25 Ekim 2011 Salı

“Abla” grubunun olaylı Peru dönüşü ve Inca Kehanetleri

7 Eylül 2011 Çarşamba sabahı kahvaltı ardından, yurda dönüş heyecanını katlayan olay, katılımcılardan birinin pasaportu kayıp!

Bir akşam öncesinde, yanınızda coca yaprağı kalmasın, tembihi üzerine yola çıkacak katılımcılar tüm bavullarını, çantalarını boşaltıp, silkeleyip yeniden yerleştirdiklerinden, kayıp pasaportun kendi eşyalarına karışması konusunda içleri rahatsa da, yaşanan telâşın büyüklüğüne kapılır bagajlarını kıyı köşe bir kez daha kontrol ederler.


Bankodaki görevli gençler de kayıptan paylarına düşen paylamayı almakta gecikmezler. Kayıp pasaportun, bir saat önce çıkış yapmış diğer Türk gruba karışmış olması ihtimali üzerine, havaalanının bulunduğu, Puno’ya bir saat uzaklıktaki Juliaca’ya yollanılır.


Yolda, “Juliaca” der, sükûnetini koruyan, deneyimli Sülema, “Çin gibi her şeyin taklidinin yapıldığı bir yer. Ekonomik açıdan güçlüler, ağırlıklarını koyup havaalanını oraya yaptırdılar.”


Juliaca’ya varılır, diğer Türk grupla buluşulur; pasaport onlara da karışmış değildir. Polisten alınan belge ve rehberin –(gerçekleşen) her ihtimale karşı- bavulunda taşıdığı pasaport fotokopilerinden ayırdığı kayıp pasaportun fotokopisiyle Lima’ya gitmek üzere havalanılır.


Birkaç yolcuyu indirip üç beşini bindirmek üzere Arequipa’ya inen uçak fazla oyalanmaz. Bu arada bağlantı kurulan, pasaportu kayıp katılımcının -Lima’nın Türkiye Büyükelçisi- arkadaşından, kendisine verecekleri belge ile yolculuk edebileceği bilgisi alınır.


Bereket Lima’ya indiklerinde, Madrid’e hareket saatine kadar beş saatlik zaman vardır; rehber ile kayıp pasaportun sahibesi büyükelçiliğe giderler.


Bir cafe’de bilgisayarı ile sakin bir noktaya konuşlanan ortanca dışında “abla” küçük grubu sağa sola dağılır, acıkır, toplanır; salata yanında, tatlımsı, mor renkli, alkolü düşük mısır birası Chica Moradadener, beğenirler.


Nihayet grup eksiksiz olarak 19:10’da havalanır, Atlantik üzerinde şimşeklerin yardığı kurşunî bulutlar üzerinde arada zıplayarak Madrid’e doğru yola koyulur.


8 Eylül 2011 Perşembe günü 13:00’te Madrid’e konan grubun İstanbul’a hareket saati 18:15. “Abla”nın, tepesindeki püsküllü şapkadan kaynaklandığını düşündüğü karizma ile yarattığı sempati, okyanus üzerinde bir yerlerde hava boşluğunca emilmiş olmalı; İspanyol görevliler katı.


İstanbul yolculuğu için uçakta “abla” yerine tam yerleşmiştir ki, iki oğlan elle kolla iki sıra önde -“window?”- oturan arkadaşlarıyla yer değiştirip değiştirmeyeceğini sorarlar; “abla” nazlanmaz, kalkar.


Düzgün yeşil alanlar, su izleri, sıklıkla görünüp kaybolan ışık öbekleri, kıraç Peru, Bolivya topraklarından sonra pek farklı Avrupa manzarası sunar. Iberia Ronda Magazin’de işlenen konulardan biri, fotoğraflar çok tanıdık: Esmira/Smyrna, İzmir.


