17 Kasım 2009 Salı

2 Kasım 2009, yol boyu üfüren sert Poyrazın üşüttüğü "abla" Dalaman'dan evine dönerken, ego'su Sebastian'la görüştüğü uzun bir iç yolculuk da yapar.

Sabah, kuzeninin, kendisini işe gitmeden garaja bırakmasını isteyen "abla", yaz tatillerinde, bayramlarda bir araya geldiklerinde, eşsiz güzellikte çocukluk anıları ürettikleri; hayata, mantıklı, sorumlu bir pencereden bakan, çocukken bile olgun haliyle akrabaların kendisini koydukları özel yeri haketmiş sevgili kuzeniyle sarılarak vedalaşır. Yirmili, otuzlu yaşlarından başlayarak, aralarına, evlilikler, çocuklar, yaşam gailesi yüzünden, -yürekte değilse de, yöresel- ayrılıklar girmiştir; nasıl geçtiği hiç anlaşılmayan uzun yıllar sonunda çocuklar (ve kocalar) kendi rotalarını çizer, artakalan zamanda kuzenler yeniden buluşur. Böyle özel bir anlam da taşıyan Dalaman seferi, bir anlamda -sakin yaşamlar seçip kendilerini arayan- kuzenlerin, birbirlerini yeniden buldukları özel bir zaman olur.

Otobüsün kalkmasına bir saat var: Garajın ardındaki, yüksek palmiye, okaliptüs ağaçları dibinde bir masaya yerleşen "abla", çay ocağından aldığı su bardağında büyük çayın yanına bir gün önce kahvaltıda yiyemeyip paket yaptırdıkları katmeri açar, iki masa arkadaki, kuş cıvıltılarıyla süslü sohbeti dinleyerek güzeeeelce kahvaltısını yapar. "Taşrada zamanın jel kıvamı" hakkında fikri olduğundan, kasabanın ana caddesinde 40 dakikalık bir yürüyüş yapar: Bir veteriner dükkânını açan, sevgiyle yedi tane kedisi, köpekleri ve kuşu olduğunu anlatan sıcakkanlı tezgâhtar kızla -patronu gelene kadar- ahbaplık eder, garaja döner. Otobüs firmalarından birinin önünde satılan, -ithâlinin adedi yaklaşık 5 TL'yken, yerlisinin 8 tanesini 6 TL'ye- avakado satın alır, fermuarını araladığı boş bavuluna atar.

Geniş, bitek coğrafyada, Ortaca, Köyceğiz, Gökova, -çocukluk anılarında, kıvrılıp bükülerek, içleri bulanıp arada kusarak, bin zahmet tırmanıp indikleri toz kokulu- Sakar Yokuşu, Muğla, Yatağan, Aydın rotasını izleyerek aldıkları yol, 5-5,5 saat sonra İzmir'de sona erer. Edremit Belediyesi'nin eski ama, -arada kolonya ikramı da yapılan- temiz otobüsüne, 15:30'a bilet alan "abla" yerini alır, molaya dek, aman uyuyup bir şey kaçırmamayım! diyerek dört açtığı gözleri kapanır.

Moladan sonra, yanındaki Akçay yolcusu emekli hemşire ile tutturdukları, Dünya yaşamında yapıp ettikleri konulu sohbet sürerken, ego'su Sebastian "içerden" lâfa girer: "Yoğurt!" Sebastian, "abla"nın hizmetinde olması gerekirken, birlikte yaşadıkları binlerce reenkarnasyon içinde nasıl yapıp ettiyse, "abla"yı parmağında oynatır hale gelmiş ego'sunun adıdır. Bunu keşfeder etmez, "abla"nın, hizmetkârın ego olması gerektiği bilinciyle, ilişkileri/hiyerarşiyi belirlemek için -sinemanın, katil, uşak Sebastian! klişesinden ilham alarak- Sebastian adını verdiği ego'su, gönül bölgesinde barınır, yaklaşık pigme boyundadır, beyaz tek askılı keten bir elbisesi, kel kafası ve sürmeli gözleriyle eski Mısırlı rahipleri andırır.

İleri yaşta evlenmiş, iki yetişkin çocuk sahibi, dengeli, huzurlu bir yaşam sürdürmüşe benzeyen hemşire "abla"nın -görece- fırtınalı yaşamını şaşkınlıkla dinlerken Sebastian'ın, sessiz "yoğurt!"-tarifini aldığı sevgili arkadaşının adıyla Sülün Hanım Yemeği yapmak üzere gereken "yoğurt!"...

Akşam karanlığında, sert Poyrazın da etkisiyle terkedilmişe benzeyen Karaağaç'ta yoğurt bir yana, "abla", kendisini 5 km ötedeki yazlık sitedeki evine götürecek taksi bulsa, ne devlet!

