21 Aralık 2010 Salı

Konya'daki son gününde "abla", Sille Köyü'nü, Meram'ı, Tavus Baba ile Ateşbaz-ı Velî'yi ziyaret eder.

Kızının Reiki öğretmeninin, nasıl yapılacağını öğretip önerdiği birkaç hareketi hayatına katmak üzere edindiği Tibet'in Gençlik Pınarı kitabından çektirdiği fotokopileri, bir göz atıp, pek açmadığı bir dolaba tıkan kendisi değilmiş gibi, sabah sessiz dergâhın meydanına, bir gün önceki saatte koşarak inen "abla", orada sadece, Tibet Hareketleri için rehberlik eden katılımcı beyi bulur; beş on dakika sonra gelip esnek bedeniyle hareketleri su içer gibi yapan hanımın eklenmesiyle, elbette bir gün öncekinden daha iyi performans sergileyemeden, bir gayret hareketleri tamamlar.

9:30'da toplanıp yola koyulan, kar güzeli Konya'dan sekiz km. uzaklıktaki, rehberden adının, ortasından geçen, ikide bir taşarak ahalisini, -şimdilerde baraj gölüyle kontrol altına alınmış- selle boğuşmak zorunda bırakan sudan gelme olduğunu öğrendikleri, mübadelede yerlisinin büyük kısmı göç etmiş, Romalılara ait anlamına Rum köyü Sille'ye varan katılımcılar otobüsten, Sille Konak isimli hem kendisi, hem manzarası büyülü mekân önünde kahvaltı için inerler.

Kapısında, Sille Konak 1652 Tevellüt yazılı ahşap eski konağın içi kalabalık; üst katta sıcacık sobayla, bağrındaki oyuklarda yaşayanların anılarıyla yüklü, bilge dağa bakan pencere arasındaki uzun masaya yerleşen, rehberin "görüşme" dediği, dervişin kendisine hizmet eden her şeye teşekkürü anlamına gelen öpücüğü çoktan unutmuş, ham gelmiş, ham gideceğe benzer derviş grubu, mükellef kahvaltının keyfine dalar.

Açık büfede, ev yapımı çörek, reçel, kaymak, tereyağ, saflığı erbabınca kontrol edilen bal yanı sıra, tepeler halinde, benim! diyenin, tümünün adlarını sayamayacağı otlar var. Minik sac kaplarda servis edilen omlet, börek, masanın yanı başına konan semaver, en mızmız müşteriyi memnun edecek kahvaltının yan ögeleri. "Abla" için ise en büyük ikram, tam karşısındaki, tepesinde tozuyan incecik karla köyü esirgeyen, tefekküre dalmış derviş huzuru içindeki dağ...

Otobüs, hem İpek Yolu, hem de Roma, Bizans, Kudüs güzergâhında olduğundan önemini hiç yitirmemiş; yerleşimin ilk izlerinin 6000 yıl öncesine dayandığı köyün içinden, ahşap sütunlu Selçuklu yapısı cami önünden geçerek tırmanır. İlk Bizans imparatoru Konstantin'in annesi Helena için MS: 371'de yaptırılan Aya Eleni Kilisesi'nden, tepede Hıristiyanlarla Müslümanların bir arada yattıkları mezarlıktan, tarih saklayan höyüklerden söz eden rehber, genişçe bir düzlükte inen, buzda kaymamak için kol kola girmiş gruplar halindeki katılımcıların önüne düşer, yumuşak volkanik kaya içine oyulmuş, odaları, defin yerleriyle bir kilise kalıntısına ulaşırlar.

El ele verilip olaysız inilen tepeden, Meram Bağları'na yönelen otobüste, "abla", yol boyu, rehberin bilgi vermediği zaman aralıklarında, yanında oturduğu beyin zarif sabrını, kesintisiz sohbetiyle sınamaktan geri kalmaz.

Evliya Çelebi'nin, 1648'de ziyaret ettiğinde, "Peçevi Şehri'nin Baruthane mesiresi, Kırım'ın Sudak Bağı, İstanbul'un yüz yetmiş beşten fazla bahçe ve yanında gülistanları, Tebriz'in Sehcihan Bağı, bu Konya'nın Meram mesiresinin yanında bir çemenzâr bile değildir." dediği Meram'da duran otobüsün yolcusunu, atkestanesi ağaçlarının sarısı düşmüş su bendi boyunca, karlı, buzlu patikayla Tavus Baba Türbesi'ne ulaştıran rehber anlatır: "Baba denir ama aslındaTavus Hatun diye de bilinir. Hindistan'dan baba ile kızı yanlarında tavusla gelip bu tepeye bir kulübe yapıyorlar, güzelliği simgeler tavus, topraktan akrepleri temizliyor. Baba çok güzel rebap çalıyor, kimse görmüyor, sesine hayran kalanlar yıllarca aşağıdan dinliyorlar, adam ölünce, kız, ben bu yaşımda ne yaparım, nasıl yalnız yaşarım deyip kimseye bildirmeden babasını kulübenin eşiğine gömüyor, onun gibi rebap çalmaya devam ediyor. Bir gün rebabın sesi kesiliyor, gidip bakanlar kulübede, bir rebap, bir eşarp, bir kaç da tavus tüyü buluyorlar..."