Yeşilköy’de inip sarılarak vedalaşan sekiz kadın, farklı yönlere, evlerine uzaklaşırlarken “abla”nın ayarlanmaktan başı dönmüş kol saati son kez bir saat ileri alınır, 23:00. Okyanus, çöl, dağ, plato, vadi… farklı coğrafyalara yerleşmişliğinden olmalı, iki değil yirmi iki memleket gezmiş duygusuyla “abla”, uzun yolculuğu zor tamamlamış bavulunu, damadın açtığı kapıdan, gürültü etmemesine özenerek içeri sürürken, muhteşem bir gezi yapmış olsa da evim güzel evim ruh haleti içinde.


“Abla”nın Peru ve Bolivya’da attığı her adımda izini gözlediği kadim kehanet, dönüşünde, rehberin küçük kız kardeşine okuması için verdiği kitapta karşısına çıkar: Galata Yayıncılık, Şubat 2010, Fransızcadan Nihal Önol çevirisiyle İnka Üçlemesi’nin üçüncü kitabı Machu Picchu’nun Işığı: Kitabın üç yazarının adlarından türetilmiş yazar ismi, Antoine B. Daniel.


İNKA KEHANETLERİ: (Sayfa 448-456)

1949 Peru depreminde Cuzco civarında bir manastırın yıkıntıları arasında, altın bir İnka tapınağı ortaya çıktı. Bu sayede Mosoq kehanetlerindeki “vakit gelince” bilgiyi dünya ile paylaşma şartı yerine gelmiş oldu.


Q’ero’lar yaşayan son İnkalardır. Denizden 5000 metre yüksekte yerleşmişlerdir. En yaşlı ruhsal hekimlerinden don Mariano şöyle diyor: “Biz zamanın başlangıcından beri dağlarda yaşarız, Cuzco şehrinin kuruluşundan bile eski… İspanyollar gelince kilise ve devletten uzak durmak için dağların doruklarına çıktık. Daima kutsal dağlarla, Apularla yaşadık biz.”


Onlar, 500 yıldır “Pachacuti” yi, yani, büyük değişimi haber veren kutsal kehaneti saklamaktaydılar. 1949 yılında “keşfedilinceye” kadar, tamamen dünyadan uzak, mutlak bir yalnızlık içinde yaşamışlardır. O zamana değin gerçekten varolmayan efsanevî bir geçmişin parçası sanılıyorlardı.


Oscar Nunez del Prado adlı bir antropolog, bir festivalde İnka dili konuşan yerlilere rastladı. Q’erolar, Bilge hekimler, onları “sizi 500 yıldır bekliyorduk” sözleriyle karşıladı.


1996 yılında bir grup Q’ero yerlisi, şaman liderleri ile birlikte New York’un da dâhil olduğu birkaç ABD şehrini ziyaret etti ve St. John Katedrali’nde özel bir ayin düzenledi.


Kehanetlere göre şimdi dört bucaktan gelen halkların birleşme (mastay) vaktidir. Q’erolar Kuzeyin kartalı (Kuzey Amerika’yı simgeliyor) ile Güneyin kondorunun (yalnız Güney Amerika’da yaşayan büyük bir akbaba) birlikte uçmalarına hazırlık olmak üzere, öğretilerini batı dünyasına açacaklardır.


Bu birleşmede, Kuzey Amerika fiziksel gücü ya da bedeni, Avrupa zihinsel gücü veya kafayı, Güney Amerika da ruhu sunacaktır.


Q’ero yüksek şamanı don Antonio Morales şöyle söylüyor: “Dünyanın yeni sahipleri Batıdan gelecektir ve Tabiat Anayı en çok kullananlar önce kendilerini yeniden yaratıp sonra onunla ilişkilerini tazelemek için ahlakî bir sorumluluk taşıyacaklardır.”


Son “pachacuti” veya büyük değişim, bundan 500 yıl önce İspanyollar İnka İmparatorluğu’nu fethettiği zaman meydana gelmişti. O günden beri Q’erolar kargaşadan düzenin çıkacağı bir sonraki pachacutiyi beklediler.