Çok haklı nedenlerle ayrılmaları gerekli, hatta zorunlu iki sevgili gibi, "abla", Sebastian'ın dayatmalarına direnmeye çalışırsa da, yüreğinin içinden bilir ki; taş devrindan bu yana birlikte yaşadıkları binlerce doğma-ölme-yeniden doğma... süresince, Sebastian zamanında ve yerinde, gerekli, zorunlu, hatırlatmalar, dayatmalarla önlemler al(dırar)arak "abla"yı hayatta tuttu. "Yiyeceğinin tümünü yeme!" dedi, "akşam iniyor, barınacak bir yer bul" ya da "kış geliyor, barınağını sağlamla..." ve "sonunda acı var, âşık olma!.."

Tanrı'nın bir parçasını -DNA'sında- taşıdığından emin kendisi ile buluşup birleşme sürecinde "abla", oturduğu yerde bitkin düşmesine neden olan, ego'sunun dürtmeleriyle durmaksızın dolanan zihnini yakaladığında, yüreği eski hizmetleri dolayısıyla şükranla dolu, "yeter koşuşturup durduğun, biraz otur dinlen!" diyerek, şefkatle, tahta masası yanındaki ahşap iskemleye oturmaya çağırdığı Sebastian'ı emekli etmesi gerektiğini bilir.

Ve ne mutlu, "abla" bunun yalnızca, bir zaman meselesi olduğunun bilincindedir.

16 Kasım 2009 Pazartesi

1 Kasım 2009, "abla"nın Dalaman seferi altıncı günü: Şadırvan'da kahvaltı, Dalaman Çayı, Sarıgerme, Kükürt, Dalaman Devlet Üretme Çiftliği

Kasım'ın, hafif bulutlu, serin birinci günü, batıya yönelen kuzenler, Sarıgerme'ye giderken, Ortaca yönünden sağa saparak ulaştıkları Şadırvan'da kahvaltı molası verirler. Bir portakal ağacının meyve yüklü dalları altına oturur, yine yok!'un yok, olduğu dört dörtlük bir kahvaltı yaparlar.

Dalaman'ın bulunduğu Akdeniz Bölgesi'ni, Ortaca'nın bulunduğu Ege Bölgesi'nden ayıran Dalaman Çayı'nı geçer, doğanın bir başka hediyesi Sarıgerme'ye ulaşırlar.

Ailenin seyahat gurusu küçük kız kardeş, "80'li yılların sonunda arkadaşlarıyla Sarıgerme'ye geldiklerini, içecek su bulamadıklarından yörenin ismini Sakıngelme! şeklinde değiştirdiklerini" anlatır. Oysa, "Abla"nın Dalaman'da da gözlediği gibi, alçak binalar arasından geçen, geniş ızgara planlı cadde ve sokaklarla düzeyli biçimde yapılaşan kasabaları birbirine bağlayan düzgün geniş yollar, o günlerden bu yana bölgede, başta bilinç, çok şeyin değiştiğini göstermekte...

Bir ucuna, önünde, beyaz göbekleri güneşe bakar durumda serili yabancıların yattığı oteller dizili, geniş, uzun, ince kumuyla muhteşem güzellikteki doğal plajın iç kısımları, şimdilerde toplanıp üstüste yığılmış ahşap masa-sıra gruplarıyla, çam ağaçı gölgeli güzel bir mesire yeri. Büfe, ilk yardım kabini, çeşmeler, zakkumlar arasındaki tuvaletler, -"abla" kalabalık mevsimde nasıl olduğunu kestiremese de- belli bir standart sergilemekte...

Çaylarını içip yola dökülen kuzenler, Fevziye Köyü'nden sapar, üzerinde düzgün bir el yazısıyla sadece KÜKÜRT yazan tabelayı izleyerek 5-6 km. sonra kaynağa ulaşırlar. Tepenin dibinden kaynayan kötü kokulu 30 derece sıcaklıktaki su, genişletilerek açılmış havuzu, turkuaz rengi suyla doldurmuş. Arazinin sahibi, kuzenle tutturduğu sohbete göre, Dalaman'daki yeni PTT binası yapanlardan... Suyun dereye dönüştüğü ucu üzerinden, salaş asma köprüyle kayalar arasındaki gözeye varıp fotoğraflayan üçlü, havuzun, üzerine hasırlar serili sekilerin bulunduğu diğer kenarında oturur, suyun sıcaklığı sayesinde kışın havuza girmenin keyfini konuşurlar.

