduğuna tanık olurlar.

11 Kasım 2009 Çarşamba

28 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi ikinci günü: Katrancı Koyu, İnlice Koyu, Tersakan Çayı, yerli malı kivi, avakado...

Sabah, şıpır şıpır yağmurla uyanan ana-kız "abla" üçlüsü, -ne yazık, yakında golf sahası olması olası- Dalaman Devlet Üretme Çiftliği'nde üretilen kivi ve avakadolu kahvaltı sonrası, aralanan bulutlardan süzülen gün ışığının ışıldadığı Okaliptüs yapraklarının gölgelediği bahçeyi geçer, arabalarına binerler; "abla" yine ön koltuktadır.

Katrancı Koyu, bir Dünya cenneti; önü kumluk küçük plajıyla, tepelerin derinlerine uzanan, çamlarla, okaliptüslerle gölgeli küçük vadide, halâ karavanları önünde tavla oynayan, yağmur sonrası hırkalı ceketli insanlar, belli ki burayı bırakıp gitmeye kıyamamışlar! Bitimindeki korkuluklu, düzgün taş döşeli küçük patikayla diğer -daha bâkir görünen- koya geçen üçlü, oradaki -daha minik- kumsalı da keşfedip, manzarayı neredeyse tümüyle gören taraçadan, huzur dolu bir zaman boyunca bakınır, koyun yazın yaşadığı dehşetli kalabalığın yarattığı travmadan uzak olmaktan büyük memnuniyet duyarlar.

İnlice Koyu, bir başka cennet; Katrancı Koyu'nun tersine geniş kumsala yayılmış, ilkinin içine kapalı mizacı yerini, dışa dönük şen şakrak ruh haline bırakmış. Ötede beride birkaç kişi, yazla sonbahar karışımı havanın günbatımına dek tadını çıkarma derdinde. "Abla", teyzesi, kuzeni bir masa çevresinde, hırkalarına bürünür, uzun aralıklarla bir araya gelen akrabaların yaptığı türden, anılar arşivine derinlemesine dalar, güzel bir sohbet üretirler.

Sakin, serin, mis gibi toprak kokan hava kararırken Tersakan Çayı üzerinden geçen köprüyü aşan üçlü evlerine dönerler.

10 Kasım 2009 Salı

27 Ekim 2009; "abla", ülkenin güneybatı ucuna iner, Dalaman'a kuzenine gider.

Ölümlerinden uzun yıllar sonra, bir anlamda varlığının sebebi anne ile babasının 52. evlenme yıldönümü 27 Ekim 2009 sabahı saat 04:00'te, gecenin ikisine dek büyük sadakatle -bir kaç CD'lik- vampir dizisi izlediklerinden yorgun çocukları uyandırmamaya özenerek, çantasına bir elma atıp evden çıkan "abla", kırmızı bavulunu sürüyerek asansöre biner, beş kat aşağı iner, onu Taksim'e götürecek kuzenini beklemek üzere serin sabaha, sokağa çıkar.

Hava karanlık; bir aşağı bir yukarı yürüyerek elmasını yeyip, çöpü, içinden bir kedinin fırladığı konteynere atmasından az sonra, sokağın başından beliren arabaya yönelen "abla", kuzeniyle kucaklaşır. Arabada, "abla"nın birlikte, diğer kuzenini ziyaret edeceği gezi arkadaşları teyze ile, bavul gördüğünde terkedileceğini sanıp feryat figan havlayan köpek Köpük var. Kuzen, "abla" arabaya yerleşene dek, bu küçük molayı Köpük için çiş fırsatı olarak değerlendirdikten sonra araba, Köpük'ün kaygılı feryatları arasında yola koyulur. Taksim'e ulaşır, teyze ile "abla" kuzenle vedalaşır, Sabiha Gökçen Havaalanı'na gidecek 05:00 otobüsüne binecek yolcular arasına karışırlar.

Uçakta pencere kenarına oturan "abla", kuzeninin, biletlerini internet alışverişiyle otobüs ulaşımının yarısı fiyata aldığı, 55 dakikalık yolculuğun, kalkış ile iniş arasındaki bölümünü hiç hatırlamaz. Uyandığında deniz üzerinden, uygun hava koridoruyla Dalaman Havaalanı'na inmek üzeredirler.

