27 Ocak 2009 Salı

17 Aralık 2008; Şili Havaalanı’nda ödedikleri ekstra bedel üzerine “abla” dörtlüsü, “kendini sokacakmış gibi duran bagaj” afişinin anlamını çözer.

Kahvaltı sonrası, otobüsle havaalanına giderken, Merlyn Hanım’a teşekkür eden grup, bagajını -yolculuk boyunca ilk kez- x-ray’den geçirmeksizin, kuyruğa girer. “Nasıl olur, hiç kontrol olmaz mı?” derken, yanlarında eğitimli kocaman polis köpekleri ile kalabalık arasında gezinen görevlileri görüp rahatlarlar.

Kuyrukta bakınırken, ekranlarda ve afişlerde gördükleri “akrebe dönüşmüş zehirli kara kuyruğu tarafından sokulmaya hazırlanan tekerlekli bavul”a bir anlam veremezler. Esrar, bankoda, adam başı 23 kg sınırını aşan bavulları için, “abla” dörtlüsünün -kg başına 27 USD- ödediği toplam 150 USD ile açıklığa kavuşur.

Dönüş yolu Güney Amerika’nın Atlantik Okyanusu kıyısı Rio de Janeiro’ya indikleri, Pasifik Okyanusu kıyısı Santiago’dan kalktıkları için 3 saat daha fazla, 13 saat sürse de ardı ardına gösterilen filmler ile oyalanan İngilizce özürlü “abla”yı çok mutlu eden, neredeyse konuşmasız animasyon Wall-E teziyle güçlü, güzel bir film

Türkiye’ye gitmek için aktarma yapacakları Madrid Havaalanı’nda birkaç saat oyalanması gereken grup gün doğumunu izler, gezinir, beğendikleri çatıyı fotoğraflar. Yolculuğun kazanımlarından; birinin uçakta çizdiği, fonunda bir Rapa Nui heykeli ile güzel bir İguaçu kelebeği ve önde harikulade çiçekli karakalem resmi “….dostlukları için…” diyerek armağan ettiği “abla” dörtlüsünün kaynaştığı üç hanımın pek güldüğü, yorgunluktan içtikleri portakal suyunda boğulmamak için olağanüstü çaba harcarlar.

Madrid İstanbul arası dört saat; Buenos Aires’de tezgâhlarda gördükleri, ilk bakışta yumurta çırpıcısını andıran, sordukları oğlanın, ortancanın kafasında dairesel hareketlerle uygulayarak “relax…” türünden sözcüklerle anlattığı, “abla” ile ortancanın ezilir kaygısıyla bavula koyamadıkları aletle birbirlerine yaptıkları masajla geçer. Bir başkasının yaptığı masajın kişinin kendisine yaptığından çok daha etkili olduğunu keşfeden “abla” evine dönerken bu aleti, kızının evinde bırakır. Bir resmini edinmeye niyetlenince damadını arar; tek yaprak tanıtımında Deep Relax Masajeador Capilar y Relajador yazan alet, damadın profesyonel bakış açısıyla, yeteneğiyle iyice güzelleşmiş olarak “abla”ya ulaştırılır.

Dört saatte İspanya’dan gelen “abla” ile küçük kız kardeşin evine ulaşması, Çobançeşme kavşağında devrilen tanker yüzünden, iki saat daha uzar.

24 Ocak 2009 Cumartesi

16 Aralık 2008, gezinin son günü; kahvaltıda kiraz, bağda şarap tadımı, Valparaiso, Vina del Mar’da Fonck Müzesi ve Isla Negra’da Pablo Neruda’nın evi

Kahvaltıda, koca bir kap içinde, Dünyanın lüks meyve ve sebzesini üreten Şili’ye yakışır, erik iriliğinde kiraz! Yemekle kalınmayıp fotoğrafla da saptanan, 16 Aralık kiraz vakası ardından minibüse doluşan grubu yoğun bir gün beklemekte…

Manolya, okaliptüs ağaçları arasında, hafif puslu Curacavi Vadisi’ne yayılmış, narenciye, sebze, meyve bahçeleri arasından yol alır, rehber “Kar yok, yağış bol… meyve yanında badem var… Şam kökenli olduğundan kayısıya damasco diyorlar… büyük çiftlikler ürünlerini uluslar arası konsorsiyumlara satıyor. Şarap İspanyollarla başlamış, zaman içinde suyun yarı fiyatına mal edilince alkolizme yol açmış… Gece gündüz ısı farkının yüksek oluşu üzümün lezzetini artırıyor, daha tatlı oluyor…” derken Casablanca Vadisi’nde Vina Veramonte’ye giren minibüs, yolcusunu, onları gezdirip bilgi verecek hanıma teslim eder: “Vina Veramonte, Şili’li tek sahibi ABD California’da yaşayan, 250.000 metrekaresi ekili, 3.000 hektarlık orta büyüklükte bir kuruluş, bağcılığa ‘92’de başlanmış, ilk ürün ‘96’da alınmış… mart-mayıs arası, sezonda, 380 kişi çalışıyor, üzümler elle toplanıyor. İkisi beyaz sarı, beşi, iddialı olduğumuz kırmızı, yedi tip üzüm elde ediliyor… Fıçılar Fransız, mantar tıpalar Portekiz, cam şişeler Şili malı…” Çok yüksek ve çok geniş salonun balkonundan, pus altında, dayandığı tepelerin belli belirsiz seçildiği bağı fotoğraflayan grup, eskiden kullanılan sıkım, şişeleme, tıpalama gereçleri, tezgâhlar, zengin açacak koleksiyonunun sergilendiği bir başka salondan, üzümün kesildikten sonra, preslenip –eskiden, lezzetinin sırrını borçlu olduğu meşe fıçılar yerine- Fransız çelik tanklarda 15 gün fermantasyon için, sonra da 3 ay şişelenmiş biçimde beklediği mahzeni geçerek dışarı, göz alabildiğince geniş bağa ulaşır. Kütükler çok düzgün, bitki paralel çekilmiş tellerde yukarı doğru büyüyecek şekilde yerleştirilmiş: “Üzüm aradaki boşluklara doğru sorunsuzca olgunlaşıyor. Isı sıfırın altına düştüğünde iki helikopter bağ üzerinde dolaşarak havayı ısıtıyor, şu ana dek bundan iyi bir yöntem bulunamadı… Yılda elde edilen 3 milyon litre şarabın, %80’i Amerika’ya, %15’i Fransa’ya, %5’i iç piyasaya satılıyor. Bir bağ 100 yıl yaşasa da 25 yılda kalitesini yitirir.”

Şarap tadımı ve alımı yapan grup, yeniden yola koyulur, ikinci durak Valparaiso. Rehber, “Casablanca Vadisi 1980’e dek, su problemi yüzünden çöl gibiydi… Pablo Morande, Napa Vadisi’nde şartların aynı olduğunu görünce şarapçılığı başlatıyor… Et üretimi çok sınırlı, Arjantin’den geliyor, burada deniz ürünleri önde… Valle, vadi ve paraiso, cennet sözcüklerinden türemiş Valparaiso, İspanyollar geldiğinde küçük bir balıkçı kasabası… Panama Kanalı açılana dek, Magellan Boğazı’ndan geçecek gemiler burada konaklıyorlar. Bağımsızlık 1810’da, 1813-1913 yıllarında burada çok zengin, bohem bir yaşam sürdürülüyor. Neruda’nın üç evinden biri, La Sebastiana, burada, tepede… Bu dönemde yapılan binalar 2003’te Unesco Dünya Mirası listesine alınmış… Panama Kanalı yüzünden ekonomisi zarara uğramış, bir gerileme devrine girmişler… Günümüzde Santiago’ya daha yakın olması dolayısıyla San Antonio limanı, ülkenin ithalat/ihracatının yapıldığı en büyük liman…” derken, dönerek kıyıya inmekte grubun, Pasifik Okyanusu’nu ilk kez görüp az mavi ve durgun bulanlardan yükselen hayâl kırıklığı üzerine rehber, “Pasifik, 7.000 metre daha derin, Antarktika’dan gelen soğuk su akıntıları yüzünden daha soğuk, yıl ortalaması 14 derece, adı da zaten, pasif, durgun, sakinden geliyor” sözleriyle konuyu kapatır.

Valparaiso ve Vina del Mar limanlarının baktığı körfeze hâkim taraçada fotoğraf molası verilir: Önünden geçtikleri, Pinoche döneminde “kaybedilen” insanların, bulunan ya da bulunmayan bedenlerinin konduğu arı kovanı büyüklüğünde, birbirine bitişik binlerce mezar! Kıyıda bir deniz feneri… Koca bir Atatürk Çiçeği ağacı…

Valparaiso limanına tepeden bakan Denizcilik ve Donanma Müzesi önündeki tezgâhlarda alışveriş yapanlar arasında gezinip minik şapkalı lamasıyla fotoğraf çektirten adam durdurulur, lamanın çevresi, ömründe ilk kez lama görmüş grup tarafından sarılır, yüksek topuklu bir kadının zarif yürüyüşüyle lama, “abla”nın ortanca kız kardeşinin okşamalarına sevgiyle karşılık verip, başını onun boynuna dayayarak birlikte poz verirler. Küçük gruplar halinde -rehberin sürprizi!-, şehir içindeki 30 fünikülerin aktif 13 tanesinden biriyle, “abla”nın bayıldığı çok eski ahşap turnikesinden geçerek, tahta bir kutuyu andıran kabin içinde aşağı inilir.

1855 tarihli Gümrük Binası, Donanma Binası, meydanın ortasındaki 1879’da İspanyolların kılığına girerek onlarla savaşan askerler anıtı fotoğraflanır. Limana bakan, duvarları denizcilik aksesuarlarıyla, eski resimlerle süslü Bote Salvavidas’ta, bildiği balıkların bu dildeki karşılığını bilmeyen grubun daha sonra birbirlerine “…balık çorbasıymış, …kalkanmış…” türünden açıklamalar yaptığı, rehberden aldığı tüyo üzerine “abla”nın, içine ıspanak ve karides konmuş levrek ve porsiyonların büyüklüğü yüzünden bitiremedikleri okyanus salatalı öğle yemeği yenir. Çıkışta, sevecen bir adamın sepetinde sattığı tortilla’dan, orijinalini tadalım diyerek alan “abla” grubu, diğerleriyle minibüse biner, 7 km ötedeki Vina del Mar’a yollanır.

Pasifik Okyanusu ile lüks apartmanlar arasındaki, bol ağaçlı, çiçekli yolu izleyip, rehberin Vina bağ, Mar deniz demek, deniz kıyısındaki bağ gibi bir anlamı var, Vina del Mar’ın…” açıklamaları arasında, turistik açıdan önemli, Santiago’nun yazlığı tatil kasabasının, çiçek saatiyle ünlü meydancığına ulaşır, inerler. 1962’de Dünya Kupası için gelen İsviçrelilerin hediyesi saat, çiçekli bir eğimde, çiçeklerle süslü, tıkır tıkır çalışmakta…

Sırada “abla”yı, Güney Amerika’ya geldiğime değdi! dedirten, Rapa Nui Adası buluntularının sergilendiği Fonck Müzesi var: Tarayıp Daniken kitaplarının üçünde söz edildiğini bulduğu, 1722’de Hollandalıların, bir Paskalya Yortusu’nda keşfedip adını Paskalya koydukları, bir adıyla da Easter Adası, Pasifik’te ve Şili’den 3720 km. uzakta, neredeyse hiç ağaçsız volkanik bir ada…

(İskandinavya Gezisi sırasında gittikleri Norveç’te, "abla"nın, Rapa Nui ile bağlantılı Kon Tiki Müzesi izlenimleri:…Daniken okuru olduğu gençlik günlerinden beri ilgisini çeken Paskalya Adası'ndaki (Easter ya da yerli dilindeki adıyla Rapa Nui), kıyıda, yüzleri denize dönük dev granit başlarla yüz yüze gelmesidir "abla"nın, gurbet elde köylüsüne rastlamış gibi olur! Thor Heyerdahl adlı Norveç'li ve arkadaşları, yapmış oldukları ve Kon Tiki (bu İnka Tanrısı Viracocha'nın bir diğer ismidir) adını verdikleri görünüşte basit salla, 1947'de, Atlantik'i 101 günde geçerler. RA1 ve RA2 isimli iki sal ve daha birçok yolculuk yapılır. Müzede salın yanı sıra, yolculuk rotaları, Paskalya Adası izlenimleri, granit büyük başların üretimiyle ilgili açıklamalar yer alır…)

Sönmüş Rano Raraku volkanındaki taş ocağında az önce paydos edilmişcesine yarım bırakılmış yontular, adanın her yanına dağılmış, bir kısmının yüzleri denize, bir kısmınınki karaya dönük, başlarındaki kırmızı başlıkların pek çoğu yok olmuşsa da bazıları parlak gözlü, iri burunlu, ince dudaklı, her biri tonlarca ağırlıkta 600 heykel ve çevre 1995’te Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Rehber’in 17:00’de Neruda’nın evinde olma zorunluluğuyla kısa zaman ayırdığı için koşarak daldıkları Fonck Müzesi, bahçe içinde küçük güzel bir bina… Ziyaretçiler girişte Aroha Nui! diye karşılanıp odalara dağılırlar. Camekanlarda, Daniken’e göre, bir ara İndus Vadisi uygarlıklarından Mohenjo Daro, daha sonra da Cermenlerin Run yazısı ile paralellikler saptanmış olsa da henüz deşifre edilmemiş yazının bulunduğu taş tablet, Yüce Tanrı’nın İzinde kitabında incelediği Derinkuyu Yeraltı Kenti fotoğrafları arasındaki gibi deforme, konik kafatasları… Arkasından açılıp içi boşaltılarak dikilmiş portakal büyüklüğünde, uzun saçlı kafatasları… Inca taş işçiliğiyle paralellik taşıyan, bir çeşit ustalık gösterisi “harçsız duvar”ın ve Rano Raraku’daki taş yatağının, kayadan kesilip çıkarılmaktayken olduğu gibi bırakılan bloğun fotoğrafı…

Rehber “…demiryolu ulaşımı yetersiz, ulaşım, aerodromo denen küçük havaalanları ya da 20 saat hiç durmaksızın yolculuk eden, açık büfeli, yatar koltuklu otobüslerle sağlanıyor… Şili, 1945’te Gabriela Mistral ile Nobel Edebiyat Ödülü alır, daha sonra Pablo Neruda ile 1971’de bir Nobel daha alır… Soyadını Çek yazar Neruda’dan alan Neruda, Dünyada 45 dile çevrilmiş, Allende’nin uzak akrabası “abla”nın filmini çok beğenerek izlediği Ruhlar Evi’nin yazarı İsabel Allende’nin duygusal, siyasî içerikli romanları 40 dile çevrilmiş… Orhan Pamuk, burada çok okunan bir yazar…” derken grup, Neruda’nın en uzun süre oturduğu evini görmek üzere, Kara Ada anlamına gelse de ada olmayan Isla Negra’ya ulaşır.