Günün son durağı, gürbüz, bakımlı ineklerle dolu bölümü ardına, göz alabildiğince yayılmış narenciye bahçeleriyle Dalaman Devlet Üretme Çiftliği: Bir zaman sonra, verimli güzel toprakların golf sahası olması olası çiftliği geçen uzun -çıkmaz- yol, askeriyeye ait kısmın bitiminde, bir sürpriz yaparak denize varır: Birer metreküp büyüklüğündeki saplı beton bloklarla bilimkurgu mekânına benzeyen mendireğin karşında Eşek Adası var. Ötesi, Akdeniz ve Libya...

Askerî bölgenin ardında kalan Dalaman Havaalanı'na inen iki uçağı izleyen kuzenler eve dönerler. İyi ev sahibesi kuzenin hazırladığı balık yenir, yeniden arabaya binilir, gece yolculuğuyla İstanbul'a dönecek küçük kız kardeşi yolculamak üzere -lojmanlardan 5-6 km ötedeki- Dalaman'a, otogara gidilir.

Sonunda, araba fikrine her daim muhalif "abla" hak verir, araba olmasa bu kadar yer görmek, günü, bunca verimli değerlendirmek mümkün değil!

15 Kasım 2009 Pazar

31 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi beşinci günü: Kara, bir de denizyoluyla İztuzu Kumsalı, Dalyan, deniz kaplumbağası, közde mavi yengeç...

Teyze eksiğiyle, kahvaltıdan sonra yola koyulan kuzenlerin ilk durağı, karayoluyla ulaştıkları İztuzu Kumsalı; bir önceki gelişine göre, kaplumbağaların yumurtlama ve denize ulaşma parkurunu belirleyen işaretlere bakarak, gelişkin çevre bilinci gözleyen "abla", 23 yıl önce, bu konuda herkesin şikâyetçi olduğunu hatırlamadan edemez. Bulutlu havada, bir yanı çamlarla kaplı tepelere dayalı Dünya harikası kumsalda yaptıkları yürüyüş, yağmurun atıştırmaya başlamasıyla son bulur.

Dalyan'da, mevsimle birlikte, 10 TL'ye İztuzu'na dolmuş yapan tekne seferleri kapanmış. İki gençle birlikte -60 TL'ye- bir tekne kiralayıp yola koyulan "abla" üçlüsü, kendilerine tepeden bakan, kayalıklara oyulmuş Caunos Kral Mezarları dibindeki sazlıklar arasından, suyun diğer yakasındaki şirin, küçük lokantalar, pansiyon ve evleri gözleyerek süzülür. Sıcakkanlı Vedat Kaptan'ın, istek üzerine Türkçe Pop yayını yaparak ilerleyen teknesi, tamamı 40 dakikalık yolculuğun ortalarında bir yerde, sazlar arasında bir açıklıkta, salaş bir iskeleye sabitlenmiş görünen kulübetekneye yanaşır, durur. Niyeti, yolcularına, esas evi Köyceğiz'de olup, yaşamının büyük kısmı kulübeteknede geçen, balık, yengeç avcısı genç kadının, ipe bağladığı mavi yengeci suya atıp çekerek çağırdığı kaplumbağalardan birini, yakından gösterebilmek. Bedeninin alt ve iç kısımları mavi koca bir yengeci, boynuna kolye gibi -usturuplu biçimde- tutan Vedat Kaptan fotoğraflanırken "abla" ile kız kardeşi de, kulübeteknede közde pişmiş iki tanesinin (adedi 5TL) tadına bakarlar. Arada suyun dışına yükselen kaplumbağa kafasının yarattığı heyecana, yanlarına yanaşan diğer sandalın dört yaşındaki yolcusu Ulaş'ın, "ben göremiyorum, bana da gördürür müsünüz?" sözleri, bolca neşe katar. Beklenti sona erer, bir metreye yakın çapıyla kaplumbağa, tüm görkemiyle görünür, poz verir sonra yavaşça suya karışır.

İztuzu Kumsalı'nın, (sabah bulundukları noktasının) simetrik öte ucuna -bu kez denizden- ulaşan teknenin yolcuları iner, sahildeki kalabalık turist grubuna karışırlar. Bir saat sonra tamamıyla terkedilmiş görünecek kumsala yayılan müzikle, içecek, yiyecek satışı tüm hızıyla sürmekte... Barakalardan birine yapıştırılmış büyük resimli afişte yazanlar:

Türkiye'deki Deniz Kaplumbağaları ve Yaşam Döngüleri,

İribaş Kaplumbağa (Caretta caretta), Deri Sırtlı Kaplumbağa (Dermochelys coriacea) ve Yeşil Kaplumbağa (Chelonia midas)
Mayıs-Temmuz Üreme, 2 ay kuluçka, Temmuz-Ağustos- Eylül yavru çıkışı, 22-30 yıl erginleşme, Nisan çiftleşme... Üreme Kumsallarımız Ekincik, Dalyan, Dalaman, Fethiye, Patara, Kale, Kumluca, Çıralı, Tekirova, Belek, Kızılot, Demirtaş, Gazipaşa, Anamur, Göksu Deltası, Alata, Kazanlı, Akyatan, Yumurtalık, Kazandağ