Bir sonraki durak, Dünya'daki tek aşçı türbesi, Ateşbaz-ı Velî Türbesi: Türbe içinde, sandukanın berisindeki ufacık alanın bir otobüs dolusu insanı alışına şaşıp kalan "abla", ziyaretini yapar çıkar. Bir kıyıda yaşlı bir kadının, naylon torbalar vererek kalabalığı yönlendirdiği tuz dolu tepsiden, birkaç çorba kaşığı alır, bir düğüm attığı küçük torbayı bel çantasına yerleştirir. Dağıtılması önerilen, konduğu kavanoz yıkanmadığı sürece bereketi sürecek tuzla ilgili olarak "abla", "böyle şeylere inanma(m)!" diyecek olanlar için, bir de Yeni Çağ açıklaması geliştirir: "Kristallerin enerji emdiği, taşıdığı, saçtığı bilinen bir şey, tuz da kristal olduğuna göre..."

"Ateşbaz, ateşle oynayan demek" diye anlatır rehber, "Mevlâna'nın katılacağı bir iftar yemeği hazırlığı sırasında odun bitince telâşa kapılıyor, gidip Mevlâna'ya söylüyor, o da ayakların ne güne duruyor, sür kazanın altına diyor. Ateşbaz denileni yapıyor, yemeğin pişmesine yakın içine bir şüphe düşüyor, şüphe yüzünden ayak başparmağı yanıp kararıyor. Huzura vardığında Pîr görmesin diye yanık parmağı diğeriyle örtmeye, gizlemeye çalışıyor, derviş selamı sırasında öğrenmiştiniz ya, bir başparmak diğeri üzerinde, bundan..."

Dergâha dönüşte, meydanda, sobanın başında evin çalışanı hanım ile yardımcısının yaptığı ıspanaklı, patatesli gözlemeler, lezzeti esrarını koruyan ayranla, soba üzerinde demlenmekte olan Tokat usulü keşkek de, tepsi dolusu tepeleme kütür kütür roka ile afiyetle yenir, üzeri cevizli pekmez peltesiyle süslenir.

Akşam üzeri, uçakla dönecek olanlar havaalanına uğurlanır, gece 23:00'te otobüsü kalkacak olan "abla" küçük sırt çantasını toplar, bir grup bir başka dergâha gider, döner. Bu trafik arasında, evin hanımı, bir gece önce yenilen, çok beğenilen bamya çorbası için getirttiği, her biri birer nohut büyüklüğündeki, ipe dizili kuru bamyayı kevgire koyup iyice ovalayarak, "püf noktası budur..." deyip tarife geçer:

"...2 kişi için 50 gr. kuru bamya yeter, plastik kevgirde iyice ovalanmazsa pişmez, ağza batar; iple suya at, bir tutam limon tuzu koy, yumuşayana dek kaynat, süz, ipini sıyır. 2 orta boy soğanı yemeklik kıy, kavur, azıcık biber salçası, 1 kaşık domates salçası koy, üzerine bamyayı ekle; etli istenirse minik doğranıp kavrulmuş 100 gr. etle beraber, azıcık limonlu, 1/4 oranında bol suda helmelenene dek uzun uzun pişir."

Düzenli olarak, abonesi olduğu paralı kanal tarafından aranıp üç kuruş daha fazla ödeyip şuna, beş kuruş ödeyip bir de buna sahip olacaksınız türünden kampanya tanıtımlarına uğradıkça her seferinde, bana bu kadarı yeter, açık havada olmak istiyorum diyerek pazarın dışında kalmayı başaran, hedefi televizyon denen bağımlılıktan tümden kurtulmak olan "abla", konuk oldukları dergâhlarda baş köşede, -günümüzün tartışmasız tanrılarından- TV olmadan da pekalâ yaşandığını, artan zamanın ötekiyle kaynaşmaya kaldığını, böylece iki-üç gün gibi kısacık sürede içten pek çok dostluk doğduğunu saptamaktan sevinç duyar.

Gece ilerler, yola çıkış saati yaklaşan "abla", sıkı sıkı sarılıp vedalaştığı, kendisini dış kapıya dek uğurlamakta ısrar eden zarif insanlar tarafından sevgiyle yolculanır. Otogara gidecek minibüse dek kendisine, bilge tebessümü hiç eksilmeden eşlik eden kardeşi bir başka güzelliktir; "abla" sanki evine gidiyor değil de, evinden gidiyor gibidir.