"Abla"nın, Dünyaya kendisiyle aynı yıl gelen iki kuzeninden biri olan teyzenin kızı, havaalanında çalışmaktadır; onları körüğün başında karşılar, arabasına yerleştirir, yakında, lojmanlardaki evine götürür. Gezmeyi gezdirmeyi, en az "abla"nın, ailenin seyahat gurusu diye anılan küçük kız kardeşi kadar seven kuzenin, misafirleri için sıkı bir gezi programı var.

Üçlü, "abla"nın Marmaris'teki çocukluk anılarında önemli yer tutan, baharda çizilen kabuğundan sızan salgının ecza ve parfüm yapımında, kuru yongalarının tütsü, Mısırlıların mumyalamada, Kleopatra'nın aşk iksiri olarak kullanıldığı, endemik genç bir sığla ağacının ortasında olduğu bahçenin ardına serili çok geniş bir panoramaya bakan mutfak balkonunda keyifle kahvaltılarını yaptıktan sonra, seri biçimde yola koyulurlar, hedef Köyceğiz!

Teyze, buraları daha önce gördüğü için, öncelikli misafir konumundaki "abla", arabada kuzeninin yanına oturtulur. Geniş, bol şeritli, bakımlı yollardan, tünellerden geçerek keyifle varılan, yaz sonrası net nüfusuna kavuşmuş Köyceğiz sakin; göl kıyısına yumuşak yastıklı oturma gruplarıyla birbiri ardına sıralanmış -brüt tatilci nüfusunun şenlendirdiği- cafe'lerin pekçoğu kapalı. Öteki ucundan denize bir çıkış olduğunu anlatıp izleyen günlerde, oraya da gideceklerini söyleyen kuzenin, kıyısında adaçayı içerken, ışıltılı, çırpıntılı güzelim Köyceğiz Gölü'nün dayandığı tepelere çöken, aralarından sızan güneş ışıklarıyla muhteşem bulutların "getirdiği ânî yağmurlar"la ilgili kehaneti gerçekleşmez.

Küçük grup, "abla"nın bayılıp, "gelip burada kalmalı..." diyerek adını not aldığı göl manzaralı otelin ardındaki, beyaz, şarap rengi, turuncu begonvillerle süslü bahçe duvarları arasından yürüyerek arabalarına ulaşır dönüşe geçerler.

8 Ekim 2009 Perşembe

Endülüs-Fas Gezisi, son gün: "Abla", Marakeş'ten ayrıldıktan 24 saat sonra pazartesi sabahı 7:30'da poyrazın beyaza boyadığı denize bakan evine ulaşır

27 Eylül 2009, Pazar sabahı 7:30'da, zeytinin -bol baharatla- yer aldığı güzel kahvaltı sonrası, motosiklette eşarplarını dalgalandırarak yol alan iki kız, sokaklarda duvar diplerinde kediler, köpekler arasından, memlekete dönmek üzere Marakeş'ten Kazablanka'ya yol alan mahmur grup, acente ile ilgili sorun dolayısıyla bir özür konuşması yapan Muhammed'i dinler.

Havaalanı'nda "abla"nın sonradan, adını not etmediğine pek hayıflandığı bir heykeltraşın eserleri sergilenmekte. Hangi havayolu belli değil hosteslerin giysilerini tamamlayan kırmızı -fesi hatırlatır- başlık yanından inen, boyundan dolaşarak salınan beyaz tül şal "abla"ya pek estetik gelir.

Alışveriş yapıp, ödeme için oyalandıkları bankoda, küçük kız kardeşin çantasına gözünü dikmiş genç adam, kısa bir gerginliğe neden olur; mesele anlaşılınca, Güneydoğu'dan buraya, yeni bir yaşam kurmaya gelmiş gencin macerası sevgiyle dinlenir, hayır dua ve iyi şans dilekleriyle vedalaşılır.

Alışveriş biter, bitmez görünen bekleme biter, grup havalanır; evrak doldurma bitmez. Uçakta -olası- domuz gribi vak'alarıyla ilgili prosedür gereği, birlikte yolculuk ettiğiniz kişiler, herhangibir gelişmede bilgilendirilecek kişi, adres vs. içeren bir evrak daha doldurulur.