Cankurtaran kulesine çıkan Vedat Kaptan yolcuları, kumsalın ucunda deniz ile tatlı suyu karıştığı noktayı görür, fotoğraflarlar. Akşam yaklaşmaktadır; tekneye biner, dönüşe geçerler, bahçesinden olduğunu söyleyip, ayıkladığı mandalina ve narları ikram eden kaptan, yeni evli olduklarını öğrendiği, birbirlerine "Pino", "Levo" diye seslenen alçakgönüllü, güzel gençlere, çocuklarının, torun konusunda ağırdan aldıklarını söyleyip sızlanır. Kuzen, Amerika'da yaşayan, biri müzisyen, diğeri sporcu yol arkadaşlarıyla söyleşirken, Vedat Kaptan geçtikleri su barikatını göstererek "14 Eylül'de kapanıyor kapılar... çupra, kefal... denize geçişi engelleniyor" açıklaması yapar. Pınar Kaptan yönetiminde yol alırlarken, yanlarından geçen tekne, az önce kumsalda kendilerine satış yapan adamları taşımakta...

Yağmur yüküyle bulutlar, Dalyan üzerine abanmışken kıyıya yaklaşıp Vedat Kaptan'ın, çantasından bir tavanın sapının çıktığı hanımını alır, şifalı çamur banyolarına yönelirler. Kıyıya atlayan hanım rehberliğinde, kısa bir yürüyüşle, daha bâkir bir havuzcuğa ulaşırlar. Alacakaranlık çökerken Levent'in, kötü kokulu suyun başındaki görkemli çamur yığınından bir parça koparmak üzere yaşadığı macera, uzun süre unutulacak gibi değil... Yağmur çiselemeye başlarken, -bir topak da "abla"nın aldığı, yüz maskesi yapılacak- çamurlarına kavuşan mutlu yolcular, tekneye biner binmez boşanan yağmur altında, zor bela bir aralık bulup yanaştıkları rıhtımda, birbirlerini tanımaktan memnun, vedalaşarak ayrılırlar.

14 Kasım 2009 Cumartesi

30 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi dördüncü günü: Çınar'da kahvaltı, Marmaris, İçmeler, Kız Kumu, DHMİ'nde brifing

"Abla"ve kız kardeşi, teyze ile kızı dörtlüsü, sabah havanın açık olmasından yararlanarak, -yörede neredeyse gelenekselleşmiş- açık hava kahvaltısı için Çınar'a giderler.

Bodrum, Muğla ve Yayla Evi tarzında evlerin yanısıra, Denizli'de termal tesisleri bulunan Çınar Restaurant bir masal mekânı; ulu çınarlar altında, minik köprülerle bağlanmış adacıklardaki, birbirinden güzel kedileri gagalayan haşin tavukların çevrelediği masalarda, kahvaltı adına yok, yok!

Hiç üşenmeyen kuzenin arabasının burnu bu kez, -azıcık kuzey- doğuya yönelik. İlk durak, Datça'ya giden feribotun kalktığı iskele yanındaki, -60'lı yılların başında, "abla"nın babası Marmaris'e kaymakam olarak atandığı yıllarda, yolu olmadığından, motorlarla gelip, paçaları sıvayıp denizden yürüyerek ulaştıkları-, tabelada yazılı adıyla Marmaris Günnücek Millî Park Günübirlik Ormanı. İlkokula Marmaris'te başlayan "abla"nın, yöreyle ilgili anıları, babasının çektiği dialarla tazelenmese unutulup gidecek. Çınara benzeyen yapraklı Sığla Ağacı'nın kurumuş kabuğu yakılarak elde edilen tütsü anlamında Günnük, sık ağaçlı ormana adını vermiş. Önleri sıra yürüyüp, kendini yerlere atarak sevilme talep eden sırnaşık Sarman'la birlikte iskeleye yürüyen dörtlü, yelkenlilerle nakışlı geniş bir Marmaris panoraması yakalar.

Marmaris'te ikinci ziyaret noktası, İçmeler: Teyzenin anlatmasına göre, "40 bardak içenin bir testi kapıp ağaçların ardına koştuğu", içeriyi temizleme özelliğine sahip şifalı suyun, -zamanında yalnızca motorlarla ulaşılan- kaynağını soruştururken, bir ara deniz suyu ve hatta yapılaşma sırasında kanalizasyon karıştığı bilgisi edinen dörtlü, "limana doğru yürüyün, orada olabilir" önerisine uyar, dağın yamacına dayalı liman dibinde rastladıkları, Bodrum taşı ile kaplanmış, iki oluktan akan köpüklü suyun bu olabileceğine hükmederler. "Abla"nın şöyle bir tattığı su, hafif tuzlu, -sanki biraz da Van Gölü suyunu hatırlatırcasına- sodalı... Kıyıda turistler güneşe açılmayı sürdürürken, tesisler ikişer üçer kapanmakta.