Döner dönmez kendisini arayan, Dünya üzerindeki çok sayıdaki şeyhe karşın, güvenilir kaynaklardan, aslında sadece birkaçının kriterlere uygun olduğunu öğrenip kendisiyle paylaşan, kısa tanışıklığı kısacık zaman aralığında birmilyonkalem'in yardım kampanyasında çorbada bir tutam tuza dönüştüren, "sarı fincanlı kız" olarak kodlanıp "abla" öyküsünde rol almayı dileyen, "fan'ın olayım abla" demekle kalmayıp gider ayak aldığı iki paket şekeri "yedikçe bizi hatırlarsın" diyerek hediye eden, ilginç rastlantı birkaçı ile Giritlilik orta paydasını yakaladığı, meydanda hiç yabancılık hissetmeden dolanırken boş bulduğunun yanına oturduğunda iki satır sohbet arasında ruhunu, ruhlarına dokundurduğu, bazıları gelmekte olanı sezen eşlerinin desteğiyle çok güçlü, İzmir, İstanbul, Antalya hatta Kıbrıs'tan, yaklaşmakta olan yeniden Altın Çağ'ın mimarları muhteşem kadınların, güzel insanların her biri ile tanışmış olmaktan çok mutlu "abla" evine, Konya'ya gidişinden daha büyük, daha güzel, daha doğru, daha iyi biri olarak döner.

19 Aralık 2010 Pazar

Kar altında, Konya'daki ikinci gününde "abla", Mevlâna'yı ve Şems'i ziyaret eder.

Uyanıp güne hazırlanırken, ranza alt kat komşusu hanımın üşenmeyip bir koşu getirdiği haberle aşağı, meydana inen, Tibet hareketleri için kendisini bekleyenlere katılan, üçüncü harekette, tombul bedenini yerden kaldırmakta nazlanan kolları yüzünden hayâl kırıklığı yaşayan " "abla", sonrasında, her biri kendi alanının ustası öğretmenlerle meditasyon, -kendisini kötü hissettiğinde epeydir soluk almadığını farkettiği, uzun zamandır gündemini işgâl eden- nefes çalışması ve "aaaaaaa" sesiyle tonlama yapar.

Bir gün öncesini aratmayan güzel kahvaltıdan sonra sokağa çıkan grubu, 8-10 yıldır Şeb-i Aruz'da yağmadığını söyledikleri kar karşılar; hemen karşıdaki dükkânın sıcaklığına sığınan katılımcıları çevresinde toparlayan rehber, "Hz. Mevlâna'nın naaşı türbeye girerken babasının sandukası ayağa kalkmış, Allah Allaaah, olur mu öyle şey?" diyerek, "abla"ya kalırsa, Yeniçağ bilgeliğinde epey yol almış, insan giyinmiş yüksek benliklerinin bilincinde, boyutlar ötesi yeteneklerinin farkındaki grubu tartar.

"Şeb-i Aruz, gerdek gecesi anlamına gelir, teni aşığı ile birleşecek, ölüm bir Mevlevî'ye hakarettir, o kefenini, tennure, üzerinde taşır, ölen bedendir. Tasavvuf bize korkmamayı öğretir, seni mezara koydular, korkma, seni ben karşılayacağım... der. Kavuşma, vuslat anlamında da Şeb-i Aruz, 17 Aralık 1273, 04:20..."

"...Dervişin birini, efendisi köyüne yollar, yolu üzerindeki kendi efendisini ziyaret etmesini söyler; epey yol alan derviş güzel bir sarayla karşılaşır, öğrenir ki burası efendisinin ziyaret etmesini istediği efendinin evi, çıkar huzura, elini öper, ne güzel bir evde oturuyorsunuz der, bu da geçer der efendi, aylar sonra köyden dönerken merak edip uğrayan derviş, efendiyi ufacık bir eve sığınmış bulur, soruşturur, aynı cevabı alır, bu da geçer, bir yıl sonra yine oradan geçerken görür ki, efendiden, taşında bu da geçer yazan mezarı dışında bir şey kalmamış, son gidişinde ise mezarı da bulamaz."

Rehberin, "Mevlâna, Mevlâ'ya ait olan insan demek..." deyip önlerine düşerek, karın yarattığı muhteşem manzarada, yürüyerek birkaç dakikada vardıkları "...Huzur-u Pîr'in dört kapısı vardır, Ölüler Kapısı, Dervişan Kapısı, Çelebihan Kapısı ve Küstüler Kapısı... Derviş olmak istiyorum diye kapıya gelen 3 kez kovulur, ısrar ederse, bir de gözüyle görsün diye 3 gün kapı eşiğinde, konuşma yok, bekletilir, davranışına bakılır, beğenilmezse, ayakkabısı git! anlamına ters konur, yatsıdan sonra Küstüler Kapısı'ndan sessizce yollanır."