Bir panoda gördükleri, üzerinde El Cartero de Neruda yazan, bisikletli postacı illustrasyonu ile anımsadıkları, 1994’te, Michael Radford’un çektiği, Neruda’yı Philippe Noiret’nin oynadığı Il Postino filminin geçtiği evin içinde fotoğraf çekilmesine izin verilmez. Yüzme bilmeyen, dahası denizden ürken şairin, içinde şiirler yazdığı teknesi avluda dururken yatak odasının iki duvarı cam olan, tüm pencereleri denizi gören ev, meydan okurcasına kayalar üzerinden, tepeden Pasifik’e bakar. Ziyaretçiler, sıkı kontrol altında, Roma-Yunan etkisinde dekore edilmiş oturma odasından, Dünyanın her yanında gelmiş nesnelerle –pipolar, Afrika maskları, içinde teknelerin olduğu şişeler, fildişleri, sigara tabakaları, kaşıklar, tabaklar, müzik aletleri, koca bir küre, 16. yy. “meşhur” Pirî Reis haritası, portreler, resimler…- dolu duvar, dolap ve raflarla süslü, üzerinde el yazısının da olduğu çalışma masasının bulunduğu odalardan, P (ile anlamına Y) M yazılı giysi dolapları, makyaj masası, ilginç mobilyaları çok güzel, cam duvarlı yatak odasından, kadın resimleriyle süslü, çiçekli porselen banyodan geçirilerek, dışarı ulaştırılırlar. Önünde bir lokomotifin durduğu ev, koridorlarla birbirine bağlanmış ilginç düzeniyle, bakımlı bahçenin ortasında yer alır. Bahçenin ucunda, irili ufaklı kampanaların ötesinde, deniz kıyısındaki kayalığın berisinde, üzerinde, solda Matilde Urrutia (1912-1985), sağda Pablo Neruda (1904-1973) yazan bir taşın süslediği, içi çiçekli sade bir mezar… Taşın üzerinde, binanın tepesinde, girişinde tekrarlanan -çizimi Neruda’ya ait- birbirini dikey olarak yarıya bölen iki çember ortasındaki balık figürü, “abla”ya şairin, Dünyada, kendini yüzme bilmeyen bir balık gibi (mi?) hissettiğini… düşündürür.

Yol, aralıklarla dizilmiş, “abla”ya Hindistan’dakileri hatırlatan, çiçekli, heykelli minik adak (?) odacıklarını geride bırakarak yarım saatte Santiago’ya varır. Lobide bir sürpriz; Şili Bayrağı yanında, polisimizin bir etkinlik nedeniyle burada olduğunu belirtir koca bir Türk bayrağı!

Amerika Kıtası’ndaki son geceleri: Günlerin yorgunluğuna aldırmayıp, çamur renkli Mapucho Irmağı ötesine Pinto Bellavista’ya giden “abla” dörtlüsü, birahaneler arasında kendilerine uygun bir yeme içme yeri bulamaz; uzun bir yürüyüş yaparak, tam ters yönde Utopia Cafe’de karar kılar, canlı müzik yapılan ışıklı, şenlikli sokakta kendilerine bir masa ayarlayan İngilizce bilmediği için özür dileyen garsona empanadas ve pancake ısmarlarlar.

Otele dönerken rastladıkları, düzgün giysili iki adamdan birinin, daha önce de bir kez tanık oldukları biçimde duvar dibine şakır şakır işemesi, “züppe” buldukları Arjantinli’lerin kendilerine neden “köylü!” dediğini açıklar niteliktedir.

22 Ocak 2009 Perşembe

15 Aralık 2008, “abla”, kız kardeşleri ve teyze ile grubu taşıyan uçak, karlı And Dağları’nı aşar, Şili’nin başkenti Santiago’ya ko

Aralarında, doktorlar, işadamları, kıdemli bankacılar, TV program yapımcısı, pedagog, öğretmen… saygın kişilerin bulunduğu grup, ekstralara giydirilen “kriz farkları” üzerine soruşturmaya başlar ve ilk elde İguaçu’daki Rafain yemekli gösterisinin, kendilerine, diğer turistlere satıldığı fiyatın yaklaşık üç katına pazarlandığını görürler. Bu, acenteye bayram tatili nedeniyle ulaşamadığını iddia eden rehber ile grup arasındaki çekişmenin zirvesidir. İzleyen günlerde, kalınan otelden tur alarak, bağımsız programlar yaparak gezenlere –protesto etkili olur, daha sonra katılımcılara, cüzi de olsa, bir miktar geri ödeme yapılır-, Arjantin’den Türkiye’ye dönecek çift de eklendiğinde grup, sadece, bir ülkeden bir diğerine geçerken bir araya gelir.

15 Aralık sabahı
, Buenos Aires’te pek çok büyük taşıtta gördükleri, her tekerleğin jantına bağlı antenle sürekli hava basıncı kontrolünün yapıldığı otobüse tam kadro binerek, Şili Santiago’ya gitmek üzere, havaalanına yollanırlar. Rehber, gruba -önemini daha sonra anlayacakları-, Şili’lilerin, ambalajsız yiyecek, et ve süt ürünleri konusunda çok titiz olduklarını, ahşap hediyelik vs. için de mutlaka beyanda bulunmamız gerektiğini, sabırla uzun uzun anlatır.

9:10’da havalanan uçak, “abla”ya, ‘70’li yıllarda gördüğü, yaşanmış bir olayı anlatan, düşen uçaktan sağ çıkıp, hayatta kalmak için ölenleri yeme/yememe kararı vermeleri ve uygulamaları üzerine çok sert filmi hatırlatan, küçük kız kardeşin hayranlıkla fotoğrafladığı karlı And Dağları üzerinden geçerek Şili’nin başkenti Santiago’ya konar.

X-Ray’den geçen “abla”nın bavulu açtırılır, içindeki bir kavanoz –kapalı- karamelli, sütlü tatlı ile çantasındaki –beyan ettiği- ahşap hediyelik, güler yüzlü bir gümrük görevlisince kontrol edilir. Grubun tümü, rehberin bir keresinde bir elma için ceza ödedim dediği “özen”den nasibini alır. Ardından, didiklenme travmasını atlatırlar ve saatlerini 1 saat daha geri alırlar.

Yerel rehber Merlyn Hanım’la tanışan grup, serin ve kapalı havada otobüse yerleşip kente yollanır. Rehberin anlattıkları; “1 USD, 600 peso, asgari ücret 300 USD… Rakım 500 m., iklim kara iklimi özellikleri gösteriyor, Şili nüfusu 15 milyon, 6 milyonu Santiago ve çevresinde oturuyor, yüzölçümü 748 bin kilometrekare, Türkiye gibi… Kuzeydeki Atacama Çölü Dünyanın gerçek anlamda kuru tek çölü… Güneyde fiyordlar var. Yerleşim ülkenin orta kesiminde… Tarım önemli, Santiago’nun kuzey ve güneyinde tarım alanları, İsviçre gibi çok yeşil, modern, turistik kasabalar var… Patagonya “büyük ayaklılar ülkesi” demek, İspanyollara bu ismi takıyorlar… En güney Ateş Toprakları… Şili adı İspanyolların verdiği Chilipepper’dan geliyor, uzun ince şekli nedeniyle… İspanyollar geldiğinde deri ve mum üretimi var, yoksullar, sonraları nitrat, demir, bakır, altın yanı sıra ormancılık, birinci kalite meyve, sebze, koyun, yengeç bacağı türünden deniz ürünleri hatta bilgisayar programcılığı ihraç eder olmuşlar. Gümrükteki titizliklerinin temelinde bu var… And Dağları’nın Şili’deki en yüksek tepesi 6000 metre, ülkenin kuzeyden güneye uzunluğu 6000 km.”

Şehir turunda ilk durak, Başkanlık Sarayı olmadan önceki işleviyle anılan, 1780’lerde bozuk paranın basıldığı yer, darphane anlamında La Casa Moneda; “abla”nın evde hüzünle yaşanan anılarında, içinde, solcu, idealist başkan Salvador Allende ile, top ateşine tutulan bina! Allende, 1971’de başa gelir, ilk işlerinden biri Amerika denetimindeki madenleri kamulaştırmak olur. 1974’te Pinoche başkanlığındaki Cunta, içinde Devlet Başkanı ile Başkanlık Sarayı’nı, -Merlyn Hanım’ın demesine göre- 20 dakika süreyle, -eliyle göstererek- sol taraftan top ateşine tutar, -yine Merlyn Hanım’ın, Şili’de kimsenin inanmadığını söylediği- Allende’nin baskın sırasındaki intiharından sonra Pinoche burayı kullanmaz. 16 yıl iktidarda kalan diktatör Pinoche, aklî dengesi yerinde değil denilerek hiçbir zaman yargılanmadı, Aralık 2006’da 91 yaşında öldü.

Allende’nin heykelinin de bulunduğu, büyük, güzel binalarla, Postane, Tarih Müzesi, Belediye Sarayı, Başkanlık Sarayı ile çevrili, bir köşesinde bez afişlerle etkinlik gösteren bir grubun imza topladığı hareketli meydan Plaza de Armas’ın diğer kenarında, Marco Polo’da bol taze sebze yiyerek, günlerdir yenen bol baharatlı etin yıkımını onarma çabaları, bedenlerce memnuniyetle karşılanır. Tura devam etmek üzere toplanma zamanına kadar, “abla”nın küçük kız kardeşi fotoğraf çekerken, yanlarına yaklaşan ufak tefek göbekli bir adam, makineyi işaret ederek, “kapıp kaçma” beden diliyle, tehlikeye karşı onları uyarır.

Santiago’yu tepeden görme niyetiyle San Cristobal Tepesi’ne tırmanan yola sardıklarında rehberin anlattıkları “İspanyol olup burada doğanlara criollo diyorlar, İspanyolcayı köylü şivesiyle konuşuyorlar… Gelir dağılımı Brezilya’daki gibi, farkı, çok fakirlerin de okul, hastane gibi olanaklara sahip olmaları… Daha yoksul Bolivya, Peru, Ekvador’dan gelenler burada hizmetçi olarak çalışıyorlar. Oldukça tutucular, 2004’e kadar boşanmak, kürtaj halâ yasakken, Cumhurbaşkanları, bekâr, bir kız çocuk annesi Michele Bachelet; nasıl seçilebilmiş?, babası Pinoche döneminde işkence altında ölmüş… halk için çok iyi işler yapıyor, tutuyorlar…”

Kirli, puslu havada, kentte belli belirsiz seçilen –gruptaki inşaatçıları görüş ayrılığına düşüren- çelik konstrüksiyon, Merlyn Hanım’a göre, bitirildiğinde 70 katla, Güney Amerika’nın en yüksek binası olacakmış. Teleferik, havuzlar, Japon Bahçesi vs. ile geniş bir alanı kaplayan parktan geçerek balkonları botanik bahçelerini aratmayan apartmanların arasından Apoquindo Caddesi’ndeki Atatürk Anıtı’na ulaşan grup otobüsten iner. Ankara, Kavaklıdere’deki Şili Meydanı ve okuluyla karşılık verilen, ortasında şıkır şıkır bir fıskiyenin kristal damlalar saçtığı, bakımlı, çiçekli bahçenin önünde, granit blok üzerinde bir Atatürk rölyefi. Plakette ise “Mustafa Kemal Atatürk, eşsiz kurucu, vatanının sadık hizmetkârı, inancını kendi halkıyla paylaşmıştır, onun kendisini halkına nasıl adadığını, biz de bu anıtı buraya koyarak gösteriyoruz…” şeklinde çevrilen bir ithaf!