Kutsal bilgi, beş asır boyunca muhafaza edildi. Nihayet büyük değişimin habercisi olan işaretler görülmeye başladı: Dağlardaki göller kurudu, kondorun neredeyse nesli tükendi, güneşin gazabını simgeleyen 1949 depremi Altın Tapınağın ortaya çıkmasına neden oldu.


İnka kehanetleri, Maya, Hopi ve Nostradamus kehanetleri ile de örtüşmektedir.


Kehanetler iyimser. Bizim bildiğimiz anlamdaki bir zamanın sonunu işaret ediyor: Belirli bir düşünce ve varoluş tarzının, şu anda doğa ve toprakla kurulan ilişki türünün sonu… Zamanın dışına adım atmak… Bu, diğer dinlerde olduğu gibi Buda’nın, İsa’nın ya da Musa’nın izinden gitmek değil, doğayla bütünleşerek kendi adımlarını izlemektir.


Kehanetlerde, dünyamızda ve benliğimizde oluşan, ilişkilerimizi ve ruhsallığımızı yeniden tanımlayan büyük değişimlerden de söz ediliyor.


Daha da önemlisi yaşlı şamanlar zaman kumaşında bir yırtık oluşacağından söz ediyorlar. Q’erolar tam da 5000 metreyi aşan bir irtifada, ozon deliğinin altında yaşıyorlar!


Yeni büyük değişim dönemi başlamıştır ve bu kargaşa döneminden sonra yeni bir insanın ortaya çıkışını vaat etmektedir.


Avrupa medeniyeti paradigması çöküşüne devam edecek ve Yeryüzü insanlarının yoluna dönüş olacak.


İnkalar altın çağın başlamasını bekliyorlar. Altın bir barış bin yılı…


Willaru Huayta, bir İnka ruhsal habercisi. Şimdi Cuzco’da yaşıyor. Bir Quechua yerlisi. Gizemli gerçek öğretisini, Amazon ormanlarındaki yolculuklarında almış. Birkaç yıl önce, Büyük Beyaz Kardeşlik’in habercisi olarak büyük kente, Cuzco’ya gitme çağrısı almış.


“Beş yüz yıldır bekliyorduk. İnka kehanetleri, şimdi, bu çağda, Kuzeyin kartalıyla Güneyin kondoru birlikte uçtuğu zaman dünyanın uyanacağını söylüyor. Güneyin kondoru olmaksızın Kuzeyin kartalı özgürleşemez.”


Artık o gün geldi. Gün, dönüşüm çağıdır.


Kova Çağı: Bir ışık, uyanış, doğal yollara dönüş çağıdır. Bu çağda, yüreğin, sezginin ve doğanın mesajını anlayacağız. Bilinç uyandığı zaman kartal ya da kondor gibi yüksekten uçabileceğiz.


Bizler Doğa Ananın bir parçasıyız. O bizim içimizde, biz de onun içindeyiz. Tepeden tırnağa Yeryüzüne, Güneşe, Suya aidiz. Fiziksel bedenlerimizde doğanın evrimini taşıyoruz. Ama aynı zamanda Güneşten gelen bir ruhanî bedene sahibiz. Bu, gözle görülen güneş değil, bu başka bir boyutta uzanan, ruhanî ışığın ateşiyle yanan altın bir güneş. İnsanın içsel ışığı, işte bu ruhanî kaynaktan doğar. Biz, bu Güneşten geldik; yeryüzü deneyimleri edinmek ve sonunda tekrar o güneşe dönmek için. Biz, Güneşin çocuklarıyız.