"Kalacak olan aşçılıktan başlar, Ateşbaz domates ister, getirdiğinde ben patates istemiştim, patates getirdiğinde soğan... diyerek sabrını sınar, derviş adayı her şeyi eyvallah! diyerek karşılar, Allah'ın yarattığı 18.000 Alem'den, 18 ayrı işte 1001 gün hizmet görür."

Otobüslerden inen kalabalığı yarıp içeri giren grup, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'in hediyesi Gül Bahçesi'nde ilerler, 13. yüzyıldan kalma 18 dilimli Yeşil Türbe'yi görür, Eflâki Dede türbesini geçer, rehberin ardı sıra, sikke formlu mezar taşlarının derviş, daha süslü olanların şeyh mezarlarını belirttiği bahçeye varırlar:

Cennet'ten geldiği rivayet edilen, pembe, düzgün, uzun, iri bir yumurtaya benzeyen kayanın, uzun süre Mevlâna'nın kapısında durduğunu anlatan rehber, Hindistan'daki emsalleri (lingam) gibi doğurganlık dileğiyle ziyaret edildiğini, çocuk isteyenlerin üzerine oturduğunu söyler. Bahçeye bakan küçük binanın cephesindeki parmaklıklı kısım için, "...niyaz kapısı denmesine karşın, aslında pencere, dilek sahipleri için daima açıktır, dervişler bahçe duvarı dışından bu yana dilek dilerlerdi." açıklaması yapar.

Murad Paşa kızı Fatma Hatun Türbesi ile, çeşmeyi geçen grup Matbah-ı Şerif'e (mutfak) girer. Rehberin, "Mutfakta hem aş, hem aşk pişer, Mevlevî'nin cesedi mutfakta yıkanır... Dervişler somata salâ diye yemeğe çağrılır, bir sofradan yenir, kaşıklar içi masaya dönük konur, hem kiri görünmez, hem şükür ifade eder." açıklamalarından sonra, bir yanı ocak, yanı başı müzik köşesi, sofra, çıkışta eşikte ise, ayakkabıları girintide -düz- duran, beyaz postu üzerinde bir dervişle güzel düzenlenmiş mutfaktan çıkılır.

Çelebi Odası, Mesnevihan Odası, Vakıf Kâtibi Odası... Müzenin yeni açılmış bölümünden, yan yana 18 odadan bir kaçı...

1956'da müze olmuş, Mevlâna tuğrasının alnını süslediği binanın -bir yanında, "ey tâlip bu kapıdan başını eğ de geç" yazılı, alçak gönüllülüğü simgeleyen- ahşap kapısından derviş selamı verip baş keserek giren grup, camekanlarda yer alan, dayanıklı olduğu için dut yaprakları üzerine yapılmış incelikli, zarif hat çalışmaları ile, ıhlamur ağacından Kâbe kabartması türünden hediyelere bakar; rehberin Dünyanın altın/gümüşünü geride bıraktığında yüreğindeki altını göreceksin anlamına geldiğini söylediği, Kanunî'nin hediyesi gümüş kapıdan geçerek Huzur-u Pîr'e girer.

Bulunduğu köşe, bir gerdek odası gibi süslü, ışıklı; Mevlâna'nın sandukası başındaki iki destar, oğlu Sultan Veled ile bir arada yattığını anlatır. Sandukanın bulunduğu platforma çıkan bir kaç basamak ise gümüş.

Grup, rehberi izler, "Beş duyu anlamına da gelen semanın geçmişi, gün batarken dua amacıyla raks eden Frigyalılara, firavunlara dayanır..." müzik gereçlerinin sergilendiği vitrinler önünde durur: "Müzik vecd için kıvılcım yaratır, ney, başta sazlıkta yeşil bir sazken, Adem'in cennet atılışı gibi sazlıktan söküldü, onun gibi ağladı, insanın çilesine benzer şekilde ateşte kızgın demirle dağlandı, bedenine 7 delik açıldı, nefsin yedi mertebesi, yeşil ve hamken, olgunlaştıkça rengi sarıya döndü. Kudüm, başlangıçtaki ritmi, ol! sesindeki ilk tınıyı simgeler. Başlangıçta seyirci yoktu, erkekler ve kadınlar mahfili daha sonra eklendi Semahaneye... Şems'in serpuşu... Orijinal Mesnevîler... El yazması Kur'an-ı Kerimler... Hattatlık çok yaygın ve para kazandırıyor, matbaa bize, bu yüzden Avrupa'dan 2 yüzyıl sonra gelebildi, İbrahim Müteferrika Galata Mevlevîhanesine bağlıydı, Mevlevîler her zaman çağlarının ilerisinde olmuşlardır; parşömen yumurta ile pahlanıyor, zeytinyağı kandillerinden süzülerek biriken isten elde edilen mürekkeple yazılıyor, yanlış yapınca yalayarak siliyor yeniden yazıyor, yağ ve yumurta... mürekkep yalama lâfı buradan gelir."