Rehber, Şili bayrağındaki kırmızının şehit kanını, beyazın buzulları, mavi zemindeki yıldızın da inanılmaz güzellikteki yıldızlı Şili göklerini simgelediğini anlatırken, Alman Çeşmesi yanından, İtalyan Alanı’ndan geçerek otele varan grup oda dağılımı yapılırken, “abla”nın, vitrinlerdeki mavi taşlı mücevherlere bakarak vardığı sonuç, -Afganistan dışında- Güney Amerika’da Şili, lapis lazulinin vatanı… Odalarına eşyalarını bırakıp keşfe çıkan dörtlü, dönüşte, hoş geldiniz! kokteylinin adını öğrenmek ister; barmen Florindo, büyük zarafetle bundan fazlasını yapar, –sonradan rehberin tercüme ettiği- Pisco Sour tarifini “abla”nın küçük defterine yazar: yarım limon suyu, iki kaşık toz şeker, bir yumurta akı, beyaz şarap ve buz, blender’da çırpılacak…

Aralarında, bildiğimiz yemeklerle El Mezon del Sultan isimli Türk Lokantası‘nın da bulunduğu, kaldırımlara yayılmış –daha çok- birahaneleriyle Bohem semt Bellavista’da küçük bir tur atıp Los Adobes de Argomeda’ya giden grup, pisco sour ikramı ardından avokadolu karides, somon, meyve kokteylli dondurma, kendi ürünleri nefis beyaz şarap ve kahveden oluşan yemeklerini yerken, kırmalı kabarık elbiseli dansçılara, def, akordeon, iki boy gitar, flüt ile eşlik eden hasır şapkalı, pançolu müzisyenlerin –And Dağları- melodilerini, Brezilya ve Arjantin folklöründen farklı bulan “abla” için gecenin sürprizi, Şili’den 3500 km. uzakta, Pasifik Okyanusu’nda yer alan, Easter ya da Paskalya, yerli dilindeki adıyla Rapa Nui yerlilerinin, çıplak ayak, saz etek yaptıkları danslar!

İlk olarak, anne babasının kitaplığında Norveçli denizci Thor Heyerdahl’ın salla yaptığı okyanus yolculuğunu anlatan (“abla”nın daha sonra İskandinavya gezisi sırasında karşılaşacağı) Kon-Tiki isimli kitapta, daha sonra, E. von Daniken’in, Yıldızlara Dönüş, Tanrıların Şoku ve Yüce Tanrı’nın İzinde kitaplarında adına rastladığı, bir kısmının yüzleri denize dönükken, bir kısmının sırtı dönük, kırmızı şapkalı, parlak gözlü yaklaşık 600 adet, tonlarca ağırlıktaki heykelle, esrarengiz volkanik Rapa Nui Adası yerlileri, çok da hareketli, güzelim müzik eşliğinde sahnede dans etmekte!

20 Ocak 2009 Salı

14 Aralık 2008, Buenos Aires’de hareketli bir gün geçiren “abla” ve kız kardeşleri, “metro’yu keşfedelim” derken kapkaça uğrarlar!

Gece yağan yağmurdan ıslak bir sabaha uyanan dörtlü, ekstra “at çiftliği gezisi” yerine Buenos Aires’te dolaşmayı, eksikleri gidermeyi seçer. İyi de eder…

Yürüyerek otelden çıkar, ülkemiz ölçülerinde rahatça yolun boyu sayılabilecek genişliğini aşıp karşı yakaya ulaştıklarında dikkatlerini çeken, bir takım “anlamlı hurdalar”a rastlarlar: Bir ejderha, pilotuyla birlikte bir küçük uçak, bir araba, bir helikopter, koca bir timsah… bir kaçını fotoğraflarken –sağda solda yine hurda görünümü yüzünden ciddiye almadıkları bazı tabelaların da yardımıyla- anlarlar ki, burası, tüm yanıltıcı görünüşüne karşın hurdalık değil; bu tarz çalışmalar yapan bir atölyenin -biraz bakımsız- bahçesi.

İlk durak Recoleta! Yan yana, ardında çoğunlukla yaşlı bir ustanın çalışmakta olduğu küçük tezgâhlarda, ürettiklerini sattıkları ve “abla”nın bir tezgâhta üretilip satılanın bir ikinci tezgâhta tekrarlandığını görmediği, bir çeşit el sanatları fuarı! Su kabağından kendi yaptığı mate kapları hakkında bilgi verirken, mate çayını süzen metal pipete, bombilla yazılıp, bombişa dendiğini anlatan sanatçı gibi her çalışma özgün; deri çanta yapan tezgâhların tarzları ne kadar birbirinden farklı ise, akordeon esprisinde CD’lik yapan, metalden yarı heykel, yarı kullanıma yönelik gözlük çerçeveleri, sütyenler vs. üreten, saatlere gerçeküstü biçimler veren, kumaş şeritler kesip içine boncuk koyup düğümleyerek aksesuar üreten kız, ailece diktikleri keten gömlekleri satarken “İstanbul’dan…” sözünü duyunca hemşerisi gibi davranan Arap kökenli yaşlı adam, yerli motiflerini, bir çeşit kâğıt işçiliğiyle renklendirip sıvayarak ürettikleriyle bir genç kadın, metro biletlerini katlayıp kıvırarak, yapıştırarak yıldız, kalemlik gibi yeni formlar üreten bir diğeri… her biri tek!

Cumartesi ve Pazar günleri açık Recoleta Açık Pazarı’na, “abla”ya kalsa, değil iki gün, bir hafta yetmez! Günün programında bir de -sadece Pazarları açık- San Telmo Antikacılar Pazarı var. Birbirini kesen Defensa ve Plaza Dorrego Caddeleri’nde hem dükkânlarda, hem cadde ortasındaki, meydandaki tezgâhlarda yok, yok! Tenteli bir arabadan şerbete bulanıp kavrulmuş fıstık alıp yiyerek pazarın diğer ucuna yürüyen dörtlü Felices Fiestas yazılarıyla süslü, cehennem sıcağına hiç uymayan, Christmas neşesi dışarılara taşmış bir kiliseye girerler; San Pedro Gonzales Telmo. Teyze İngilizce broşür aranır bulamaz, -İngilizce bilmeyen- rahibe, teyzenin ne istediğini anlamaz. Kilise karşısına -enstrümanlarına bakılırsa- bir klâsik müzik topluluğu konuşlanırken, Caddelerin kesişme noktasında sıcaktan korunmak için sığındıkları koca şemsiye altında, “abla”ya “Arjantin, yaşlı ustalar ülkesi” dedirten bir manzara; çok yaşlı bir gitar ustası çalar, onunla akran bir bey ve hanım –gayet şık!- tango yaparken, bey izleyicilerden isteklilere de eşlik eder. Bir sonraki hedefe gidecek gücü toplamak üzere, rehberin Güney Amerika’da cafe zinciri olduğunu söylediği Havanna’ya giren dörtlü, kahve içip soluklanır.

Cadde üzerindeki otobüs durağından geçip La Boca’ya giden 152 Numaralı otobüse binerler; sahanlıktaki direğe bağlı, üstten para atılan kutunun altından para üstü ve biletlerini alır, boş otobüse gönüllerince yayılırlar. Radyodan maç dinleyen şoför, genç bir adam, sol yanındaki pencere koyu mavi, saçaklı kadife perdeyle, dikiz aynası çevresi ise irili ufaklı, kenarları fisto şeklinde kesilerek süslenmiş 5-6 adet aynayla süslü. Son durakta iner, deniz kıyısına paralel tezgâhlara bakınarak ilerler, bir internet cafe bulurlar ve Arjantin’e ineli beri –gruptan bazıları uzun konuşmalar yapabilirken- çalışmayan cep telefonları yüzünden kaygılı teyze kızını arar ve koordinatlarla beraber, “iyiyiz” mesajı verir.

Şehir merkezine yine otobüsle dönmeye niyetlenen grup bozuk para sıkıntısı çekerken ortaya çıkan -bir gün önce Caminito’da, elinde broşürlerle dolaştığını gördükleri- kırmızı pelerinli, sürücü gözlüklü, antenli, dil dâhil tüm engelleri aşmış adam, sorunlarını anladığı dörtlüye yanaşır, ellerine sağdan soldan denkleştirdiği bozuk paraları sayar, bütün parayı daha sonra alır, duraktaki adama onları emanet edip ayrılır. Bu ve benzeri pek çok olayı gözleyen ve sonunda, dil bilen kardeşlerle, teyzeyle eşitlenen “İngilizce özürlü abla”nın vardığı, ortancanın altını çizdiği saptama şudur; son derece yardımsever, sıcakkanlı bu insanlarla Türkçe+beden dili formülüyle anlaşmak çok daha kolay!

1. Cunta İstasyonu’ndan metroya inip, mavi A hattıyla Cafe Tortoni’ye gitme planıyla, 25 Mayıs Meydanı’nda inen dörtlüyü bir sürpriz beklemekte; A hattı, meydana açılan tüm caddelerle birlikte kapalı! Bir yanında gösteri yapan küçük bir grup, diğer yanında Kanada Havayolları için reklam filmi çeken bir başka grubun yanından geçerek bir sonraki metro girişine ulaşan “abla” grubu, bilet gişesindeki görevlinin, “B hattı, üçüncü durak, bilmemnere istasyonunda inin” talimatıyla yola koyulurlar. O ne? İlk durak, bilmemnere istasyonu! “Abla”nın başını çektiği panikle kardeşler inerlerse de kapılar kapanır, şaşkın bakışları arasında teyze, yola devam eder. Bir sonraki durakta ineceğini varsaydıkları teyzeye ulaşmak üzere bindikleri kompartımanın kapısını tıkayan şişman kadın -sevgili bir arkadaşlarının deyimiyle domuz topu- inişi engeller; itiş kakış bir inerler ki, bel çantalarının tüm fermuarları ardına dek açık! “Abla” ve kız kardeşleri, ilk travma etkisini atlatıp hasar tespiti yapar; ortancanın kimlik, banka kartları, parası alınmış, küçük kız kardeşin pasaportu ve fotoğraf makinesi yerinde… İlk hedef teyzeyle buluşmak ise de –artık- paraları olmadığından, bunu, yer üstüne çıkmaksızın yapmaları gerek. Bu kez de, bindikleri ilk kompartımanın kapıları, yön duygularını alt üst edecek biçimde karşı taraftan açılır. Kapkaç travmasıyla birleşen yabancılık yüzünden tavan yapan güvensizlikle, karşıya da geçemeyen kardeşler, baş durağa dönüp, üçüncü istasyonda inerek bakınırlar, teyzeyi göremeyince Cafe Tortoni’ye gitmiş olabileceğini düşünerek yukarı çıkıp yola düşerler. Uzun bir yürüyüş sonrası, kafası analitik çalışan ortanca, ortalığın giderek tenhalaşmakta oluşunu, çevrenin merkeze değil ters yönde yürüdüklerini belirtir değişikliklerini algılayarak uyardığı “abla” ile küçük kız kardeşi geri dönmeye ikna eder. Bereket, yürüyerek şehir turu yapmayı seven kız kardeşler, yaklaşık üç saat sonra, alacakaranlıkta Cafe Tortoni’ye ulaşırlar, teyzeye bakarlar, bulamayıp otele yönelirler. İkisi bindikleri taksiyi kapıda oyalayıp, lobide para bozdurup borçlarını öderken; kardeşlerini, “Avrupa’da uzun yıllar yaşamış, yabancı dil bilir, meraklanmayın…” diyerek yatıştırmaya çalışan “abla” içinden dualar ederek, yeğenlerinden çok daha soğukkanlı davranıp, önce Cafe’ye uğrayan, bulamayınca otele dönen teyzenin kapısını çalar; onu odada bulup olanı anlatır. Türkiye’de saat, sabaha karşı 3:30 suları; bankalardan birinde “bir insan”la konuşup, ortancanın banka kartlarını iptal ederler.

Aklın, dikkatin, ustalıkla el çabukluğuyla nasıl devre dışı bırakılabildiğini, yön duygusunun, çok basit biçimde, kapı yönü değişince –bile- nasıl alt üst olabildiğini, verilerin, algılama biçimlerine göre nasıl sayısız biçimde çarpıtılabildiğini, haritayı tutma biçimine göre koordinatların nasıl şaşabildiğini, çok güvenilen aklın, yol göstereceğine, aniden nasıl “tuzaklar kurar” hâle gelebildiğini, düşünce formülündeki “eksi”nin sonucu nasıl “olumsuz” etkileyebildiğini gördükleri; rehberden dört başı mâmur metro (ekstra) programı alsalar, zaten çalınan miktarı bulacak, birkaç saatlik çarpıcı deneyim sonunda, acıktıklarını farkedip 22:30’da ânî bir kararlılıkla, yeniden Cafe Tortoni’ye yollanırlar.

Sokak dondurmacısı Tortoni, Fransız Devrimi’nden sonra Paris’te bir dükkân açar, ünlü olur. 1858’de Buenos Aires’te açtığı, uzun, derin, çekmekatlı cafe’nin, dip tarafındaki küçük odalardan birinden melodisi taşan tango gösterisi izlenirken, beri yanda, fotoğraflarla dolu duvarlar, eskiliğini, özgünlüğünü korumuş mobilyalar ziyaretçileri ağırlar. “Abla” grubunun yanındaki masada üç mumya, ayakta Carlos Gardel, oturur durumda Jorge Luis Borges ve Alfonsina Storni; yanlarında fotoğraf çektiren, günün akla zarar macerasıyla yorgun, bitkin kardeşler ve teyzeden çok daha canlı, çok daha hayatta görünmekte!


Uzun gün sonunda, dükkânla akran görünen çok yaşlı bir garsonun servis yaptığı “abla” grubu karınlarını doyurur, otele dönmek üzere çıkışa yönelirler. İçinde, aralarında Mario Vargas Llosa, Susan Sontag, Susan Sarandon, Martha Argerich, Hillary Rodham Clinton, F. F. Coppola, İspanya Kralı Juan Carlos, Robert Duvall gibi “abla”nın tanıdığı/tanımadığı pek çok ünlünün, mekânda fotoğraflarının, imzalarının sergilendiği camlı büyük bir dolap, yollarını keser.