Ardarda dizili oteller, evlerle Marmaris'e eklenmiş İçmeler'den dönüşe geçen grup, bir aralık yakalar; küçük kız kardeş, dialardan hatırladıkları Yalancı Dede'nin yattığı yatırın bulunduğu, uzaktan boğaz gibi göründüğünden Yalancı Boğaz'ın fotoğraflar.

İçmeler tarafından girişte, pasta dilimine benzeyen formuyla bir pizza dükkânı "abla"ya, -23 yıl önceki ziyaretlerinde tazelenen-, 45 yıl önceki Sini'yi anımsatmakta... Taksi durağında konuştukları şoförün, karşısındaki otelin bu ismi taşıdığını söylemesi üzerine, iz üzerinde olduğunu düşünen "abla", yakınlarda olduğunu hatırladığı kaymakamlık lojmanına, sora sora ulaşır. İyi ki, 23 yıl önce buralara gelmiş, küçük kız kardeşin doğduğu, bahçesinde, babasının, masasındaki küllüğü model alarak yaptırttığı küçük kırmızı balıklı bir havuz bulunan, başlarda tek katlı bitişik iki bina iken sonraki ziyaretlerinde iki katlı olduğu için tanımadıkları lojmanı görmüşler! Bahçe yok olmuş, daracık alana da olabildiğince büyük, arkası garajlı, girişi polis kulübeli yeni bina kondurulmuş.

Lojmanın, papatyalı bahçe çiti dibinden kaldırım, cadde, kumsal, deniz düzeninde, uzaklıklar aynı kalmış olsa da, tertemiz denizi dahil, çocukluklarının, kırmızı beyaz şemsiyeli derme çatma tahta kabin dekorlu plajda yanıp da soyulmasınlar diye limonsuyu, zeytinyağı karışımına bulanıp 8 ay sudan çıkmadıkları bâkir Marmaris'inden hiç iz yok...

Günün üçüncü durağı, aşağıdan görülmediğinden, önce tepeye çıkıp fotoğrafladıkları, Marmaris-Orhaniye Kız Kumu: Bir kaç masa ile girişte satıcının, kız kumundan yapıldığını söylediği düdüklü testi ve hediyelik yığılı tezgâh berisindeki tabelada yazılı şekliyle,
Kız Kumunun Hikayesi
:
3 bin yıl önce Baybassos Kentinin kralı uzun savaş günleri sonrası savaşı kaybetmiş, kenti ele geçirilmiş ve öldürülmüş. Baybassos Krallığının güzeller güzeli prensesi korsanlardan kaçmak ister. Prenses yüzme bilmediğinden eteğine kum doldurur ve karşı kıyıya geçmek için eteğindeki kumları serperek kendisine yol yapmaya çalışır. Fakat gece yönünü kaybettiği için eteğindeki kum bitince boğularak ölür.


Çok tuhaf doğal oluşum, kuzen, karşı kıyıdaki otelden suya girip koyun ortasına kadar yüzdüğünü, oradan 600 küsur metre genişliğindeki bir bant şeklinde, derinden yükselen toprak parçasına çıkıp yürüyerek diğer kıyıya çıktığını anlatmasa, akıl alır gibi değil! "Abla" grubu, çaylarını içerken gelen, biri kadın iki kişi kıyıdan uzun süre yürüyerek ve halâ dizlerine dek suda, duruma kanıt oluştururlar. Kız Kumu, ilk fırsatta bu durumu bizzat test etmek isteyen "abla" tarafından listeye eklenir.

Gün batarken kuzen, çok eskiden bataklık olan ovayı kurutmak üzere dikilen iki sıra sık, ulu, geniş gövdeli okaliptüs arasındaki, iki aracın ancak geçebileceği genişlikte, otoyola paralel giderken belli belirsiz seçilen yola girer. "Abla" ile kız kardeş için -mutlu çocukluk anılarına döndükleri, babalarının dialarının kıdemli modeli- bir çeşit zaman tüneli yol, bu kez digital makinenin, video kayıt marifetiyle kaydedilir.