40 bohçaya sarılı, sedef kakma ahşap kutu içinde sakal-ı şerifi, hediyelerin bulunduğu köşede, Horasanlı kadınların dokuduğu, 1 cm2'sinde 144 düğüm bulunan ipek halıları, ahşap oyma kapıyı inceleyen grup selam vererek dışarı, güzel güzel yağmakta olan kara çıkar, Şems-i Tebrizî'nin türbesine yönelir.

Kendine özgü -huşû içinde- üslûbuyla uzun uzun, Konya'da karşılaştıklarında 38 yaşındaki Mevlanâ ile 60 yaşındaki Şems'in yıllara yayılan, ucu suikaste varan kıskançlıkla sarılı derin dostluğunun hikâyesini anlatırken, rehberi merak ederek gelip "abla"ya "kim anlatıyor?" diye soran, kulağı ağır işiten amcadan başka, bazısı birkaç çocukla sarılı iki-üç kadın dinleyicinin eklenmesiyle kalabalıklaşan grup, ilgiyle dinler: "Aşk tektir, kadın aşkı erkekte görür, erkek kadında... Şems'in başı kesilip kabri altındaki kuyuya atılır, Hacı Bektaş-ı Veli'nin yanında başı olmayan beden bulunduğunda... Çok çeşitli söylentiler var..."

"Abla" çıkmadan önce, panoda duyurulan, Şems-i Tebrizî Camii, türbesi, parkı ve çevresini, internet üzerinden sekiz ayrı kameradan izlemeye olanak veren adresi not eder: http://www.semsitebrizi.com/

Dergâha dönüp meydanda hazır buldukları, "somata salaaaa!" diye çağrıldıkları, -bir gün önce Mevlâna'nın torunu hanımın ziyaretinde çok geniş bir tepside sunulan Derviş pilâvında olduğu gibi, yine- geniş tepside, görenin gözünü de, gönlünü de doyuracak biçimde tepeleme yığılı etli ekmek, yanında salata ve sırrı anlaşılamayan lezzette ayran eşliğinde ikram edilir.

Öğleden sonra, ham dervişler, ortasında bir kabara bulunan ahşap platformda, kabara sol ayak başparmağı arasında sabitlenerek, diğer ayak yardımıyla dönen bedenleriyle sema çalışması yaparlar. Dervişin, yolu başında, nefsini kurban edişini simgeleyerek kestiği koçun postu -yarım daire halinde bir sıra, beyaz- ile Efendi'nin, aşkı simgeleyen kırmızı postu, hırka ve sikke ile donanmış, selamlar sırasında türlü acemilikler ve bolca neşe üreten gruba şahitlik eder.

Sabahtan "bugün çok yoğun olacak" diye uyarıldıkları kadar var: Kara karşın, araç değiştirilerek, akşam yemeği için, Akyokuş'a tırmanılır; savuran karın pusladığı, daha sonra açılarak şıkı şıkır ışıklı muhteşem Konya panoraması sunan güzel, sıcak lokanta, havanın sürprizine karşın kalabalık. Çok lezzetli bamya çorbasını 24 saatte pişen Fırın Kebabı, Höşmerim diye isimlendirdikleri un helvası ve yufka ile yapılmış tatlı Saçarası izler. Gruptaki genel kanı Konyalılar ağızlarının tadını biliyorlar şeklindedir.

Kapağında, "aşk olsun..., Hz. Mevlâna'nın 737. Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri", içinde "...Mukâbele-i Şerîf'i (Sema) teşrifinizi..." arkasında ise, Mevlâna'nın "kimin aşka meyli yoksa, o kanatsız kuş gibidir, vah ona..." sözleri yer alan davetiyeleriyle girip, yerlerini, biraz gecikerek aldıkları Kültür Merkezi, bir yanı müzisyenleri barındıran geniş, modern, güzel bir bina. İzledikleri tören ise, bir öğleden sonraya sığmayacak kadar incelikli, disiplin isteyen, dışarıdan estetik, içeriden mistik, özel bir etkinlik.

Tören bitiminde dergâha dönüp meydanda toplanan, limitsiz, bedelsiz kuruyemiş, çay, meyve ikramına dalan grup, yeniden giyinip günün son sürprizi için, kar ayazı, beyazı sokağa çıkar; Aralık'ın 12. günü ilk saatlerinde, gece yarısını 12 dakika geçe, kar yağdığında dervişlerin yaptığı gibi bahçe duvarına dizilir, aralıklardan Niyaz Kapısı'na yönelir, -daima kabul olunan- dilekte bulunurlar.

17 Aralık 2010 Cuma

Konya'daki ilk günü 10 Aralık'ta "abla", derviş olmayı öğrenir.