17 Ocak 2009 Cumartesi

13 Aralık 2008, Plata Nehri Delta/Tigre gezisi’nde “abla”, kız kardeşleri ve teyze ilginç bir yaşam biçimine tanık olurlar.

“Abla”, otel lobisindeki vitrinde, altında Rhodochrosite, Rosa del Inca, Inca Rose yazılı pembe renkli güzel mücevherleri incelerken gelen rehber, o günün doğum günü olduğunu bilen -elene döküle bir minibüsü bile doldurmayacak sayıdaki- katılımcılar tarafından, sarılıp öpülerek, nice yaşlara dilekleriyle kutlanır. Minibüs, yolcusunu alır 130 km. ötedeki Delta Tigre’ye doğru yola çıkar.

Tango yaptığını, dansı erkeğin yönettiğini, kadını itip kakarak yönlendirdiğini, tangonun aslında maço bir dans olduğunu söyleyen rehberin Delta Tigre’ye ilişkin anlattıkları; “İspanyollar, Boca’dan giriş yapıyorlar… sarı humma salgınına neden olmuşlar… gördükleri tüm çizgili/benekli hayvanları, kaplan sanıp Delta’ya Tigre adını vermişler… 1800’lerde buraya yazlıklar yapılıyor… Şimdilerde deniz için Uruguay Punto del Este’ye gidiyorlar. İspanyolca konuşulan Arjantin, kuzeyden güneye 3500 km.... kuzey daha yeşil, sıcak, güney, dağlık kısmında kış sporlarının yapıldığı, at çiftliklerinin, daha güneye indikçe penguenlerin, buzulların olduğu bölge, Uppsala Buzulu en büyüğü, Dünyanın sonu dedikleri Punto Arenas’ın 2000 km sonrası Antarktika… Şili ve Arjantin Patagonya’sı birbirinden ayrı.”

İskelede tekne beklerken, bir adamın, uyumakta olan koca bir sokak köpeğini dürtüp uyandırarak sevmesini, onunla neredeyse boğuşarak oynamasını gözleyen “abla” bunun, Güney Amerika’da, gezdikleri diğer yerlerde de yaygın bir görüntü olduğunu, sevgiyle not eder.

Turistlerin doldurduğu tekne, çamurlu suda ilerlerken, rehberin tercümesiyle Kaptan Marcello’nun gösterip anlattıkları; “Nehrin taşıdığı alüvyon zaman içinde adacıklar oluşturmuş, sonra yerleşim başlamış, sağda, başlangıçta otel, daha sonra kültür merkezi olan binalar…” Zenginler Punto del Este’ye kayınca, burası orta direk sayfiyesi olmuş. Adacıklarda, sazlıklar arasında, bir kısmı su kıyısında büyük ağaçlarla süslü bahçelerde müstakil, -ortalama 50 bin USD fiyatlı- güzel evler, her biri önünde, -bazılarında kızağa alınmış- teknelerin durduğu -mutlaka köpekli- iskeleler, suda, süslü kanolar… sağlık hizmeti yüzer hastaneyle götürülüyor, ambulans, taksi, tekne biçiminde… tüp gaz, patates, soğan, kömür, su, meşrubat yüklü market katamaran, evlerin, ihtiyaçlarını bayrak çekerek belirtikleri, iskelelere yanaşıyor… bazı adalar batma riskine karşı betonla güçlendirme yapmış… bungalovların, okulların, kiliselerin bulunduğu adacıklar arasında, camdan bir koca kutu içinde korumaya alınmış Domingo F. Sarmiento’nun evi, kazıklar üzerinde bir benzinci, restoran, cafe…

4-5 yolcuyu 57 no.lu Alcazar isimli iskelede bırakan tekne, ince kumlu, oldukça kalabalık plajı, sağlam görünen yarı batık bir nehir gemisini, bir bungee jumping kulesini geride bırakır, iskeleye yanaşır.

Azizlerden birinin adını taşıyan San Isidro’ya giderken rehberin, “El Turco” lâkaplı Carlos Menem ile ilgili anlattıkları; “Aslında Suriyeli bir Müslüman, Arjantin Cumhurbaşkanı olmak için din değiştirip Katolik olmuş, daha sonra biri Sicilya Palermo’da, diğeri burada iki cami yaptırıp Müslümanların gönlünü almaya çalışmış… Çini, Araplarla gelmiş adı da renkli taş anlamına Azuleo

Taraçalardan görünümü fotoğraflayan mini grup, önce Juan ve Florentina’dan Arjantin Millî Marşı, ardından İstiklâl Marşı eşliğinde yola koyulur; rehber “Şehir planlamada, İ.Ö 3.yüzyıl, Hippodamos’un ızgara planı kullanılmış, cadde aralarına 100 metre boşluklar konmuş, 3-5 km uzunluğunda caddeler var, numara bu durumda çok önemli… Otoyolların bazıları kişilere ait… River Plata ve Boca Jr. isimli iki futbol takımları var.” derken, bir yanı Medrese, öte yanı saat kulesi benzeri Arap etkisi taşıyan minareleriyle, -küçük kız kardeşin “Takiyye Camii” dediği- çok geniş bir alana yayılmış modern cami, ancak bir cephesiyle, Fahd Koleji kapısından fotoğraflanır. Grubun en yaşlı üyelerinden bir beyin, “cami sözcüğünün dört büyük meleğin adının baş harflerinden geldiği” iddiasıyla, rehberin, sözcüğün temelinin cem yani toplanma köküne dayandığı fikrinde mutabakat sağlanamadan, yeniden yola koyulan minibüsten, Florida Caddesi başında inen “abla” küçük grubunun, günün kalanıyla ilgili planı La Boca’ya gitmek!

Trafiğe kapalı, Noel süslü şık, marka satan dükkânlarıyla uzun caddeyi, bakına bakına, bir yerde bir kavanoz Dulce du Leche (Arjantinli’lerin, çok sevdikleri krem karamel yanında servis ettiği, evde, iki bisküvi arasına sürülerek yenen karamelli sütlü tatlı) alışverişi, bir yerde de metalik gümüş boyalı -bir çeşit- Meryem’li fotoğraf molasıyla bitiren dörtlü, ulaştıkları 25 Mayıs Meydanı’ndan bir taksiye binerek, La Boca‘ya giderler.

İndikleri yer, önündeki platformda genç bir çiftin tango yaptığı Cafe La Ribera… Güzel gösteri ardından bir de birlikte fotoğraf çektirip, farklı tarzlarda yaptıkları resimlerini satan ressamlar, takı, giysi, hediyelik eşya tezgâhları arasından, Maradona, Carlos Gardel, Eva Peron, çamaşır yıkayan kadın, fahişe… maket/heykellerinin durduğu balkon, merdiven altı ve köşe başlarını geçerek Caminito Teneke Mahallesi’nde yaptıkları gezintiden sonra, kendilerine “tango+yemek=10 USD” yazılı bir kart veren, -tek kelime İngilizce bilmeden- “Maradona, Boca Jr…” diyerek sohbet açan, sonunda da trafikte, yan arabadaki başı dışarıda köpekle ilgilenen “abla” grubuna, çıkarıp kendi köpeğinin resmini göstererek, içinde bulunulan şartlar altında bundan daha iyisi imkânsız! sıkı ahbaplık eden şoförden ayrılır, San Martin Alanı’ndan yürüyerek otele dönerler.

Akşam yemeği, en eski Tango evlerinden olduğu söylenen, duvarları eski resimlerle bezeli, büyük olasılıkla eski hâlini, bir şarap mahzenini andıran çok hoş La Ventana’da… Yemeğe giderken rehberin tango hakkında söyledikleri; “Başlarda sadece erkeklerin yaptığı (“abla”nın, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda izlediği ve sadece erkeklerin birbirleriyle dansetmesine şaştığı ve daha da şaşarak çok erotik bulduğu gösteri, anıları arasındaki yerini korumakta) tango, Carlos Gardel ile saygınlık kazanmış, Astor Piazzola ile modernize olmuş… 1940’larda altın çağını yaşamış, 60’larda saç çekme türünden şiddet içerirken şimdilerde technotango’ya dönüşmekte…”

Tangonun söylendiği, en zarifinin yapıldığı, arada El Condor Pasa’nın bulunduğu yerel müzikle zenginleşen yemek sırasında, “abla”nın ortanca kız kardeşinin, 24 yaşındaki yerel rehbere yönelttiği “Lâtin erkekleri söylendiği kadar romantik mi?” sorusunu, Florentina gülümseyerek “başlı başına bir konu, gençler arasında pek çoğu eşcinsel… Romantiktirler ama seksüel açıdan Türk erkekleri daha iyidir, bana söylenen... Arjantin erkekleri, nazik, entelektüel ve çok çekici… evlenene kadar, sonra maço! Alt eğitim düzeyi çok iyi sevgili ama evlenmek için daha eğitimlisi seçiliyor. O zaman bir sevgili ruhu okşarken eş…” diyerek yanıtlarken, ortancanın “nasıl, iki eşlilik mi?” sorusuna da “biz o kadar iyi Katolik değiliz” deyip, sözlerini “seks için diğer ülkelerden, ülkenize gelen kadınlar var, erkeklerinizin kıymetini bilin, Türk kadınları seks için yurtdışına çıkmaz!” diyerek “abla”yı afallatan, sevimli bakış açısıyla yemeği soğuyana dek konuşan Florentina, gece sonunda meslektaşı için bir minik pasta getirtir, grup, etiketi yırtmaçtan sıyrılmış güzel bir çift bacakla süslü şarapla doldurdukları kadehlerini kaldırıp, rehberin yeni yaşını kutlarlar.

16 Ocak 2009 Cuma

12 Aralık 2008, “abla”, kız kardeşleri ve teyze için, Arjantin başkenti Buenos Aires’te ilk gün.

Iguaçu’daki termal otelden, diğer öğünlerdeki gibi, hafif, lezzetli, bol tropik meyveli bir kahvaltı yaptıktan sonra gözleri arkada kalarak ayrılan “abla” küçük grubunu taşıyan otobüs, onları Buenos Aires’e götürecek uçağa binecekleri havaalanına ulaştırmak üzere, yarısı Arjantin bayrağı, diğer yarısı Brezilya bayrağı renklerine boyalı köprüden geçerek, şelalenin Arjantin tarafındaki Puerto İguazu’ya yollanır. Kasabada, sokakta lastik yakarak bir şeyleri protesto eden gençleri geride bırakırlar; rehberin bir gün önce düzenleyip “Tres Fronteras’ı da kapsayacağını…” söylediği Paraguay turunda -her nasılsa- gidilmeyip, bunun için 55’er USD veren gruba kötü bir şaka yapar gibi, rehberin kıyamadığı diğer katılımcılarla tam kadro, Parana Nehri üzerindeki üç ülke sınırı Tres Fronteras’a ulaşır.

Bolivya, Brezilya, Arjantin, Paraguay, ve Uruguay’dan geçen, 100 kg’ya kadar tatlı su balıklarının avlandığı Parana Nehri’nin İguazu Nehri’yle birleştiği noktaya Arjantin tarafından bakanlar için, üzerinde bayrağının rengi boyalı bir dikilitaşla işaretlenmiş Paraguay solda, kendi bayrağının renkleri boyalı bir diğer dikilitaşla Brezilya sağda… Yanı başındaki haşmetli benjamin ağacıyla üç ülkenin bayrakları altında yerel rehberin çektiği fotoğraflardan sonra grup otobüse doluşur, havaalanında ayrılacakları Joao’ya bir ağızdan bağrışarak “obrigado!” diyerek teşekkür eder.

Havaalanında, iletişim konulu bir proje kapsamında görünen enstalasyon önünde, sütunda, kanadında 88 yazan kırmızı siyah beyaz çizgili muhteşem bir kelebek!

13:15’te havalanan uçak iki saat sonra Buenos Aires’e konar, çıkışta onları yerel rehber Florencia, nam-ı diğer Çiçek Hanım karşılar. Otobüs -şehir turunu da içeren- yola koyulur koyulmaz karşılarına çıkan Gümüş(lü) Nehir anlamına Rio de la Plata, adının yarattığı hayâlden çok uzak, gürül gürül akan çamurlu sudan ibaret! Kent içinde ilerlerken, rehber “Arjantin 44 milyon nüfuslu, Buenos Aires 10 milyon, yüzölçümü 3 milyon kilometrekare… 1800’lerin başında ağırlıklı olarak İtalya’dan göç almış… Bağımsızlık 1816’da... bizdeki Abdi İpekçi Caddesi ayarı Alvear Caddesi’nde 3 oda 1 salon 5-6 bin peso…” derken, İspanyollardan kurtuluşun 100. yıldönümü anıtı, Türkiye Büyükelçiliği’nin de bulunduğu, elçiliklerin yeşil, güzel, geniş bahçelerdeki binalarıyla, kentin kuzeyine düşen zengin semt Palermo, hem çocuklarla oynarken, hem de at üzerinde heykelleriyle, Florencia’nın “bizim için Atatürk gibi” dediği San Martin Anıtı, 1952’de 33 yaşında kanserden ölen Eva Peron’un, yaşadığı yere yapılan heykeli önünden ve Recoleta Bölgesi’nden geçerek yüksek duvarlarla çevrili Recoleta Mezarlığı’na varırlar.