Dünya kritik bir değişim, bir geçiş dönemine girmiş durumda. Ruhanî ve ahlakî ilkelerdeki bunalım da bunun bir işareti. Bu dönümde UFO diye bilinen kozmik gemilerin gerçek varlığını ortaya koymak gerekiyor. UFOlar çağlar boyunca dünyayı ziyaret ederek, gelişimini etkilediler. Ne ki, bilimin üç boyutlu gerçekliğinden kapıldığı gurura yenik düşen çağdaş insan, dünyamızın, yaşam ve uygarlığa sahip tek gezegen olduğuna inanıyor. Gerçek ise şudur: Biz, kendimize kargaşadan ve acıdan ibaret karanlık bir dünya yarattık.


Bu değişim döneminde, yardıma ihtiyacımız var. Kendi kendimizi ya da başkalarını iyi yönetemediğimiz ortaya çıkmış durumda. Yıkıcı doğamız açıkça kendini gösteriyor. Bu, bizim sınırlı bilincimizin yansımasından başka bir şey değil. Kardeşlerimizin, yani dünya dışı varlıkların (extraterrestrials) ardında milyonlarca yıllık bir uygarlık var. Onlar egonun köleliğinden kendilerini kurtarmışlar ve uyum, sevgi ve barış dolu topluluklar kurmuşlar. Onların topluluklarına hükmeden ilke, sağduyu ve bilgelik. Bunlara meleksi topluluklar adını verebiliriz.


Bu dünyada herkes kendi kendinin doktoru, rahibidir. Fiziksel beden, Yaratıcının ruhunun bir tapınağıdır. Böylece onurlandırılır ve aydınlanma ve gerçeğin bir aracı olarak kullanılır. Aydınlanmış ve uyanmış bir bilinçle bu kardeşlerimiz, kendilerini kıskançlık, zaaf, öfke, tembellik, gurur ve şehvet zincirlerinden kurtarmış, özgürleştirmişlerdir.


Dünya dışı varlıklar, diğer gezegenlerin Beyaz Kardeşlik topluluğuna mensuptur. Fiziksel biçim içinde varolurlar ama İnka İmparatorluğu’nun çöküşü ile 500 yıldan beridir bizimle birlikte çalışmayı bıraktılar. O dönemde Amerika kıtası halklarının üzerine büyük bir ruhsal ve ahlakî karanlık çöktü. Bilgelik koruyucularımız öldürüldü ve yeni maddecilik dini tüm kıtaya hâkim oldu.


Bilimin rahipleri, üç boyuttan ötesini göremezler. Ruhun çok boyutlu dünyasını deneyimleyemezler. Dünya halkları, bilimsel materyalizm ve açgözlülük dogmasını egemenliği altında, dünyayı yağmaladı ve çiğnedi. Silahların gelişmesiyle akıl almayacak dehşetler, bizi gayya kuyusunun kıyısına dek getirdi. Dünyadaki bu karanlık dönemde, gezegenler arası ittifakla bağlantımız koptu.


Güney Amerika’da, öteki gezegenlerden gelmiş kardeşlerimizle birlikte çalıştığımız bir döneme tanıklık eden fiziksel kanıtlara hala rastlayabiliyoruz. Bunlar, astronot gibi giyinmiş bir erkekle yanında Quechua dilinde “ccoyllor ch’asca” ya da uçan yıldız olarak bilinen bir UFO’nun resmedildiği taşlardır. Geçmişte atalarımız Mayalar, Aztekler ve İnkalar, öteki dünyalardan ziyaretçileri ağırlamışlardı. Evrendeki diğer gezegenlerden gelen bu dev gemiler, onları ziyaret etmişti. Nazca, Sacsachuaman, Machu Picchu, Huaytapallana ve Paititi gibi yerlerde, yirmi şanlı güneş uygarlığı doğdu ve gelişti.


Bu yerlerin çoğunda altın, gümüş ve bilinmeyen alaşımlardan yapılma dev boyutlarda çeşitli uzay gemilerinin indiği havaalanları vardı. Gemiler güçlerini güneşten alıyordu; mürettebatı ise ışık kardeşlerdi. Bu dönemde kozmik gemilerin yeniden geldiğini anlamamız, kabul etmemiz gerekiyor.