Daha önce izlediyse de hatırlamayan "abla", Tom Hanks'in Big filmini izler, beğenir. 21:00 sularında Yeşilköy'e inen, bavullarını beklerken vedalaşan gruptan "abla" evine Burhaniye'ye, ortanca Bursa'ya, kuzen Küçükkuyu'ya yola devam etmek üzere metro ile Esenler'e giderler.

1999'da, bir grup arkadaşla, aralarından birinin bir dergiden bulduğu trekking parkuru İstanbuldere'de yürüyüş yaparken, kaygan kayalar arasına düşüp kuyruksokumunu inciten "abla", tadilât, tamirat türü işler için yazlığına giderken yanındaki koltukta oturan, tüm ustaların, yerel halkın kendisini kazıklama, dolandırma konusunda sözbirliği ettiğine inanıp sızlanan yaşlı hanım mı, sızlayan kuyruksokumu mu daha kötü, karar veremez.

Yarımşar saat arayla bindikleri otobüslerle sürdürdükleri yolculuklar, ertesi sabahı bulur.
Bir önceki gün 7:30'da Marakeş'ten ayrılan "abla", 24 saat sonra Karaağaç'ta, ortancanın telefonla haberdar ettiği -ailenin taksisi- Ali Bey tarafından karşılanır; sitenin bayram ve sonrası haberlerini aldığı kısa bir yolculukla, 2005'ten beri yaz-kış oturduğu, sert poyrazın beyaza boyadığı denize bakan evine ulaştırılır.

7 Ekim 2009 Çarşamba

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 8. Gün: Şoför Abdul'ün şüphesi, teyzenin gürül gürül getirdiği Kelime-i Şehadet ile giderilir.

26 Eylül 2009, Cumartesi sabahı, geniş araziye, 3 katla yatay biçimde yayılan önde arkada havuzlu bakımlı genç bahçelerle sarılı otel önüne dizili altı adet 4x4'ten birine binen "abla" küçük grubu, şoför Abdullah yönetiminde, 8:15'te hareket eder.

Atlas Dağları'nda sarmallar çizerek yükselirken rastladıkları, doğayla aynı renkte, kırmızı kerpiç Berberî köyleri, -bir kaç yıl önce, Nil kıyısında ziyaret ettikleri Nübye köyünü hatırlatır biçimde- temiz, düzgün. Kırmızı bir dere ile birlikte, mineral, fosil parçalar satan tezgâhlar, mısır inciri çitler ya da mısır inciri tarlaları geride kalırken, hummalı bir aile sohbeti tutturmuş kardeşler, kuzen ve teyze, şoförün başını ağrıttıklarından şüpheye düştükleri sırada, çöken ıslak bulutlar arasında beliren yamaçta, muhteşem manzaraya tepeden bakan iki üç katlı minik bina önünde mola verilir. Terastaki büyücek üç güneş paneli, belli ki bugün tatilde... Geleneksel, naneli, şekerli çay, yaldız işlemeli renkli cam, küçük bardaklarda sunulur, kırmızı polar hırkalı utangaç gülüşlü çaycı grupla fotoğraflanır, içi ısınan grup yola koyulur.

Abdul'den öğrendiklerine göre, vadide dağınık köylerde yaşayan çocuklar, merkezî bir okulda bir araya getirilip eğitiliyorlarmış. 2260 m.'de, daha açık beyaz olanların yavru olduğu belli, bitkinin görülmediği bu yükseklikte neyle beslendiği belirsiz koyun keçi sürüleri görerek vardıkları noktada, mineral, fosil ve ürünleri satışı yapan büyük bir tesis önünde inip -"abla"nın tasarımına hayran olduğu küçük pembe bir cüzdan ile rehberin vücudu dengelediğini söylediği aragonit ve ametist aldığı- alışveriş eden grup, dönüşte burada tekrar mola verileceği bilgisi üzerine yine yola düşer.