İçinde Cumhurbaşkanları, ünlüler, zenginlerin gömülü olduğu sokaklar boyunca, kapıları sıkıca kapalı, bazıları perdeli, içerde çiçeklerle süslü bir yükseltide kutuların durduğu küçük mezar evlerinden oluşan koca bir mahalle… Genç ölümü yüzünden babasının çok acı çekerek “kızıma” başlıklı bir şiir yazdığı, kızın köpekli bir heykelinin de bulunduğu mezar ev önünden geçerken rehberin dedikleri; “mezarlıklar milyon dolarlara alıcı bulabiliyor, ölmeden önce sipariş verilip… Katolik geleneğinde tabutta defin yapılır, ceset bu durumda daha geç bozuluyor, çürümeden çok sonra, tamamen ufalanınca kalanı yakarak bir kutuya koyuyorlar, amaç yer kazanmak… okulları ücretsiz yapan Sarmiento Masondu” duvardaki plaketi göstererek “Merkür ve Mason sembolleri…, Eva Peron, ablasının aile mezarlığında yatıyor, ölümünden sonra mumyalanmış, daha sonra, 1974’te 3. kez evlenen kocası tarafından defnedilmiş, her zaman taze çiçek bulunan tek mezar…” Önünde yine bir genç kızın, bir çeşit felç geçirdiğinde öldüğü sanılıp diri diri gömülen Rufina Cambaseres’in heykeli bulunan mezar evi önünden geçerek otobüse yönelen gruba, rehberin Eva Peron hakkında anlattıkları; “Biri metres iki eşli olunan zamanlarda, metresten doğan Eva fakir bir ailenin çocuğu, 15 yaşındayken yaşlı bir tangocuyla Buenos Aires’e geliyor, birkaç ufak iş yapıyor, niyeti aktris olmak, o ara Çalışma Bakanı –çalışma saatlerini 8 saate çekip, radikal iyileştirmeler yapan- Juan Peron ile karşılaşıyor, 3 yıllık beraberlikten sonra, hasta eşinin ölümü üzerine evleniyorlar. Evita, halkın çok sevdiği, onlar için pek çok şey yapmış, Kadın Hakları savunucusu bir kadın.” Tur sürerken devamla, “Ülkenin adı, argent yani gümüş’ten geliyor, gümüş ve hayvancılık önemli gelir kaynakları, Brezilya ile kıyaslanınca orta gelir düzeyinden söz edebiliriz, Cuntalar tarihi geriletiyor, krizler yaşanıyor, 2001 krizinde dükkânlar yağmalandı… Tango’nun beşiği Arjantin… Borges, Buenos Aires’te günbatımı izlemeyen tango yazamaz, der” derken, Tango’nun doğduğu meyhane ve genelevlerin bulunduğu liman, nehir ağzı anlamına La Boca’ya gelir, Caminito’da Casa Amarillo’da otobüsten inerler.

Rengârenk boyalı tenekelerle kaplı tuvalete girip ve alt katındaki yine boyalı teneke Exchange bürosunda para bozdururlar. Ara sokaklara dağılan grubun aksine, buraya daha geniş zaman ayırma kararı alan “abla” küçük grubu, empanadas denen, puf böreğine benzeyen tavuklu ya da peynirli börek ve çayla karınlarını doyurup, her yeni ülkeye geçtiklerinde yaptıkları gibi, -küçük kız kardeşin icadı- magnet alışverişi yaparlar, böylece “magnet kuru” bilgisi edinip, kafalarında en azından bahşiş tarifesini netleştirirler.

Öğle molası biter, şehir turu devam eder; “Normal taksi, Türkiye’deki gibi, Remis dedikleri daha pahalı ama dolaştırmaz… Mutfaklar, göçmen İtalyan ve İspanyol mutfağından etkilenmiş, porsiyonlar tüm Güney Amerika’da olduğu gibi burada da çok büyük… Kırmızı şarapları çok güzel, cerdo domuz, carne et demek… por favor (lütfen) diyerek her şeyi yaptırabilirsiniz… Vücutlarına takıntı derecesinde düşkünler, burası Güney Amerika’nın Estetik Cerrahi merkezi, hatta Amerika’dan geliyorlar. Ahşap harap liman Puerto Madero, büyük paralar harcanarak, (çatılarda bahçelerle) binalar restore edilerek lüks eğlence yerine dönüştürülmüş…”

Grup, Plaza de Mayo’da iner, üzerinde Devrim’in tarihi, 25 Mayıs 1810 yazılı sütunun dibinde toplanıp rehbere kulak verir; “Meydanın bir yanında Casa Rosada Başkanlık Sarayı (çalışma ofisi), diğer yanında Katedral var, Cumhurbaşkanı, kocasından sonra aynı göreve seçilen Cristina isimli bir kadın… bayraklarındaki mavi-beyaz Burbonları simgeliyor, güneş ise İnka kökenli… burada, Mayıs Meydanı’nda sürekli eylemler, protestolar, grevler yapılır. 1976-82 yılları arasında cunta, öldürdüğü 30 bin kişinin çocuklarını da sattı, Cumartesi (aslında Perşembe) anneleri, başlarında bebek bezini simgeleyen beyaz başörtüleriyle toplanarak, yıllarca çocuklarından, torunlarından haber almaya çalıştı.”

Dörtlü, “abla”nın Marco Bechis’in Garage Olimpo, Costa Gavras’ın Kayıp filmleriyle bilip unutamadığı trajedinin ağırlığıyla üzgün, sütunun çevresinde, yerde, beyaz başörtüsü grafikli Perşembe Anneleri rotasını, kardeşinin haksız yere hapiste olduğu düşündüğünden, protesto amacıyla kendisini parmaklıklara zincirlemiş genç adamı, 1. Cunta isimli metro istasyonu girişine yakın konuşlanmış askerlerle birlikte meydanı, Casa Rosada’yı fotoğraflar; meydanda kurdukları platformdan yapılan, alkışlarla kesilen baskın müzik yayını eşliğinde, 6 bin siyâsi tutukluya özgürlük isteyen gençlerin arasından, Katedral’e yönelir.

İsmi olmayan, basamaklı, sütunlu girişin sağ üst kısmında yanar bir meşale ile, geçmişte beş kez yeniden yapılan, harika mozaiklerle süslü Katedral, birinde San Martin’in mezarının da bulunduğu –bir tür- şapeller kompleksi…

Rehberin, “gidiş ve dönüş yönlerinde 6-7’şer hatla, 9 Temmuz Caddesi, 144 metre genişliğiyle Dünyanın en geniş caddelerinden biri… 1936’da yapılan Obelisk… 1900’ler başında bütün eski binaları yıkıp yenilemişler… Meşhur Colon Tiyatrosu, restorasyonda… Ünlü markaların bulunduğu Florida ve Laval Caddeleri… İngilizlerin yaptığı Saat Kulesi, geceleri kapanan büyük metal çiçek…” diyerek sürdürdüğü şehir turu, otelde sona erer.

Akşam yemeği için lobiye inen “abla” grubunu bir sürpriz beklemekte!

Acentenin programında belirtilen, rehberin methedip göklere çıkardığı ünlü Spettus, Cuma akşamına rastladığından, -bu rastlantı aylar öncesinden belliyken- doluymuş! Mini oturumun konusu; “Yemeğin -alakart- bir başka lokantaya kaydırılmasına ne dersiniz?”

“Gidilmeyecekse bizi katma!”
uyarısına karşın “Tres Fronteras vaadi…” ile yola çıkıp, Duty Free Shop kılıklı alışveriş merkezinde oyalanmayı, çok daha zengini Rafain kapısına yayılıyken sıcakta, yokuş yukarı, yerli el işleri dükkânı aranıp üvey evlat Este del Ciudad’ın acı sefaletine tanık olmayı, yetmezmiş gibi, bir de İguaçu Şelaleleri’nin Paraguay tarafını göreceklerini “sanırken”, Monday Falls ile yetinmeyi, üstelik tüm bunları “bir ekstra güzellik” ambalajında 55 USD’ye almış olmayı sindiremeyen “abla” açar ağzını yumar gözünü…

Grup çoktaaaan dağılıp, daha Rio’da, herkes kendi başına program yapmaya geçeli çok olduğundan, kala kala bir avuç -şikâyetçi ama sessiz- katılımcı önünde, “abla”nın “…ne demek acenteye ulaşamıyorum?.. aramızdan biri ölse ne yapacaksın?.. buna imkân var mı, acil iletişim hattınız nasıl olmaz?” sorularını da kapsayan uzun konuşmayı –neredeyse- hiç bölmeden dinleyen Siyaset Bilimi okumuş, sükûnetin erdeminden haberli, deneyimli rehber, uzuuun sessizlik sonunda, yemeğin yeneceği yerle ilgili oylamayı sâkince gündeme getirir, “eh bu saatten sonra…” boyun eğişiyle yola çıkılır.

Estilo Campo, girişindeki camekânda, dikey şişlere takılı irili ufaklı hayvanların ateş çevresinde semâzenler gibi, döne döne piştiği lüks bir lokanta… Brezilya’daki et tüketimiyle ilgili konuşmalara rehberin “asıl et tüketimi Arjantin’de!” dediği kadar var.

14 Ocak 2009 Çarşamba

11 Aralık 2008, İguaçu Şelaleleri, Paraguay gezisi ve Rafain’de akşam yemeği ile “abla”, kardeşleri ve teyzeden yüksek performans bekleyen bir gün.

Grubu, İguaçu Şelaleleri’ne götürecek koyu mavi camlı, -“abla”ya Hindistan’dakileri hatırlatan- şoför kabinli otobüs yolcularını alır, İguaçu Ulusal Parkı’na yollanır, yolda rehberin anlattıkları; “Şelaleler, Brezilya, Arjantin, Paraguay yani üç ülkenin sınırları arasında… Parana ve İguaçu Nehirleri’nin birleşmesiyle oluşmuş, debisi saniyede 1200 metreküp, bu sayı 2006’da kuraklık yüzünden 300’e düşmüş… Şelalelerin bulunduğu Parana Eyaleti, 1300’ü endemik, 8000 bitki türünü barındırıyor.” Ekstra tur bedellerine giydirilen “kriz farkı” yüzünden, yüzlerinden düşen bin parça katılımcıların gönlünü almak üzere bir iyi niyet gösterisi yapan rehber, sözlerini “bayram tatili nedeniyle acentedekilere ulaşamıyorum, fiyatlarda indirim yapmam mümkün değil… ancak kendi inisiyatifimle, birer su ve soft drink ikramı yapabilirim, bir de üç ülkenin sınırlarının birleştiği Tres Fronteras’ı da kapsayan Paraguay’ı, ufak bir bedelle (55 USD) önerebilirim… Adım Hıdır, elimden gelen budur” diyerek bağlar.

Onları, İguaçu Ulusal Parkı girişinde, yerlerde, sayısız denebilecek sayıda birbirinden güzel kelebek karşılar. Giriş noktasındaki görevlinin, sorusuna, gruptan gelen “Türkiye” yanıtına karşılık “İstanbul” demesi üzerine, “abla”nın küçük kız kardeşi sorar, “bizde kaç Brezilya’lıya Rio yanıtı verilir ki?”

Orman içinde, solda ilginç bitkiler, sağda tüm görkemiyle gürüldeyen şelale; dolanarak inilen nemli, düzgün patika ve minik teraslarda -yine 72.5 milletten turistle birlikte- fotoğraf çekerek yürüyen “abla” grubu, sonunda ulaştıkları, suyun 82 metreden düştüğü, Şeytan’ın Gırtlağı denen yerde, şelaleye uzanan iskeleler üzerinde, suların esintiyle saçılmasından ötürü yağmurlukla da aynı biçimde ıslanılan, çok zevkli uzun bir yürüyüş gerçekleştirirler ve henüz botla şelale altından geçmediklerinden “ıslandıklarını sanırlar”…

Günün ikinci etabında grup, güneş enerjisiyle çalışan bir traktöre bağlı, tenteli, 20-25 kişilik römorka binerek orman yoluna girer. Yerel rehberin, durakladıklarında bir takım ağaçları göstererek anlattıkları; “1 yaşında 1 kg meyve verip ölen palmiye türü… 85 çeşit orkideden, October Orchid denen sarı ve beyaz olanı… 25 metre uzunluğundaki bu ağaç, meyvesi maymun kulağına benzediğinden bu adı almış, çekirdek kısmı suyla karşılaşınca sabunlaşıyor ama kullanmak zor, çünkü kötü kokuyor…” Üçüncü etap, yol traktörle gidilemez olunca aktarıldıkları cipler: Bir süre daha ancak bir taşıtın geçebildiği sık orman içinden yol alarak ilerleyen katılımcılar, nehir üzerindeki platforma inen basamakların başında durur, iner ve dördüncü etap, “zodiac botla şelale altından geçme” için hazırlanırlar. Bunun için 35-40 derece sıcakta, mayo üzerine giysi, üzerine naylon yağmurluk, üzerine de can yeleği giymek, ayakkabıları, plâstik terlik vb. ile değiştirmek gerekmekte!

Islak yolcularını boşaltan 20-25 kişilik bota binerken, iki basamak yukarda kumanda paneli önündeki yerine geçen kaptanın dizi dibine yerleşen “abla”, adamın tamamıyla kuru giysilerine bakarak, yağmurluk, can yeleği işinin abartıldığını düşünse de, en öne konuşlanmış, -sudan korunmuş- özel video kameralı çekim elemanıyla yola koyulduklarında, sağda solda raftingçilerle selamlaştıkları yavaşlayıp fotoğraf çekme anlarında kaptanın yavaş yavaş giyinmesi, (dönüşte de naylon kapşonlu üst ve çizmeli alt giysilerinden, yine aynı ustalıkla, becerikli bir striptizci gibi soyunması) -sonunda, neyle karşılaşacağı hakkında- “abla” ya fikir verir! Demeye kalmadan motora yüklenen kaptan, yaklaşabildiği en uygun noktadan; yukarıdan, kafalara yumruk etkisiyle düşen suyun altından iki kez bağrış çığrış geçirdiği katılımcıların, henüz ıslanmamış yerleri kalanlarından gelen yoğun istek üzerine şelaleye bir kez daha dalarak, soluğu kesilen “abla”nın demesiyle “ruhlarının dahi ıslandığı” muhteşem bir coşkuya yol açar!