Büyük bir kozmik dönüşümün arifesindeyiz. Onlar bu dönüşüm döneminde bize yardım etmek için buradalar. Önümüzdeki birkaç yılda, dönüşümün adımları hızlandıkça, insanlarla gerek fiziksel, gerek başka türlü temaslarını artıracak, kendilerini daha çok ortaya koymaya başlayacaklar. Görevleri, bize bu uyanış, bilinçlenme çağında kılavuzluk etmek. Bu mümkün olmazsa, o zaman gelecek kuşaklarımızın tohumu olmak üzere seçilen bir kaçımızı kurtaracaklar. Seçilecek olanlar, auralarından yayılan sevginin niteliğine göre belirlenecek.


Atalarımız, doğanın büyük gizemleriyle uyum içinde olmalarını sağlayan olağandışı fiziksel duyular geliştirmişlerdi. Bilimsel araştırmaları bilinçli bir tarzda yaptılar; yani, keşiflerinde üstün boyutlara ulaştılar. Peru’daki İnka tapınaklarında bunların kanıtları vardır: Doğal güçlere odaklanmayı ve onları denetim altına almayı bilen bir uyanmış bilince sahip olanlar tarafından kesilebilecek yekpare taşları yarattılar.


1750’de, Inka Shora Atahuallpa, Güneş’in askerlerini uyarmıştı: “İnsanlık doğal güçlerle bağlantılarını yitirdiğinde, daha çok savaş yaratacak ve yarattığı bu karanlığın içinde kaybolacak.”


Çoğu siyasal ve toplumsal hareket, amacının barış, mutluluk ve özgürlük olduğunu öne sürer. Ama çoğu zaman sadece savaş, tecavüz ve terör yaratır, kıskançlık ve nefret güdüleriyle harekete geçer. Bu, düpedüz işe yaramaz bir yaklaşımdır. Şimdi yepyeni bir yola girmenin zamanı geldi. Kendimizi –içten- değiştirmedikçe, toplumu değiştirmeye çalışmamız boşuna bir çabadan başka bir şey olmaz.


Bu beşinci güneş kuşağının başlangıcında, öteki gezegenlerden gelen melek ve başmelekler vardı. Atlantis’in, okyanusun öfkeli sularına gömüldüğü korkunç tufanla sona eren dördüncü güneş çağından sağ kurtulanlarca yaratılan bu yeni güneş çağında, insanlara yardımcı oldular. Milyonlara varan nüfusuyla birlikte kıta, onca gelişmiş teknolojisiyle birlikte gayya kuyusunun dibine yuvarlandı. O dönemde de insanlık uyarılmıştı ama dinleyen çıkmadı. Sadece birkaç uyanmış bilinç kurtarıldı ve içinde bulunduğumuz çağın tohumları olmak üzere altı yedi yıl sonra dünyaya geri döndüler. O dönemde, büyük kozmik tufanın ardından, dünyanın hala sarsılıp yeni biçimini almakta olduğu sırada, aydınlanmış olanlar, yeni insanlığın oluşumunu başlatmak üzere Titicaca gölü ve dünyanın öteki kutsal göllerine döndüler. Bu kutsal göllerden, her bir çift, doğa ve Yaratıcı ile uyum içinde, yeni bir güneş uygarlığı kurma göreviyle, farklı bir yöne doğru ilerledi.


Şimdi, yirminci yüzyılda Güney Amerika’daki birçok soylu halk, sonsuz uzamları fethetmiş, öteki dünyaları ziyaret etmiş, insanlık yararına kullanılsın diye evrensel bilgeliği, irfanı beraberlerinde getirmişlerdir. Yolculuklarında uzay gemilerine ihtiyaç duymamışlardır. Andlar’daki bazı yerliler, uzak gezegenlere yolculuk etmişler ve evren hakkında birçok şey öğrenmişlerdir. Oysa çağımızın bilimi hala maddesel düzlemin yüzeysel katmanlarını araştırmaktadır.