Akşam yemeğinden sonra, teyzeyi İstanbul'a yolculamak üzere havaalanına giden dörtlü, sakin iç hatlar salonundan günün son uçağına binen teyzeyi uğurlar, şef kuzenin, önlerinde radar görüntüsü yansıyan ekranlarla çalışan, iniş kalkışları kontrol eden grubuyla tanışmak üzere kontrol odasına giderler. Aralarındaki en deneyimli, taze baba, sıcakkanlı genç adam, "abla" ile küçük kız kardeşe ayrıntılarıyla ne yaptıklarını, ekran üzerindeki küçük işaretleri tek tek anlatarak açıklar. Ne varki, tüm bastırmalarına yüzünde hafif bir tebessümle direndiği "abla"nın "Dalaman semalarında UFO'lar?" konulu sorularına yanıt vermez, Nuh derse de Peygamber demez!

13 Kasım 2009 Cuma

29 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi üçüncü günü: Ölüdeniz, Gemile Koyu, Kayaköy, Yalçın Restaurant, İngiliz yerlilerden yol sormak

Sabah saat 07:00 sularında, kasabanın ortasındaki yüksek okaliptüslü çay bahçesine sırtını dayamış alçakgönüllü otogara gelen "abla" ile kuzeni, İstanbul'dan gelecek olan, ailenin seyahat gurusu küçük kız kardeşi beklerken, gözlerine, bir kuytuda günün anlam ve önemi doğrultusunda hazırlık yapan baloncu ilişir. Şişirdiği beyaz ay-yıldızlı, kırmızı, büyük balonun dibine üç adet küçük pastel renkli balonu bir sopaya bağlamakla meşgul baloncudan siftah yapar, yolcularını "Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!" diyerek karşılarlar.

Kahvaltı, bir araya gelmenin sevinçli sohbetiyle uzar. Perşembe günü Dalaman'ın pazarı; bir göz atılmazsa olmaz! Kocaman marullar yığılı tezgâha seğirten teyzenin hızını, kızı, "seradır..." diye kesecekken, yığının ardındaki satıcı, sıcak saca oturmuş gibi fırlar, "hadi gidelim tarlaya bakalım!" der, "ama benzin paramı alırım..." Teyze, abartmasız 5-6 kilo gelen marulu, onu kendilerinin ektiğini söyleyen 2-3 genç kadından atik davranıp alır. Çok taze, tanesi belli belirsiz seçilen bezelye alışverişinden sonra dörtlü, bitek toprakları resmeden bereketli, bazıları -yörenin İngiliz yerlisine yönelik- ürün adının İngilizce okunuşunun yazılı olduğu etiketlerle süslü, bu şekliyle de kimin ne işine yaradığı belirsiz tezgâhlar arasından geçerek, taze yaşam kokulu pazarı geride bırakırlar.

Fethiye, Ölüdeniz'i çeyrek yüzyıl önce bıraktığı gibi bulan "abla", güzel düzenlenmiş çevrede o yıllarda tek tük rastlanan yabancının, yerini, şimdi kendileri de dahil üç beş Türk'e bıraktığı saptaması yapar. Üzerine, Babadağ'dan yağan yamaç paraşütçüleri ile rengârenk, turkuaz denizde bir saate yakın kalan kuzenler, programın geri kalan kısmı için yeniden yola düşerler: Ön koltukta bu kez, küçük kız kardeş oturmaktadır.

Tabeladaki yazılışı ile Gemiler, Gemile Koyu, "abla"nın aklında, karşısındaki, üzeri kilise kalıntılarıyla, dibi zarif yelkenli silüetleriyle süslü -mevsiminde teknelerle ulaşılabilen- ada ile, bir fotoğraftan çok, hayâl gücü ürünü muhteşem bir tablo olarak kalır. Kıyıda, ayakları dibinde kedisi ile balık avlayan kadın, kalın giysiler içinde, gitmeye henüz hazır olmayan bir kaç kampingciden biri...

Kayaköy'e giderken gözlerine ilişen sarı tabeladaki Af Kulesi Manastırı, kâşif ruhlu kuzenin ilgisini çeker; arabanın burnunu o yana döndürür; toprak yolda sabırla bir zaman yol aldıktan sonra iner, mis gibi nemli bitki-toprak kokan ulu ağaçlı ormanda, keyifle 15 dakika kadar da yürürler. Ufak bir alanda karşılaştıkları, manastırdan dönen aileden "denizin de göründüğü, sarp, Sümela'nın el değmemişi, tuvaleti bile olan manastıra gitmek için patika ile 20 dakika kadar tırmanmalarına değdiği..." bilgisini alırlar. Ne yazık, güneş batma hazırlığı içindedir; Af Kulesi Manastırı ziyareti bir başka gelişe ertelenir.