Sıcacık mutfakta, Konya'daki ilk günü için, bir gece önce gelmiş misafirlerin uyanmalarını beklerken, çocukluğundan beri yapmış olduğu gibi, oyalanmak üzere kitaplık araştıran "abla", mutfaktan geçilen, yüksek kubbesinden ışığın döküldüğü, halı kaplı zemin ve sedirlerin sırtını verdiği ahşap duvarları çok güzel kilimlerle döşeli; bir köşede zümrüt yeşili emaye büyük bir kuzine ile alemler, mangal, müzik gereçleri, güzel hat çalışmaları, resimlerle süslü, geniş, muhteşem bir mekân keşfeder!

Dergâh halkının meydan adını verdiği, sohbetlerin yapıldığı, sofraların kurulduğu, sema edilen büyülü mekân, eskiden, Mevlâna'nın dervişlerinden Hakkı Dede dergâhının bahçesiymiş. Odalar, artık, tefekküre dalmış dervişleri değil, misafirleri ağırlamakta. Altı çilehaneleri barındıran merdivenden bir üst kata çıkıp, iki hanımla paylaştığı, -köşesinde bir lavabonun bulunduğu, eskinin anılarını taşıyan bir dolap ve el işi güzel perde ve uygun aksesuarla süslü- odasına çantasını bırakan "abla", grubun çevrelediği, evin hanımının müşteri değil, misafirlerini ağırlar gibi özendiği, ev yapımı reçeller, tereyağ, çörekle zenginleştirilmiş kahvaltı sofrasına oturur.

Katılımcılar tamamlandığında rehberin programında görünse de, hanımlar toplanır, dergâhın ardına düşen caddede, beş dakikada ulaştıkları Mevlâna'yı, modern anlayışla düzenlenmiş müzeyi gezmeye gider, -bir gün sonraki rehberli gezileri sırasındaki kalabalığa bakılınca- çok da iyi ederler. Uluslararası standartta düzenlenmiş müze dükkânından sonra, uğradıkları Dervish Brothers'dan alışveriş yapıldığı sıra, -"yola çıktığı" ilk zamanlarda, insan ruhuna seslendiğini öğrenip arşivine kattığı ney CD'si dışında pek bir şey bilmediği- Sûfi müziği ile ilgili CD'leri karıştırırken, "abla"ya danışmanlık eden İranlı def sanatçısı uzun saçlı bey, kendi CD'si üzerine konuşurken, raftan aldığı -bizimkilerin 3 katı genişlikte, kenarına çepeçevre dizili metal halkaların şıngırdadığı- defle, küçük bir parça sunar.

"İşine gönül verme" tanımını, "gönlünü işe koyma"ya çevirmiş, hem turistik hem de ruhanî rehberin, meydanın bir kenarını işaret ederek "şöyle toplanalım, bir daire yapalım" çağrısına uyan çoğunluğu nefes koçu, şifacı, spiritüel öğretmenden oluşan grup, uygulamalı derviş eğitimi için hazırlanır:

"Kapı dergâhtır, derviş eşiktir, eşikte oturur" der rehber, "eşikte ellerimiz omuzlarımızda, sağ ayak başparmağı solun üzerinde elsiz ayaksız, baş kalbe eğik, elif gibi, kapının kenarını öper, baş keser öyle gireriz içeri; selamımız, secdemiz insana değil, insanın gönlünedir." Grup birbiri ardı sıra, eller omuzlarda, omuz omuza dersi dinler, sonra meydanın bir kapısından çıkar, mutfaktan geçer, diğer kapıdan gerçek birer derviş gibi baş keserek girerler. "Derviş, eyvallah! der, çok konuşmaz, eyvallah, Allah'a teslim olmak demektir" diye devam eder rehber, "huuu! Allah'ın nefesidir, bizi, topraktan yarattığında ruhundan üfledi, bize can verdi, biz de birbirimize seslenirken, isimleri geçtiğinde ulular için huuuuu! deriz." Bebekliğinde, pek çoğumuz gibi huuu, huuu, huuu, hu! ninnisiyle uyutulmuş "abla", çok değil birkaç ay önce, "Huuu! diye seslenin.", önerisi taşıyan yabancı kaynaklı bir çalışma maili aldığını hatırlar.

Öğleden sonra Mevlâna'nın 22. göbek torunu çok güzel, çok zarif bir hanımın ziyareti ile güzelleşen meydan, henüz ham dervişlere öğrendiklerini sınadıkları bir fırsat verir. Ayakta karşıladıkları hanımı, -bilek güreşindeki gibi kavranılan- ellerin her iki tarafının, her iki tarafça aynı anda öpülmesi prensibine uygun biçimde öperek karşılarlar. "Abla" daha sonra, oda arkadaşından, bir diğer dergâhta, parmaklar içe kıvrılarak ellerin kavrandığı ve öpüldüğüne tanık olduğunu duyar.