Yolcularına güzel yerel müzik dinleten Abdul, bir ara bu konudaki genel kültüre ek olarak, "abla" ve kardeşlerinin babalarının memuriyeti dolayısıyla bulundukları Kilis yıllarından "zılgıt" adıyla tanıdıkları "zarîd", çeker, nasıl yapıldığını ayrıntılı olarak gösterirse de gruptan beklediği performansı alamaz. Bir ara sohbet, Müslümanlık konusuna kayar, "abla" grubu kadınlarının müslümanlığına biraz tutuk yaklaşan Abdul'ün şüpheleri, önde oturan teyzenin gürül gürül getirdiği Kelime-i Şehadet ile giderilir. İsimleri ile Kur'an'daki isimler arasındaki karşılaştırmadan en çok, Abdul'ün, adını "Fâtimâ" diye telaffuz ettiği "abla" kârlı çıkar. Hz. Muhammed'in kızı, Arapların söyleyişiyle Fâtimâ, Berberîlerin deyişiyle Fatma ismi, "abla"ya, Fas yolculuğu boyunca, konforunu yaşadığı bir itibar getirir.

Asfalt yolu bırakıp Aid Ben Haddu 6 km. tabelası dibinden çöle saparken "wake up!" diye seslenen Abdul, altındaki 4x4'ün hakkını verir, arkadan gelen feryatları, bilge bir tebessümle izler.

Hoplaya sıçraya, kahkahalarla aldıkları 4-5 km. sonunda arabalardan inip, fotoğraf çekmeye koyulan grubun modeli, aralarında Büyük İskender, Gladyatör, Arabistanlı Lawrance'ın da olduğu pek çok filme platoluk yapmış çöl. Engebeli, minik kuru ot öbekleri dışında görünürde canlı olmayan çöl, sıcak, 25-30 kişilik grupla bile, özgürlükle karışık tuhaf bir melankoli duygusu yaratır biçimde, ıssız!

Uzaktan, değişen ışıkla pek güzel görüntü veren (Avrupalıların, yabancılara taktıkları isimle Barbar'dan gelme) Berberî köyü Aid Ben Haddu da bir plâto; Muhammed'in iguanasıyla, çölde sıcağı yansıttığı söylenen indigo mavisi cellabeli Berberî'nin yılanıyla, 11. yy.dan kalma Aid Ben Haddu Köyü fonu önünde çekilen fotoğraflar tamamlanır, grup, kapısında bir sfenksin durduğu, 1983'te 30 hektar alana kurulmuş CLA Studios'a yollanır.

Hotel Oscar'ın duvarları, ev sahipliği yaptığı ünlülerin fotoğrafları, orada çekilen filmlerin afişleriyle süslü. "Abla"nın çerçeveli bir listeden not ettikleri: ...The Jevel of the Nil (1984-85), Kundun (1996), Cleopatra (1998), Seventh Scroll (1998-99), Asterix ve Obelix (2000), Tepenin Gözleri (2007)... Küçük kız kardeşin, Restaurant Cleopatra önünde, kıyıda köşede fotoğraf çekerken cep telefonuna gelen mesajla, epeydir yitirdikleri memleket bağlantısı kurulur, Hayyam Garipoğlu'nun serbest bırakıldığını öğrenirler.

Quarzazate yolunda, Fransızcası iyi, İngilizcesi kötü Abdul, İngilizcesi iyi, Fransızcası yok gruba, sessiz sinema figürleriyle Quarzazate'nin ne anlama geldiğini açıklamaya çalışır; uzun, yaratıcı Abdul gösterisi sonunda grup neşeyle, "başağrısı olmayan, dertsiz tasasız şehir!" kavramına ulaşır.

Geniş Avrupaî caddelerin kavşağındaki, film makaralı bir figürle süslü havuz önünden geçerek yemeğe, taraçalar halinde düzenlenmiş bir lokantaya (La Kasbah) gidip, tertemiz kerpiç sıva duvarlı, hasır şemsiyeli bölmelerde, güzel desenli seramik kaplı masalarda, sıska bir kedinin de sebeplendiği, -kızgın kül ve kor dolu saksıya oturtulmuş sahan formundaki güveç- tagine'de pişmiş, lezzetli limonlu tavuk yer, 60 dirhem öderler.

Çok sakin öğle güneşi altında, kilimler, şallar sallanan, önleri parıltılı avadanlıkla dolu loş dükkânlara, grubuyla, gözatma niyetiyle giren "abla"nın başını, kaşla göz arası, uzun bir eşarpla yerel tarzda, hızla bağlayan becerikli satıcıdan kapşonlu cellabe'nin, kapşonsuz ve jileye benzeyenine gandora dendiğini öğrenirler.