Kayaköy girişindeki tabelada, küçük kız kardeşin fotoğrafını çektiği tabelada yazılanlar:

Kayaköy
(Karmylassos)
Kentin tarihi geçmişinin M.Ö. 3 binlere kadar gitmesine rağman günümüze ulaşan az sayıda lahit ve kaya mezarları M.Ö. 4 yy'a tarihlenmektedir.
Yamaca dayalı mevcut yapı gruplarının tamamı 19. yy.'ın 2. yarısı ile 20. yy.'lın ilk çeyreğinde yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında bölgede yaşayan Rumların Batı Trakyadadaki Türkler ile mübadele edilmesi sonucu evler boşaltılmış, yapıların ahşap unsurları doğal etkenler sonucu tahrip olarak kent bugünkü görünümünü almıştır.
Kentte her biri 50 m2 ölçülerinde birbirlerini manzara ve ışık açısından engellemeyen 350-400 civarında ev ile yapılar arasında serpiştirilmiş çok sayıda şapel, 2 büyük kilise, bir okul ve bir gümrük binası bulunmaktadır.
Siz değerli konuklarımızdan kentin temiz tutulması, tahrip edilmemesi konusunda ilgi ve yardımlarınız beklenmektedir. Teşekkür ederiz.


Girişte bilet almak isteyip bir görevli bulamayan dörtlü, batmakta olan gün ışığıyla daha bir güzel Kayaköy'de yavaş yavaş tırmanarak 17. yy. yapısı kiliseye ulaşırlar. Zamanında kimbilir ne güzel avlunun, taş mozaik döşemesindeki iri boş yuvarlaklar, tabeladaki ...kentin temiz tutulması, tahrip edilmemesi konusunda ilgi...'nin ne anlama geldiğini göstermekte.

Günün son durağı, kuzenin "etleri çok lezzetli" dediği Yalçın Restaurant: Toprak zeminli güzel bahçedeki masalardan birine yerleşip kırmızı et siparişi veren dörtlü, kısa zaman sonra başını kazların çektiği, kediler, tavuklar ve hindilerden oluşan, ekmek ikramını hiç geri çevirmeyen neşeli, yaygaracı hayvanlarca sarılır. Yıldızlı gök altında, -bir kişinin İstanbul'da ödeyeceği fiyata dört kişi - güzel kırmızı şarap eşliğinde yemeklerini yerler, grup eve dönmek üzere yola koyulur.

Bir sürpriz! 29 Ekim kutlamaları dolayısıyla kapatılan Hisarönü kasaba meydanından ara bir sokağa sapan dörtlü yolunu yitirir. Fethiye yönünü sormak üzere durdurdukları sarışın, çocuklu aile, küçük kız kardeşe, net biçimde, İngilizce bilip bilmediğini sorar! "Abla" bir yana, bereket! kız kardeşi, teyze ve kızı, adres tarifi alacak kadar iyi İngilizce bilmektedir de alınan tarif üzerine yol bulunur ve Fethiye üzerinden salimen eve ulaşılır.

"Abla" ile kız kardeşi, izleyen günlerde, kuzenlerinin, karşılaşıp tanıştıkları arkadaşlarının da, buna benzer, İngiliz yerlilerden yol tarifi aldıklarına dair anıları olduğuna tanık olurlar.

11 Kasım 2009 Çarşamba

28 Ekim 2009, "abla"nın Dalaman seferi ikinci günü: Katrancı Koyu, İnlice Koyu, Tersakan Çayı, yerli malı kivi, avakado...

Sabah, şıpır şıpır yağmurla uyanan ana-kız "abla" üçlüsü, -ne yazık, yakında golf sahası olması olası- Dalaman Devlet Üretme Çiftliği'nde üretilen kivi ve avakadolu kahvaltı sonrası, aralanan bulutlardan süzülen gün ışığının ışıldadığı Okaliptüs yapraklarının gölgelediği bahçeyi geçer, arabalarına binerler; "abla" yine ön koltuktadır.

Katrancı Koyu, bir Dünya cenneti; önü kumluk küçük plajıyla, tepelerin derinlerine uzanan, çamlarla, okaliptüslerle gölgeli küçük vadide, halâ karavanları önünde tavla oynayan, yağmur sonrası hırkalı ceketli insanlar, belli ki burayı bırakıp gitmeye kıyamamışlar! Bitimindeki korkuluklu, düzgün taş döşeli küçük patikayla diğer -daha bâkir görünen- koya geçen üçlü, oradaki -daha minik- kumsalı da keşfedip, manzarayı neredeyse tümüyle gören taraçadan, huzur dolu bir zaman boyunca bakınır, koyun yazın yaşadığı dehşetli kalabalığın yarattığı travmadan uzak olmaktan büyük memnuniyet duyarlar.

İnlice Koyu, bir başka cennet; Katrancı Koyu'nun tersine geniş kumsala yayılmış, ilkinin içine kapalı mizacı yerini, dışa dönük şen şakrak ruh haline bırakmış. Ötede beride birkaç kişi, yazla sonbahar karışımı havanın günbatımına dek tadını çıkarma derdinde. "Abla", teyzesi, kuzeni bir masa çevresinde, hırkalarına bürünür, uzun aralıklarla bir araya gelen akrabaların yaptığı türden, anılar arşivine derinlemesine dalar, güzel bir sohbet üretirler.