Akşam yemeği için bir başka dergâha davetli grubun doluştuğu minibüs, kemerli kapı adında küçük bahçe içindeki ev önünde durur. Üst kattaki salon, kenarları çepeçevre yer minderleriyle sarılı, ortası yemek veya zikir/sema amacıyla kullanılan geniş, ferah bir yer.

Yer sofrasında yeme zahmetini, Eylül'de ziyaret ettikleri Japonya'da bıraktığını sanan antremansız "abla", Japonların, sadelik ilham eden "yeterince olan güzeldir" diye ifade edilen Wabi Sabi felsefesine örnek yeterlilikteki -ziyarete giderken götürülen, çeşitli ve bol tutulan tatlı dışında- yemek sonrası Efendi'nin, -uzun yıllar Amerika'da yaşadığından konuşmasındaki Türkçe kusurları için peşinen af dilediği- yumuşak anlatımıyla yaptığı sohbeti ilgiyle izler. "Mevlevî musikişinas olmalı" der Efendi, "müzikten anlamalı; Mevlâna'ya rebabın sesi kapı gıcırtısına benziyor, demişler. Doğrudur, diye cevaplamış, kapı gıcırtısı gibidir; ben cennetin kapıları açılıyor gibi duyarım, sen cennetin kapıları kapanıyor gibi duyarsın..."

Dışarıda çakan şimşek ve gök gürültülerinin, yağmurun şıkırtısının lâfa karıştığı sohbet, küçük bir sema töreni ile renklenir. İkisi yabancı üç erkek, -Mevlevî'nin mezarının sembolü hırka, kefeninin sembolü beyaz tennure ve başta, mezar taşının sembolü keçe sikke- geleneksel giysi içinde gelir, Alman Fatma Hanım'ın bir yandan söylerken çaldığı rebap, Konya'lı neyzen ile İran'lı def ustasının içe işleyen müziği eşliğinde dönmeye başlarlar. Daha sonra ikisi yabancı, güzeller güzeli nur yüzlü üç hanımın katıldığı semayı izleyenler arasında, İranlı bir Mesnevî profesörü ve rehberin kendisiyle Fransızca konuştuğu Thomas Bey dışında, yabancı yok.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, tura yeni eklenenlerin havaalanından alınıp gelmeleri, birbirlerini tanıyanların kavuşmalarından sonra, kendini bedeniyle ifade etme konusunda her zaman zorlanmış "abla" için zahmetli deneyim gerçekleşir.

İç içe iki halka oluşturan, el ele tutuşan katılımcılar, rehberlerinin "hay!" diyerek başlattığı ritmle, her bir harfi ilahi enerjiyle yüklü "lailaheillallah"ı tekrarlayarak, Allah'ı -hatırlama anlamında- zikrederler. Bu dahil her türden meditasyonda olduğu gibi, "abla"nın -elbette korkularından beslenen, baş rolünü ego'su Sebastian'ın oynadığı- kontrol duygusu iş başındadır, vecde izin vermez.

Gecenin sonunda konakladıkları dergâha döner dönmez, ranzanın üst katına çıkıp, bir gece önce 12 saatten fazla otobüs yolculuğu yapmış olmanın örseleyici hatırasını taşıyan yorgun bedenini, yumuşacık yorganla tertemiz çarşaflar arasına seren "abla", sabaha dek deliksiz bir uyku çeker.

16 Aralık 2010 Perşembe

"Abla" epeydir niyetlendiği Mevlâna ziyareti için, bir tura katılma niyetiyle 9 Aralık'ta yola düşer.

Birmilyonkalem'den sevgili editörünün "Kahramanmaraş EKİNÖZÜ Yatılı İlköğretim Bölge Okulu'nda okuyan 340 öğrenci için birer ayakkabı, eldiven almaya ne dersiniz? Önceliğimiz ayakkabı... Sonra eldiven.... "Ben armağan yollamak istiyorum." diyen dostlar lütfen birmilyonkalem@gmail.com adresine e-posta yazsınlar ki kardeşlerimizin ayakkabı numaralarını paylaşalım..." diyen maili uyarınca, -altıncı sınıf öğrencisi Duygu, Yasemin ve Rukiye için- aldığı iki çift 38, bir çift de 37 numara botu, ilk sayfalarına yeni yıl iyi dilek mesajları yazdığı üç kendi yapımı defter ilâvesiyle ayrı ayrı ambalajlayan; kutuya bir de bu işleri Ekinözü'nde düzenleyecek öğretmene yine kendi yaptığı kartlardan birine iyi yıllar mesajı yazarak koyup, kargoya vermek üzere sıkıca bantlayan "abla"nın bir sonraki eylemi, kendisi için küçük bir yol çantası hazırlamak.

60'ların sonunda Soma'dan Kilis'e tayin olup göçerken yolları üzerindeki Konya'ya uğrayıp yaptıkları Mevlâna ziyaretinden, o sıra altıncı sınıfta olan "abla"nın aklında hemen hiçbir şey kalmaz.