Grup, içlerindeki çocukların, yüzlerine vuran neşesinin nedenini anlamayan kuru turistlerle selamlaşarak, yine cip ve römorkla geriye, oradan da Paraguay’a geçiş için pasaportlarını almak üzere otele döner.

Yolda, yoğun turist akışı dolayısıyla izlemenin zor olduğu, yaygın kredi kartı kopyalama olaylarına örnek olarak başından geçen bir olayı aktaran rehber “Şelalenin Arjantin tarafında, Porto İguazu’da kaldığım sıra bir kanopi turuna katıldım, sizi kanca ile iliştirdikleri çelik tele takıyorlar ve tepeden aşağı salıyorlar, teli sıkıştırıp açarak hızınızı düzenliyorsunuz, telesiyej gibi… tabii sırt çantamı yanıma almadım, beni getirip götüren şoför, yokluğumda kredi kartımı kopyalamış daha sonra da araba yedek parçası almış… çok uğraştım… Kesinlikle hiçbir yerde kredi kartınızı yanında olmaksızın kimseye vermeyin, bir de imza değil, şifreyle alışveriş yapın!..”

Bitek kırmızı topraklı, bolluk içindeki Foz do İguaçu’yu, 45 dakika uzaklıktaki yoksul Paraguay sınır kasabası Ciudad del Este’ye bağlayan, yarısı Brezilya, diğer yarısı Paraguay bayrağı renklerine boyalı, emsal iki köprüden birinin adı, Dostluk, diğerininki Kardeşlik iken, köprünün ötesine can düşmanı ya da üvey kardeş havası hâkim!

“7 milyonluk Paraguay’ın dili, Portekizce etkisinde İspanyolca; Guarani. Paraları, USD diye söyleseler de 5000 Guarani, 1 USD’ye eşit… Çok yoksullar, kara para aklama, kalpazanlık bir yanda çok pahalı arabalar diğer yanda…” Trafikte burunlu eski otobüslere dikkat çeken rehber, devamla “60’lar Amerikası’nda okul otobüsü olarak kullanılmışlar, bunlara chickenbus diyorlar” Üstlerinde mototaxi yazılı motosikletlerin dizildiği bir durak… çöp öbekleri arasında araba camı silen çocuklar… Rehber, yerel rehbere yönelttiği “en büyük endüstrinin ne olduğu” sorusuna “hiçbir şey!” yanıtı alıyor. “Asgari ücret 200 USD, merkezde iyi bir evin kirası da 200 USD!..” Sorup öğrendiğine göre “Şoförün aylık geliri 400 USD+ bahşiş”

Kasabanın, Mahmutpaşa’nın kirli hâlini andıran merkezinde inen ve -halâ nedendir bilemedikleri biçimde- markalarla dolu bir alışveriş merkezine, giderek ufalan grupla sokulan “abla” dörtlüsü için bu binada, tuvalet dışında, ilgilerini çekecek hiçbir şey yok! Neden sonra toparlanıp, yerli el işlerinin satıldığı dükkâna giderlerken kaldırım kıyısına park etmiş arabasında, Küba’da gördükleri sistemle şeker kamışı sıkıp suyunu satan adam fotoğraflanır, ardından elişleri alışverişi –büyük olasılıkla- bir Hintli’den yapılır, şelaleye doğru yola çıkılır.

Derede çamaşır yıkayan kadınları geçerler, üzerinde Monday Falls yazan tabela dibinde otobüsten inerler. Yapılan/satılan programa göre İguaçu Şelaleleri’ni Paraguay tarafından göreceklerini sanıp yanılan “abla” ekibinin soruşturmasıyla durum açıklık kazanır: Bu, Asuncion’dan doğan tamamen farklı bir nehir, farklı bir şelale! Tanıtım tabelası altında tavuklar ve köpeklerle haşır neşir oynayan çocukların peşine takıldığı küçük grup, kapıdaki, elinde –öğütülmüş yeşil yapraklarından demlediği ve gün boyu üzerine sıcak su ekleyerek içtiği, deneyenlerin tatsız olduğunu söylediği, genellikle su kabağından kaplardan tozu süzen metal kamışla içilen- mate çayıyla görevliyi geçip, bir kaç delikanlı ile iki TV programcısı dışında kimsenin olmadığı parka girer.

Kendi halinde akan alçakgönüllü nehirde gökkuşağı fotoğraflanır; çıkışta çakıştıkları televizyonculara verilen “gelir kaynağı turizm” konulu beyanatın, adamların ertesi gün yayınlanacağını belirttikleri -İstanbul’da teyzenin kızı ile torununun izledikleri- çekimi yapılır. “Abla” ülkeye döndüğünde, artık neyi yanlış yaptıysa,
www.abctv.com.py adresinden izlemek isterse de başaramaz.

Otele dönerken geçtikleri, -“abla”nın aklında, ayaklarında Nike ayakkabılarla Noel Baba’nın, yanı yine koca amblemli kızağını çeken geyikleri resmeden, kar manzaralı, üzerinde Mundo de Futebol yazan afişle kalacak olan- Foz do İguaçu kasabası hakkında rehberin anlattıkları; “saat 6-7 gibi kapanan eczanelerde, ilacın yanı sıra kozmetik, hediyelik eşya, cola, cips satılıyor… Plakalar tüm Güney Amerika’da aynı, şehrin ismi üstte, altta üç harf ve numara yer alıyor… Tüm Güney Amerikalılar gibi bunlar da fal ve lotarya düşkünü, TV’de fal programları yayınlanıyor… Kasabada 30 bini Lübnanlı, 77 ayrı milletten insan var… Şelale dolayısıyla 155 otel var, gelirinin %75’i turizmden… Foz do İguaçu yerli dilinde geniş ağızlı su gibi bir anlam taşıyor… Parana Nehri’nin suyunun toplandığı Ituapu Barajı Dünyanın en büyük barajlarından, bizim GAP gibi, çevre ülkelere elektrik satıyorlar.”

Günün son etabı, akşam yemeği için gidilen, -kapısında, Paraguay’daki yerli elişleri alışverişini gereksiz kılacak kadar zengin elişlerinin bulunduğu tezgâhlarla- Rafain; ağırlıklı olarak çevre ülkelerden turistlerin doldurduğu uzun masalarda yemek yenirken, aralarında, iplere bağlı taşları beceri gerektiren biçimde hızla çevirerek yapılan birinin bulunduğu pek çok gösteri yanı sıra, renkli folklorik dansların izlenebildiği geniş lokantanın en ilginç köşelerinden biri, ateşte kızartılmış koca hayvanların konduğu, birinde tepeleme sakatat bulunan, sızan kanı toplasın diye incecik oluklu, büyük yuvarlak mermer masalarla, başında, döner bıçaklı bembeyaz giysili aşçılar ve önüne dizili, neresinden istediğini parmağıyla işaret eden uzun turist kuyruğu…

13 Ocak 2009 Salı

10 Aralık 2008 Çarşamba, “abla”, kardeşleri ve teyze için Rio de Janeiro’da son gün.

Rio’daki son günlerini olabildiğince verimli kılmak isteyen “abla” küçük grubu, karşısındaki, alt katları otopark, otopark üzerinde ise yüzme havuzuyla keyif ehli Rio’luların oturduğu, bol bitkili balkonlu apartmanlar arasından Atlantik Okyanusu’na bakan otel odalarında son bir kontrol yapıp, bavullarını kapıya koyar, ilk ve son kez -manzarası kaldıkları kattaki kadar güzel olmasa da- büyük salonda yaptıkları kahvaltı ardından sokağa dökülür.

Yaklaşık 40 derece sıcaklıkta yürürlerken, “abla”nın talebi üzerine desenli güzel kaldırımı ve apartman girişlerini, bahçe dışından, adam boyu yükseklikte -gelir dağılımı uçurumunun doğal sonucu hırsızlıkları önlemek amacıyla- emniyete alan, şifreyle ve güvenlik görevlisinin oluruyla girilebilen demir parmaklıklar fotoğraflanır.

Bir seyahat acentesi vitrininde gördükleri, tüylerle, ışıltılı kumaşlarla üretilmiş 2 metre çap, 2,5-3 metre yüksekliğinde muhteşem bir karnaval giysisini fotoğraflamadan geçemedikleri çarşılar içinden; koşan, bisiklete binen, formunu koruma düşkünü güzel siluetli Rio’lular yanında, az sonra denize girecekmişçesine hazır, bikinisi, kocaman göbeği altında zor seçilen –bu özgüvenleriyle “abla”ya Kübalı’ları hatırlatan- kadınlar ve iri yarı yanık turistler arasından geçip, arada haritalarını kontrol ederek vardıkları yer, Rua Vinicius de Moraes 49 numarada Antonio Carlos Jobim’in, tanınmış parçası İpanema’lı Kız’ı yazdığı küçük lokanta/kafe/bar: Garota de İpanema. Binanın yemyeşil ağaçlı sokakların kesiştiği duvarlarından birine şarkının notaları işlenmiş. İçeride, aralarında şarkıya ilham kaynağı olan genç kızın siyah beyaz resminin de yer aldığı, fotoğraf, gazete kesikleri ile Altın Plak’ların, plaketlerin bulunduğu çerçeveler, bir yanda yine şarkının notaları basılı tişörtler… Sohbet, Aslı Erdoğan’ın –kahramanı Rio’da bir süre yaşayan- Kırmızı Pelerinli Kent romanını okumuş küçük kız kardeşin anlattıkları ve Siyah Orfe üzerine sürer, dışarıda, masalarının bulunduğu pencereden “abla” ve ekibine samba serenat yapan müzisyenleri dinlerken, menüden “abla”nın hoşuna gidip not ettikleri; Caipirinha (Traditional drink), Caipirissima (rom ile yapılan), Caipiroska (votka ile yapılan)…


Cana yakın, yardımsever, neredeyse tamamı göçmen olduğundan ırkçılığı aşmış insanlarıyla Rio’nun, bu güzelim kentin, kaldırım kuytularında evsizlerin uyuduğu caddelerinden geçerek havaalanına giderken rehberin anlattıkları; “Kış ortalaması 10-15, yazın 40-45 derece en sıcak ay Şubat… Brezilya eyalet sistemiyle yönetiliyor, bayrağındaki yeşil, ormanları, mavi, denizi, sarı, güneşi simgeliyor… Güney Amerika’da Türk pasaportu kral!, bir tek Uruguay vize istiyor, onu da İtalya’dan almak gerekiyor… Mercosur denen Güney Amerika Gümrük Birliği’ne bağlılar, paralarını, farklı ama USD diye ifade ediyorlar…”

Bir adanın ortasında yer alan A. C. Jobim Havaalanı’ndan 17:00’de kalkan küçük iç hat uçağının taşıdığı grup, 19:00’da konup, alınlığında Foz do Iguaçu yazan binaya yürürken, üç müzisyenin neşeyle ürettikleri müzikle karşılanır; çıkışta onları, ertesi gün Arjantin, Brezilya, Paraguay sınırlarında yer alan –Güney Afrika’daki Viktorya, ABD’deki Niagara’dan sonra- Dünyanın 3. büyük şelalesi İguaçu Şelaleleri’ne götürecek, yerel rehber Joao ve şoför Alfredo beklemektedir.

İki gece kalıp doyamadıkları, daha önce hiç duymadıkları seslerle şakıyan kuşlarla, gece yaratıklarını barındıran ağaçlar arasında, altı adet termal havuzlu geniş bahçeyle süslü otel, muhteşem! Odalarına çıkıp bavullarını açan “abla” dörtlüsünün ilk işi, akşam yemeğinin kaça kadar sürdüğünü öğrenmek, mayoları üzerine, ayakucuna konmuş bornozları kendi aralarında bedenlerine göre sıralayıp giymek ve…

10 Aralık 2008 saat 21:15, bildik coğrafyalardan çok uzakta, bornozlu dört kadın, dolunayın gümüş ışığıyla fantastik tropik ağaçların sıkıca sardığı bahçede, tanımadıkları hayvancıkların gece sesleri arasında, esrarengiz, kısa bir yolculuk yapar. Rastlayıp havuzları sordukları -büyük olasılıkla İngilizce bilmeyen- görevlinin tepkisizliğini “doğru yolda oldukları” şeklinde yorumlayan dörtlü, yılankâvi patikanın ucunda havuzların bulunduğu alana varır; diğer havuzları inceler, üzeri çardaklı, bir kenarında askılı raflarda tertemiz, kuru havluların, diğer köşesinde kullanılmış, ıslak havluların konduğu koca bir hasır sepetin bulunduğu jakuziyi gözlerine kestirip girerler. Su ılık, gece sesleri, dolunay muhteşem! “Abla” ekibi, yaşamlarında böyle, bir 10 Aralık daha yaşamayacaklarından –hemen hemen- emin, hafif kokulu şifalı suyun tadını çıkarırlar.

12 Ocak 2009 Pazartesi

9 Aralık 2008 Salı sabahı, Corcovado turu için hazırlanan “abla”…

Geleli beri, ortanca ile küçük kız kardeşin harita üzerinde karış ve parmak ölçümü yaparak saptadıkları, Küba’nın Ekvator Çizgisi’ne göre ayna simetrisindeki Rio de Janeiro’nun tropikal ikliminin, İstanbul’u hiç de aratmayan yoğun nemi üzerine, bir gün öncenin deniz rehaveti eklenince çekirdek grup, bir gece önce dinlenerek iyi bir iş yapar.