Sakin, serin, mis gibi toprak kokan hava kararırken Tersakan Çayı üzerinden geçen köprüyü aşan üçlü evlerine dönerler.

10 Kasım 2009 Salı

27 Ekim 2009; "abla", ülkenin güneybatı ucuna iner, Dalaman'a kuzenine gider.

Ölümlerinden uzun yıllar sonra, bir anlamda varlığının sebebi anne ile babasının 52. evlenme yıldönümü 27 Ekim 2009 sabahı saat 04:00'te, gecenin ikisine dek büyük sadakatle -bir kaç CD'lik- vampir dizisi izlediklerinden yorgun çocukları uyandırmamaya özenerek, çantasına bir elma atıp evden çıkan "abla", kırmızı bavulunu sürüyerek asansöre biner, beş kat aşağı iner, onu Taksim'e götürecek kuzenini beklemek üzere serin sabaha, sokağa çıkar.

Hava karanlık; bir aşağı bir yukarı yürüyerek elmasını yeyip, çöpü, içinden bir kedinin fırladığı konteynere atmasından az sonra, sokağın başından beliren arabaya yönelen "abla", kuzeniyle kucaklaşır. Arabada, "abla"nın birlikte, diğer kuzenini ziyaret edeceği gezi arkadaşları teyze ile, bavul gördüğünde terkedileceğini sanıp feryat figan havlayan köpek Köpük var. Kuzen, "abla" arabaya yerleşene dek, bu küçük molayı Köpük için çiş fırsatı olarak değerlendirdikten sonra araba, Köpük'ün kaygılı feryatları arasında yola koyulur. Taksim'e ulaşır, teyze ile "abla" kuzenle vedalaşır, Sabiha Gökçen Havaalanı'na gidecek 05:00 otobüsüne binecek yolcular arasına karışırlar.

Uçakta pencere kenarına oturan "abla", kuzeninin, biletlerini internet alışverişiyle otobüs ulaşımının yarısı fiyata aldığı, 55 dakikalık yolculuğun, kalkış ile iniş arasındaki bölümünü hiç hatırlamaz. Uyandığında deniz üzerinden, uygun hava koridoruyla Dalaman Havaalanı'na inmek üzeredirler.

"Abla"nın, Dünyaya kendisiyle aynı yıl gelen iki kuzeninden biri olan teyzenin kızı, havaalanında çalışmaktadır; onları körüğün başında karşılar, arabasına yerleştirir, yakında, lojmanlardaki evine götürür. Gezmeyi gezdirmeyi, en az "abla"nın, ailenin seyahat gurusu diye anılan küçük kız kardeşi kadar seven kuzenin, misafirleri için sıkı bir gezi programı var.

Üçlü, "abla"nın Marmaris'teki çocukluk anılarında önemli yer tutan, baharda çizilen kabuğundan sızan salgının ecza ve parfüm yapımında, kuru yongalarının tütsü, Mısırlıların mumyalamada, Kleopatra'nın aşk iksiri olarak kullanıldığı, endemik genç bir sığla ağacının ortasında olduğu bahçenin ardına serili çok geniş bir panoramaya bakan mutfak balkonunda keyifle kahvaltılarını yaptıktan sonra, seri biçimde yola koyulurlar, hedef Köyceğiz!

Teyze, buraları daha önce gördüğü için, öncelikli misafir konumundaki "abla", arabada kuzeninin yanına oturtulur. Geniş, bol şeritli, bakımlı yollardan, tünellerden geçerek keyifle varılan, yaz sonrası net nüfusuna kavuşmuş Köyceğiz sakin; göl kıyısına yumuşak yastıklı oturma gruplarıyla birbiri ardına sıralanmış -brüt tatilci nüfusunun şenlendirdiği- cafe'lerin pekçoğu kapalı. Öteki ucundan denize bir çıkış olduğunu anlatıp izleyen günlerde, oraya da gideceklerini söyleyen kuzenin, kıyısında adaçayı içerken, ışıltılı, çırpıntılı güzelim Köyceğiz Gölü'nün dayandığı tepelere çöken, aralarından sızan güneş ışıklarıyla muhteşem bulutların "getirdiği ânî yağmurlar"la ilgili kehaneti gerçekleşmez.

Küçük grup, "abla"nın bayılıp, "gelip burada kalmalı..." diyerek adını not aldığı göl manzaralı otelin ardındaki, beyaz, şarap rengi, turuncu begonvillerle süslü bahçe duvarları arasından yürüyerek arabalarına ulaşır dönüşe geçerler.