70'li yılların sonlarında Konya'da vali muavinliği yapan babasının hayranlıkla aktardığı Mevlevîlikle ilgili bilgileri, yıllarca merakla dinleyen, yaşamın harala gürelesi içinde, ancak 30 yıl sonra, yavaşlamak üzere çekildiği köşesinde fırsat bulup, son zamanlarda, biri sevgili bir arkadaşının hediyesi Muinüddin Çişti'nin yazdığı Sufi Tıbbı, diğeri Sınır Ötesi Yayınları'ndan, John Baldock araştırması Sufizm olmak üzere, iki kitabı bir arada okuyup bitirdiği sıra, bir dileği kabul olunur gibi Şifa Çemberi'ndeki dostlarından gelen, Sufi Tur, Konya Gezisi, 10-12 Aralık başlıklı mail üzerine "gün bugün!" deyip hazırlanan "abla", Aralık'ın 9. günü yola düşer.

Bitmeyecek görünen baharın sonuna gelinmiş olmalı ki, internetten göz attığı hava durumu, Konya'da üç gün için 12, 3 ve -1 derece gibi sarsıcı iniş göstermekte. "Abla", buna göre hazırladığı çantası sırtında Burhaniye'ye ulaşır, Kahramanmaraş paketini kargoya verir, Akçay'dan kalkıp Edremit'e uğrayacak Konya otobüsüne binmek üzere Edremit dolmuşuna seğirtir.

Otogar karşısındaki parkta, bitirmesine az kalmış Ahmet Ümit polisiyesi Kavim'e dalan, heyecanla okurken bir buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamayan "abla", perona yanaşan otobüste yerini bulup oturur oturmaz yine kitaba gömülür. 17:30'da başlayan yolculuk, kitabı bittikten sonra kurcaladığı mini ekrandan, bu rotaya uygun görülmüş Hababam Sınıfı serisinden bir film ve bir gayret izlediği Recep İvedik 3 ile, Balıkesir, Susurluk, Bursa, İnegöl, Afyon, Kütahya, Akşehir, Ilgın üzerinden, sabah 06:00'da girdikleri alçak binaları, bisikletler için birer bant ayrılmış geniş caddeleri, yeşil alanları ile güzel, planlı kent, Konya'da sona erer.

Bitirdiği kitabı önündeki koltuğun ardındaki fileye bırakan "abla", inerken unutmadığını, bıraktığını söylediği şoförün, ...kızı olduğunu söyleyip bin teşekkür ettiği kısa sohbet sonunda otogardan çıkar, karanlıkta, açılma hazırlığı yapan çorbacıdaki garsonun işaret ettiği yönde minibüse yönelir.

Cep telefonu kullanmadığından, yola çıkmadan arayıp, minibüse Mevlâna'ya gideceğini söylemesi, Balıkçılar Oteli önünde inip arka sokağa geçerek Dervish Brothers'ı bulduktan sonra karşısındaki siyah kapıyı çalması gerektiğini öğrenen "abla", talimatlara uyar ama çaldığı zili duymayınca, çok erken gelmiş olmanın mahcubiyetiyle sokağın diğer ucundaki çorbacıda bir çorba içerim, biraz zaman geçer... diye düşünerek, o yana yürür; ne mümkün?! Geniş dükkân karşı cinsle tıklım tıkış, uğultunun taştığı buğulu camların berisi de sıra bekleyenlerle dolu...

Girmeyi gözü yemediğinden çorba hayâlini askıya alan, arkada restorasyon gören eski sokağı arşınlarken kapısı önüne dikilen bir kadının "seni bilemedim?" diye seslendiği "abla", yüzünü yarıya kadar örten atkısını sıyırır, "sen" der, kısa kollu giysili kadına "böyle üşümüyor musun?". Sabah ayazında eşikteki kadınla, Konya nüfusuna katılalı bir buçuk saat olmuş "abla"nın dialogu, kadının "benim sıpayı okula yolladım, ona bakıyorum" sözleri üzerine karşılıklı iyilik dilekleriyle sonlanır.

İkinci kez siyah kapının önüne dikilen "abla" bu kez hiç beklemez; kapıyı beyaz eşofmanı içinde zarif, yaşlı bir bey açar. Bir önceki çalışında namazını hızlıca sonlandıran bey, anlaşılır ki, tez canlı "abla"ya yetişememiş.

Serin, loş sahanlıkta halı kaplı yüksekçe zemine basmadan, botlarını çıkarıp, raflardan aldığı terlikleri giyen, yukarıdaki odalarda uyuyanları uyandırmamaya çalışarak, sessizce, beyaz eşofmanlı beyin ardı sıra sıcacık mutfağa ilerleyen "abla", Konya'daki ilk günü için, bir gece önce gelmiş misafirlerin uyanmalarını bekler.