9 Aralık 2008 Salı sabahı, Corcovado turu için hazırlanan “abla”, küçük defterinin yanına, masadaki kalemi tedbir olarak koyarken, prizin dibinde gözüne ilişen ve -İspanyolca’ya benzediğini düşündüğü ve çok yanıldığı- Portekizce hakkında bir fikir veren, Latince kökenin sezildiği, şirin küçük mesajı defterine geçirmeden edemez; -herhalde, Hızlı İnternet Erişimi demeye- Internet Banda Larga.

Ekstra tur fiyatlarına giydirilen “kriz farkları” yüzünden giderek ufalan grup, otobüse doluşur, ön cephesinde, “kambur” anlamına Corcovado yazan küçük güzel istasyon binası önünde iner. “Abla”nın çekirdek grubu, aradaki bekleme süresinde yakındaki Katedrali gezer, daha sonra diğer turist gruplarıyla Babil Kulesi’ni andırır kalabalıkta monorail denen, Karaköy Tünel’ine benzeyen sistemle Rio’nun, 710 metre yükseklikte granit bir kayadan oluşan kamburuna tırmanmak üzere kuyruğa girerler. Asıl amaç, Dünyanın “yeni” yedi harikası listesinde yer alan, 1931’de yapılmış, geceleri küçük beyaz bir figür şeklinde kentin her yerinden görünen, 38 metre yüksekliğinde, açık kollarıyla, giderek Rio’nun sembolü haline gelen İsa Heykelini görmek!

Yarısı gidiş, diğer yarısı dönüş yönüne bakan koltuklarıyla tuhaf görünen iki kompartıman, yolcularını alır, müzisyenlerin çalıp oynadıkları samba eşliğinde, içinden geçtiği Tijuca Ormanı içinde iki ara istasyonda kısa süre durarak, toplam 20 dakikalık yola koyulur.

Çok değişik bitkilerin, önlerinde plaketlerle tanıtıldığı millî park/botanik bahçesi/ormanda, çiçek üstünde başka çiçekle ilginç pek çok bitki arasında en tuhafı, -İngilizce Jack’s Fruit- Jaca; ağacın gövdesine kısa bir sapla bağlı, ortalama 3-4 kg ağırlığında, ortasındaki 4-5 adet tatlı, lezzetli tane dışında yenilmeyen, sert kabukla kaplı meyve!

İsa Heykeli’ne çıkan asansörlerin bulunduğu platformda yine müzisyenlerce karşılanan turistlerin bir grubu, merdivenleri tırmanarak, bir kısmı yürüyen merdivenle, son bölümü ise asansörle yukarı ulaşır. Kademeli birkaç taraça -puslu da olsa- Rio fotoğrafı çekenlerce tıklım tıkış dolu; ziyaretçilerin geri kalanı ise, basamaklarda, tüm görkemiyle kalabalığı, kenti, tepeleri, okyanusu, yeri, göğü… kucaklar görünen İsa’ya öykünerek, kolları iki yana açık poz vermekte! Bazılarının bir çeşit Hac ziyareti duygusuyla gezindiği yer o kadar kalabalık ki “abla”, biri, bir kadının karnına denk gelip hınk! diye bir ses çıkarmasına neden olan, iki “kolları açık poz verme” girişiminden sonra, bu hevesinden vazgeçer.

Otobüs, rehberin mikrofonu ele alışıyla yola koyulur; denizle minik bir bağlantısı bulunan, ortasında, geceleri ışıklandırılan yapay bir çamın bulunduğu lagün için “buraya ve çevresindeki semte Lagoa diyorlar… trafikte görmüşsünüzdür Marco Polo ve Buscar marka otobüsleri, Brezilya tüm Güney Amerika’ya taşıt satıyor, kauçuk, kahve, petrol, altın, değerli taşlar, diğer gelir kaynakları… en büyük problemleri gelir dağılımı uçurumu… yapay başkent Brazil yüzünden artan vergi yükü köyden kente göçe, favelalara neden oldu, bizdeki gecekondulaşma süreciyle hemen hemen aynı tarihe denk geliyor… Asgari ücret 200 USD, 10 yıllık bir bankacının aylık geliri 2000 USD, bizdeki gibi… gelir vergisi %27.5, bizde…” arkalardan, iş adamlarından gelen cevaba göre “…bizde %40’a kadar çıkıyormuş… ilkokul ücretsiz, tabii özel okullar da var… Portenio, Buenos Aires’li; Paulista, Sao Paulo’lu; Carioca, Rio’lu demek…” diye, sözlerini bağlarken, kentin öteki ucundaki en lüks San Conrado Plajı’na ulaşır. Geniş kumsal, dayandığı kayalıklardan, tepelerden, kendilerini rüzgâra koyuveren yamaç paraşütçüleriyle benek benek…

Öğleden sonra, serbest zamanı, Centro’ya gidip, eski güzel binaları fotoğraflayıp Güzel Sanatlar Müzesi’ni gezerek değerlendiren kardeşler, akşam yemeği için otele dönmek üzere bir taksiye binerler. Otelin adını verdikleri delikanlı, İngilizce bilmeyen Leonard, Portekizce -sonradan anlaşıldığı kadarıyla- otelin önündeki plajın adını sorar, doğallıkla, Portekizce bilmeyen “abla” takımından yanıt alamaz; bu arada İstanbul kökenli, “bizi dolaştırıyor mu acaba?” türünden önyargının ayaklanmasıyla iş tam sarpa saracakken, bağlı olduğu duraktan İngilizce bilen biriyle konuşarak, plajın ismini -bir yandan trafikte ilerlerken- harf harf yazar, “abla”nın önde oturan ortanca kardeşine okutur ve belirsizliğin aşılmasından doğan neşe içinde, otelin önünde durur.

Akşam yemeği Atlantik Caddesi üzerinde Marius’ta yenir. Her biri, Latin erkekleriyle ilgili romantik hikâye kahramanı, yakışıklı, bandanalı gençler, bir yandan -yaş ayrımı yapmaksızın- fütursuzca flört ederek, deniz ürünlerinin akla gelebilecek/gelemeyecek her türünü, dans eder gibi sunarlar. Mekân, -oğlanlardan çok daha önce, girer girmez- insanın aklını başından alacak şekilde, dekore edilmiş; tavana çakılı, daha çok denizcilikle ilgili, ağırlıkları farklı pek çok obje, bir çeşit müze! Kardeşlerinin “abla”ya mutlaka görmesini önerdikleri tuvalet, zemini, lavaboların içi irili ufaklı taşlarla döşeli, klozetler bu dokuya ¼ oranında gömülü, değişik musluklar, lomboz kapağından aynalar… ilginç, tuhaf, güzel…


Meğer Rio’da, duvartavanmüze anlayışı, bundan ibaret değilmiş!

Gecenin son aktivitesi, rehberin “The Guardian tarafından en iyi müzik barlardan biri seçildiğini…” söylediği, Lapa’da, Scenarium: 3-4 katlı bina, her katı, aşağıdaki müzisyenleri gören boşluğu çevreleyen, dans veya sohbet edenlerin rahatça eğlenebildikleri ferahlıkta, yine tüm duvarların müze olduğu ilginç bir mekân. Baştan aşağı bir duvar akordeon, bir başkası duvar saatleri, öteki mutfak gereçleri, beriki oyuncak bisikletler, trenler, arabalarla, bir camekan oyuncak bebeklerle, az ötede çok eski bir marangoz tezgâhı üzerinde duran, o dönem el aletleriyle dolu… “Şuraya da bakalım, bu da çok ilginç…” diye bir gayret dolanırken, yorgunluktan yarı baygın “abla”, teyze ve ortanca, bir de fark ederler ki saat 00:10! Ertesi gün olmuş; bardak, kadeh -o anda ellerinde ne varsa- kaldırarak, gezinin tüm angaryasını candan gönülden yüklenen küçük kız kardeşin yeni yaşını kutlarlar.

Pes edip, yeni yeni hareketlenen kalabalığı yararak çıkışa ilerlerken, yan salonlardan birinde bir müze daha! -Belli ki- tanınmış bir sanatçı Nadir de Mello Couto’nun fotoğrafları, kişisel eşya, takılarıyla dolu birkaç büyük vitrin!

11 Ocak 2009 Pazar

8 Aralık 2008, Kurban Bayramı 1. günü; “abla”nın grubu, aynı acentenin diğer grubuyla buluşup…

8 Aralık 2008, saat 9:00, ısı 27 derece; birbirleriyle bayramlaşarak kapıdaki otobüse yönelen “abla” ve çekirdek grubun dikkatini, satıcılardan birinin elindeki bir şeyle yaptığı iş çeker, yanaşırlar, adam hiç üşenmeden gün içinde belki bin kez yaptığı gösteriyi tekrarlar, çok uzun bir fermuarı çeke çeke bir çanta oluşturur!

Madrid Havaalanı'nda, “abla” ile, oturduğu yazlıktan komşusu, Çin yolculuğunu birlikte yaptıkları hanımın -olur şey değil!-, karşılaşmalarına bakılırsa pek çok Türk turist, Kurban Bayramı’nda Güney Amerika’yı ziyaret etmekte… Otobüs, Atlantik’e bakan otellerden birinden, aynı acentenin müşterisi, -aralarında kardeşlerin ortak bir arkadaşlarının da bulunduğu- bir grup Türk turisti alır; kuzeye doğru, eski kuruluş noktası, şimdilerde Müze, Kültür Merkezi zengini Lapa’dan geçer, sezon başı sayılan Aralık başından bu yana 25 bin yolcu getiren çok katlı apartman kılıklı gemilerin yanaştığı, uzunluğu 5 km. olan Liman’ı geride bırakarak, askerî polis hariç kimsenin giremediği, üst katlarında yağmur suyu topladıkları fıçılarıyla, ünlü Samba okullarından birini de barındıran -yaygın adıyla Favela- gecekondu mahalleleri arasından yola koyulur.

Verimli, yeşil araziler arasında 2 saat süren yolculuk, aralarında İtalyanların da olduğu değişik turist gruplarıyla birlikte, güzel bir tekneye binilen; ismini, misyonerlik faaliyeti sırasında yerlilerle kurduğu iyi ilişkiyi hayra yorup akşam yemeği davetlerini kabul ettiği yerlilerin akşam yemeği olan rahip St. Bernardo’dan alan küçük balıkçı kasabası iskelesinde sona erer.

Yolculuk, Sepetiba Körfezi’nde, irili ufaklı, -birkaçı Devlete ait, gerisi özel mülkiyet- San Bernardo Tropik Adaları arasında, maracuja kokteyli ikramıyla sürerken, genellikle yerleşimin olmadığı, sık palmiye ve muz ağaçlarıyla kaplı beyaz kumsallı bir tanesinde ufak bir konaklamayla denize girilir; kıyıda Noel nedeniyle süslenmiş minik kilisesi, ağaçlar arasında küçük güzel birkaç yapıyla, -Hürriyet Gazetesi Seyahat Eki’nde sözü geçen ve Brezilya’nın “en iyi hizmet veren adası ödülü”nü almış- çok şirin adada sona erer: İşletmeciliğini yaptığı, İtalyan’ın Adası diye de anılan, Enzo Geovannette’ye ait, San Bernardino.

Birinin koluna tünemiş koca papağanıyla, müzik grubu tarafından neşeyle karşılanan turistler, biri daha irice iki minik -basıldığında nişasta ya da pudra şekeri duygusu veren beyaz ince kumlu- kumsala, kıyıdaki hamaklara yayılır, yemeğin hazır olduğunu bildiren çan sesine dek, “abla”ya serin gelen, Atlantik Okyanusu’na girer. Yemeği, -ileri yaşına aldırmadan- pek özlediği misafirlerini ağırlarcasına özenle, sevgiyle hazırlayıp, servisini elleriyle yapan, “abla”nın tabağına iki soslu yemek arasına bir hat şeklinde pilav döşerken üzerine acı biber sosu almayışına şaşan, tertemiz ütülü gömleği, arkaya taralı bembeyaz saçlarıyla Enzo Bey, adadaki her şeyden çok daha ilginç! Mobilyalarının her biri, meraklısını yerinden zıplatacak kadar özel ve güzel -müziğin de yapıldığı- yemek salonunda, şekerkamışından yapılma alkolle üretilen cacacha ve şişe dizilip ateşte şekeri karamelleşmiş, ananas dönerini de içeren yemek sonrası, dil engeli yüzünden –ancak- rehberin rehberliğiyle İspanyolca kurulabilen “abla”-Enzo Bey kontağı, Enzo Bey’in, “abla”nın notlarını aldığı küçük defterine özene bezene attığı imza ile sonuçlanır.

Küçük adanın tepesine, palmiye, bambu, muz ağaçları arasından, aralarını kadife yumuşaklığında incecik yosun/ot bürümüş ham taş merdivenlerle, küçük kız kardeş önde, yalınayak “abla” ve ortanca -su kaynatarak- arkada çıkan, terastan çepeçevre adaları seyredip fotoğraflayan keşif ekibi, çan sesiyle aşağı iner, toparlanmakta olan teyzelerine katılır. Tek tek ellerini sıkıp, arkalarından kıyıda ufacık kalan dek salladığı koca beyaz bir peçeteyle Enzo Bey ve 20 kişilik ada halkı, onları yine müzik ve sevgiyle uğurlar.

Yolcular tekneyle, yine müzisyenler ve onları hayâl kırıklığına uğratmayan gençlerin danslarıyla yol alarak St. Bernardo’ya, oradan da otobüsle, deniz keyfinin verdiği rehavetten kaynaklanan derin bir sessizlik içinde, Rio’ya döner.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Rio'luların 7 Aralık’ı, Türk turist grubu için 7 Haziran anlamında: Atlantik'in tuzunu taşıyan rüzgâr, çok sıcak ve nemli.