Bir sonraki durak, 15 dirheme birer bilet alıp girdikleri Sinema Müzesi: Önlerinde hangi filmlerde kullanıldığının belirtildiği birer plaket bulunan, görkemli görüntüsüne karşın, -parmakla tıklatıldığında sunta, kontrplak, kâğıt, tahta, alçı... türünden malzemesi hakkında fikir veren bir ses çıkan- dekor/mekânlar, zindan, senato, hospital ward, prayer ward, throne area... olarak, önlerinde yazılı pek çok filmde kullanılmış. Havuzlu taht salonu, -elbette grubun en iltifat ettiği yerdir- "abla" dahil bir çoğu tahtta poz verir.

Bakımlı, parlak renkli çiçekli bahçede, içinde sular şırıldayan dekor mağara çıkışında, yaklaşanları eliyle koluyla "başını çarpma!" diye uyaran yaşlı adam, Arabistanlı Lawrance, Büyük İskender, Sahara, Babil, Gladyatör, Kingdom of the Heaven... filmleri gereçlerinin sergilendiği salon, Firavunun gözdesinin yatağı, Roma ve Mısır savaş arabaları, kostümler, kırık tabletler, 1800'lerden kalma ekipmanın sergilendiği salon, müzenin diğer bölümleri.

Uzunluğu 2400 km, en yüksek noktası 4167 m. olan -2260 m.yi gördükleri- görkemli Atlas Dağları silsilesinde, adım başı tezgâhlarda gördükleri, banyo eviyesi formuna sokulmuş büyüklükte olanları da dahil, derin deniz kabukluları fosillerinin ne işi olduğu üzerine kafa yoran "abla"nın aklına, James Churchward'ın Kayıp Kıta Mu serisinde geçen "...Dünyanın yükseltisiz karalarla dolu olduğu çok eski jeolojik dönemde dağların denizlerden yükselişi..." ibaresi gelir.

Küçük grup, arada şimşeklerin çaktığı ağır yağmur altında, çıkışlarından 12 saat sonra, gayet mutlu biçimde otele döner, ciddi, gayretli, iyi şoför Abdullah ile vedalaşır.

Yemekten sonra, Ali'nin yeri anlamında Chez Ali'ye giden grup, bir tür eğlence kompleksi ile karşılaşır: Masalar çevresinde, -aralarında, oynamak değil de, hafif hereketlerle ritme ayak uyduran beyaz yerel giysili kadınların olduğu- boy boy darbuka, zil, tef... müzik aletiyle ritm duygusu ağır, hoş bir müzik üreten, bazıları pembe cellabeli sekizer müzisyenden kurulu bir kaç grup dolanıp durmakta. Ortada, çevresindeki seramik basamaklar turistlerce tıklım tıklım doldurulmuş toprak alanda, sırtındaki perdeli tahtırevanda iki çocuğun oturduğu hantal bir deve dolanıp dururken, bayraklı çalgıcı ve dansçılar bir geçit yaparlar. Ardından, ateş yutan, sonra da havaî fişekle gösteri yapan iki adam gelir. Binicilik ustalıklarının sergilendiği akrobasi gösterilerini, yürüyen bir platformda göbek atan dansöz izler. Son olarak da, beyaz yerel giysili 21 savaşçı, bir çeşit devir teslim törenini andırır geçişler ardından, bir kaç kişilik takımlar halinde hızla yol alıp havaya ateş ederler... Gösteri, uçan halı görüntüsü ile Peter Gabriel ve Carmina Burana melodileri eşliğinde, havaî fişekli ANNE, MA SALAMA yazılarıyla yapılan selamla sona erer. Büyük ihtimalle kendileri için çok anlamlı bu gösteri, her ne kadar kendisini -mistik- yanıyla Doğulu da saysa, "abla"ya pek bir şey ifade etmez.

Çalgıcıların ortalarına aldıkları erkeklerin, oynarken, ceketlerinin bir yanını bedenlerine yapıştırmaları figürünü, daha sonra küçük kız kardeşinin çektiği flamenko gösterisi video kaydında -aynen- gören "abla", iki kültürün, birbiri üzerindeki izlerinden birini daha yakalamış olmaktan memnuniyet duyar. Açıklamakta zorlandığı bir diğer etki ise, sucu denen adamların başlarındaki, Tibet ve Peru yerel giysilerinin başlıklarına çok benzeyen çıngıraklı, süslü başlıklar...