Banyonun duş küvetini yatak odasından ayıran cam içi jaluzili penceresiyle ilginç odaların dizildiği koridorun sonundaki kahvaltı salonu, tepeler, orman ve denizi panoramik gören balkonuyla, rehberlerinin “sizler için muhteşem manzaralı terasta kahvaltı ayarladım” dediği kadar var!

İlk bakışta, “krizin yansıması olsa gerek” diye yorumladıkları açık büfe, otelin yıldız sayısına yakışmayacak kadar alçakgönüllüyse de, mango, papaya, Mısır’da guava adıyla tanışıp sevdikleri goiaba, yıldız dilimli carambola, -küçük kız kardeş Güneydoğu Asya’yı gezerken rastlamamış olsa, neresini nasıl yiyeceklerini bilemedikleri, içerdiği passiflorin etki yüzünden, sinirli insanlara ve sakinleşmek bilmeyen bebeklere verildiği söylenen, duyguları öne çıkarttığından Amerikalıların Passion Fruit dedikleri- maracuja, incir… tropik meyve dolu kaplar, “abla”, kız kardeşler ve teyzeyi mutlu etmeye yeter, artar. Anlamadıkları, herkesin nasıl bu kadar erkenden kalkıp kahvaltı ettiği… Görünüşe göre 24 kişilik gruptan, tropik meyve seven, kendileri dışında, başlarda 7-8 kişi varken, iki sabah sonra kimsenin kalmayışı! Esrar, kahvaltıda omlet isteyip istemediklerini soran çalışanların, tur katılımcıları gibi azalıp ortadan kayboldukları üçüncü gün kahvaltısı sonrası, otobüse bindiklerinde, herkes gibi kendilerini de Portekizce söylenişiyle, neşeyle “bon cia!” diye selamlayarak karşılayan rehberin, “sizi sabah kahvaltıda göremedim!” demesiyle çözülür.

Krizin etkisi iptaller yüzünden, almayı planladıkları ekstra tur listesindeki fiyatlara yapılan eklentilerden, daha havaalanındayken haberdar olan -ve sineye çeken- dörtlünün ayakları nihayet, suya erer; anlaşılan, “muhteşem manzaralı” kahvaltı salonu, -belli ki- ekonomik olması yüzünden önerilmiş ama, tropik meyveye, “abla”, kız kardeşleri ve teyze kadar düşkün olmayan katılımcılar, giriş katındaki sıcak büfesi de olan daha zengin kahvaltıyı tercih etmişler!

Güney Amerika’da, bizim 7 Haziran’ımıza denk gelen 7 Aralık 2008 sabahı, Rio de Janeiro’daki ilk sabahlarında, zemin katta asansör değiştirmeleri gerektiği öğreninceye dek dolanan, otel girişindeki tur otobüsüne dar yetişen “abla” ekibinin yolu, bir de, Türk olduklarını öğrenen, ellerindeki kabartma plakalarda Galatasaray yazan satıcılar tarafından kesilir.

Bisikletler için bir gidiş bir dönüş bandı yanında, arabalar için üçer şeritli gidiş ve geliş bantları, okyanus boyunca geniş Copacabana, İpanema, Leblon… Plajları’nı ayıran enli, desenli, ülkemiz ikliminde, saksılarda naz-niyaz zorlukla yetişen bitkilerin ağaç halleriyle süslü kaldırımları Atlantik Caddesi’ne öyle bir ferahlık sağlamış ki, öteki kenarına dayanmış, uzaktan bakana uzun yüksek bir duvar sırası gibi görünen gökdelenler, hiç de rahatsız edici değil!

Otobüs durur, katılımcılar iner; Bir kenarında açık, karşısında kapalı locaların bulunduğu 800 metrelik boş beton yolda –görünüşte- olağanüstü bir şey yok! Yerel rehber Fernando’nun anlatırken “opera” sözcüğünü kullandığı, Şubat’ta yapılan Karnavalda, 14 ünlü Samba okulunun 4000 öğrencisinin geçiş yaptığı beton yolun yan tarafından gelen fıkır fıkır müzik üzerine o yana seğirten grup, yolun ışıltılı pırıltılı halini nakleden görüntüler önünde, akıl almaz zenginlikte Karnaval kostümleriyle fotoğraf çektiren başka turistlere rastlarlar. Anlatılana göre, Karnavala bir hafta on gün kala gelip kurslara katılan meraklılar arasında en çok İsveçli ve Japon varmış. Beton yolun adı; Samba yarışı yapılan yer anlamına, Sambadromo.

Otobüste, karşıdaki erkek ise “obrigado”, kadın ise “obrigada” diyerek teşekkür etmeyi öğrenen grup bu kez, futbolda beş kez Dünya şampiyonu olmuş Brezilya’nın, 1950’de inşa edilmiş 85 bin kişilik ünlü stadı, tam adıyla Maracana Estadio Mario Filho girişi önünde, akşam, Fernando’ya göre “Sao Paulo’nun alacağı belli” şampiyonluk maçı oynanacağından içeri giremeyip, teyzenin kardeşi, “abla”nın dayısı için bol bol fotoğraf çekilir.

Rehber, kökenleri dolayısıyla yerel halkın çoğunluğunun İtalyan ve İspanyol olmak üzere ikinci bir pasaportu daha olduğunu anlatırken, grup, eski, güzel dönemde kentin bohem sanat merkezi olan Lapa’yı geride bırakır; zenginlerin su ihtiyacı için 1725’te yapılan Su Kemeri altından geçerek, Rio’nun Koruyucu Azizi San Sebastian’ın adıyla anılan, -mimarisinde Maya’lardan izler taşıyan, 105 metre çaplı kesik koni, 96 metre yüksekliğindeki tepesinde ışıklara bağlanan dört ayrı bant, rengârenk vitraylarla süslü- Katedral’e ulaşır. Raylar üzerinde hareket eden sürgülü büyük demir kapıları açıkken bir duvarı yokmuş gibi görünen Katedralde ayin sürerken bir köşesinde, yaklaşan Noel dolayısıyla, üzerinde kuyruklu yıldızıyla samanlık ve bebek İsa düzenlemesi var.

Rehber “Portekizliler, 20 Ocak 1565’te gördüklerini nehir sanıp, Ocak Nehri ismini veriyorlar, Brezilya adı ise kırmızı renkli Brasil odunundan geliyor… yerliler şekerkamışı tarımı için köleleştiriliyor, daha sonra Kuzey Afrika’dan gelenlerle birlikte, altın madenlerinde, kahve plantasyonlarında çalıştırılırken… 2. Don Pedro 1822’de bağımsızlık ilan ediyor, Rio 1960’a dek başkent… şehir içinde 33 plaj var… bazı araçlar, şeker kamışından mamul alkolle çalışıyor… manzaralı bir evin fiyatı 1 milyon dolar” diyerek sözünü bitirir, grup tekrar otobüsten inip biri –üzeri kaya tırmanışı yapan, birbirine iplerle bağlı, ortancanın karıncalara benzettiği sporcularla kaplı- yassı, diğeri diklemesine duran çok büyük iki kayadan ikincisine teleferikle çıkmaya hazırlanırlar. Yerlilerin şeker somununa benzetip Pande Azucar adını verdiği tepenin İngilizce ismi Sugar Loaf.

Teleferikle ulaşılan noktada, muhteşem manzaraya hâkim terasta, çepeçevre dolaşarak fotoğraf çekilirken, bir yükselti üzerinde modern, zarif bir genç kız heykeli ve ayakucundaki plakette yazanlar: Rio (mythological Guanabara) by Remo Bernucci; The skirt-The waves of the sea; The curved waist-The beaches; The breast-The mountains; The hair-The forests; The silhoutte-The gracefulness of the carioca woman; And at the foot of the statue the ibis. (Poetic wiew of Rio de Janeiro by Cristovao Leite de Castro)

Otobüs, şehir turunu noktalayacakları, değerli taş üreticisi, 900 kişinin çalıştığı 30 katlı H. Stern Mağazası önünde durur. Girişte caipirinha ikramından sonra, üzerinde Kurban Bayramınız Kutlu Olsun yazılı, şeker dolu bir kutuyla, Brezilyalı eşinin peşinden gelip buraya yerleşmiş Hasan Bey’in karşıladığı grup, değerli taş işçiliğini camekanlar ardından izlerken anlatılanlar; “Brezilya, değerli taş üretiminde, Dünya’da ilk sıralarda yer alıyor, Aquamarin’in %90’ı, Zümrüt’ün %55’i Brezilya’dan çıkıyor, kaliteyi renk ve koyuluğu belirliyor… Kraliyet Topazı, Dünya’da sadece Brezilya’da, açık ocaktan elde edilmekte, tükendiği için de giderek değer kazanması bekleniyor… elmas geleneksel biçimde nehir yataklarından…” “Abla” geniş vitrinlerdeki çok değişik renklerdeki taşların renklerini adlarına denk getirmekle meşgul; Kraliyet Topazı, kehribar tonları; Ametist, mor; Sitrin, sarı; Turmalin, kırmızı, yeşil… renk geçişleri içeren taşlar, tavandan sarkan zincire bağlı cam piramitler içinde, zarif biçimde sergilenmekte…

Mağazadan çıkıp, sokağı diklemesine keserek deniz kenarına inen dörtlü, plajlar boyunca kumdan yapılmış Feliz Navidad yazılı Noel Baba heykellerini, rüzgâr sörfü yapanları, büfelerin yanında delik tepesinde birer kamışla suyu içilip çöpe atılmış Hindistan Cevizi yığınlarını, arabalarda satılan tulumba tatlısı benzeri hamur işini, alevli şiş kebapları, kumda tente altında masaj masası üzerinde hizmet verenleri, gitar çalanları, dans edenleri… izleyerek, otele dek yürür.

Akşam yemeği Esspaso Brasa’da; Etin, akla gelebilecek her şekli, döner şişlerine takılı servis edilmekte, açık büfede ise meyvelerle pişmiş ya da çok baharatlı etler serviste… Gözü, duvardaki aynanın bir karış üzerinde döşeli rayda yolculuk eden oyuncak trenin tekrar geçişini kollayan “abla”ya göre "Brezilyalı’ların vejeteryan olması mümkün değil!"

Gece, Plataforma’daki Samba Gösterisi ile sona erer; perde açılmadan, ülkesinin beş Dünya Futbol Şampiyonluğu’nu açıklar nitelikte, 15 dakikadan fazla top sektiren bir genç kız, ardından özel kas yapıları yüzünden ayrı güzel, zenci ve melez bedenlerin kıvrak sambaya eşlik edişi, erkeklerin uyumlu harketlerle yaptıkları çok estetik bir çeşit dövüş dansı, yerli geleneğinin izlerini taşıyan kostüm ve melodiler, izleyicilere kendi dillerinde -Türkiye’ye de “Kâtibim” eşliğinde- “merhaba” diyen sunucu…

8 Ocak 2009 Perşembe

Madrid'ten aktarmayla Atlantik Okyanusu'nu geçen "abla", kız kardeşleri ve teyzenin niyeti Brezilya, Arjantin ve Şili'yi görmek!

6 Aralık 2008, sabah, saat 04:00’te kız kardeşlerinin, taksiyle uğrayıp aldığı “abla” ve onlara havaalanında katılan teyzeleriyle tamamlanan çekirdek grubun Güney Amerika yolculuğu için aktarma yapmak üzere bindiği uçak 7:15’te havalanır, 11:20’de İspanya, Madrid’e konar. Cep telefonları, hizmet aldıkları yeni servis sağlayıcıları vik! bip! sesleriyle bildirirken saatler, kişisel çabayla birer saat geri alınır, Atlantik Okyanusu’nu aşacak uçağa binilir. Uçuş tarihinin ilk zamanlarında Ekvator Çizgisi’ni aşanlara törenlerle verilen –bir arkadaşının evinde gördüğü, günün anlayışı sade bir grafikle tasarlanmış, 1937 tarihli, çerçeveli- sertifikalar çok geride kalmış; “bari uyanık olsaydım da, arada uçağın durumunu belirten ekrandan, Ekvator’u geçtiğimi bileydim” diye hayıflanan “abla”nın saati, 12:30 gibi -artık anlamsız- bir zamanı gösterirken, yerel saatle 19:30’da, Brezilya, Rio de Janeiro’ya inen 24 kişi bir kez daha, -bu defa Türkiye’den 4 saat geri olmak üzere- saatleri düzeltirler.

Grubu karşılayan yerel rehber, saatinde resmini taşıdığı Atatürk hayranı Fernando ile şoför Elio yönetimindeki otobüs, havaalanıyla, Portekizli denizcilerin verdiği isimle Ocak Nehri anlamında, Rio de Janeiro arasındaki 15 km’lik yola koyulduklarında, İstanbul’dan birlikte yola çıktıkları rehberin anlattıkları; Brezilya’nın nüfusu 188 milyon, toprakları ABD genişliğinde, Amazon Nehri havzası, geniş ormanları yüzünden çok zengin flora ve faunaya sahip, Sao Paulo en büyük kenti, en turistik olanı Rio 11,5 milyon, parası Real, 2.2 Real 1 USD’ye eşit, kıtanın Portekizce konuşulan tek ülkesi…

Otelde, limon, şeker, votka ve buz ile yapılan caipirinha ile karşılanan grup, oda dağılımı sonrası, 100 yıl önce aylarca sürecek yolculuğu bir güne sığdırmanın -belli ki daha çok psikolojik- yorgunluğuyla odalarına çekilir.