Üç boyutlu gerçeklik üzerine yapılan araştırmalar, daima eksik kalmaya mahkûmdur. İnsanların her biri bir Kutsal Tapınaktır. Bu tapınağın sunağı yürektir. Büyük ışığın bir yansıması olarak sevgi ateşi, sunağın üzerinde yanar. Bu ışığın farkına varılması, ona özen gösterilmesi ve saygı duyulması gerekir. Bu, Güneşin Oğullarının dinidir. Dünya dışı varlıklarınkiyle aynı dindir; evrensel, kozmik, güneş dinidir. Bu evrensel topluluk, öteki gezegenlere mensup kutsal ailemizi oluşturur. Hepimiz Işık için birleşir, ışık için gönüllü olarak çalışırız.


Şimdi aramızdalar. Kentlerimizin sokaklarında, öteki dünyalardan gelen kardeşlerimiz dolaşıyor. Dünya gezegenindeki görevlerini gerçekleştirmek için, Işık’ın habercileri olarak buradalar. Birçok kozmik gemi, gizli havaalanlarının bulunduğu Güney Amerika’daki Amazon ormanlarına geldiler. Bu kardeşlerimizden bazıları, kimi zaman bizimle kalıyorlar. Onlar bu dönüşüm çağında bizimle çalışmak için gelen gönüllülerdir.


Kendimizi hastalıklarımızdan arıtmalıyız: Psikolojik olarak, ruhsal olarak. Bilincimiz kapana kısılmış, egomuzca hapsedilmiştir. Evrim yeteneğine kavuşmak için, özümüzü özgürleştirmeliyiz. Bu, yeni bir çağın uyanışıdır. Milliyetin artık hiçbir önemi yoktur; ırk, kabile, toplumsal sınıf, dinlerin de öyle. Bizler, dünya bahçesinin çok renkli çiçekleriyiz. İnsan gerçeği tektir.


Artık, en önemli olan şey, bilinci olumlu bir şekilde uyandırmaktır. Göklerdeki efendilerimiz, bu yeni güneş çağına yönelik birlik, uyum ve sevgi mesajıyla dünya çocuklarının bilincini birleştirmek üzere döndüler. Beyaz Kardeşliğin ustalarına, bize yol gösterdikleri ve bu mesajda, bütün Işık arayıcılarının öteki dünyalarla iletişim kurmasını kolaylaştırdıkları için gönül borcu duyuyoruz.


“Dostlar, kanatlarımız uçmayı hatırlamakta zorluk çektiği zaman, bizi ayaklarımızın üzerine kaldıran meleklerdir.”

Q’ero: Sözcük anlamı “Uzun Saçlı Olan”dır. İnkaların bugünkü temsilcileri. 600 kişilik bir kabiledir.


Apu: Quechua dilinde “Efendi” anlamına gelen sözcük, genellikle, her biri birer koruyucu tanrısal yaratık olan dağ doruklarını belirtir. Büyük ruhlar ya da tanrısal varlıklar (erildir). Dağ tanrısı.


Mosoq Karpay: Gelecek zamanın Törenleri. Bu törenlerin aktarımı, kişinin zamanla olan bağlantısının sona ermesini temsil eder. Bu, yüreğin yaşadığı bir süreçtir. Törenler, kişiyi kadim irfan silsilesi ve bireyin erişemeyeceği çapta büyük bir kudretle bağlantılandırır. Nihai olarak bu kudret, kişiye bir İnka (Aydınlanmış Kişi) bedenine sıçrama dürtüsünü verecektir. Artık kişi doğrudan doğruya yıldızlarla bağlantı kurmuş olacaktır.


Pachacuti: Büyük değişim dönüşüm. Sözcük anlamı pacha “dünya” ya da “zaman”, cuti ise “düzeltmek”tir. Beş yüz yıl boyunca Q’ero yaşlıları büyük değişimin kutsal kehanetini muhafaza ettiler. Bu değişimde dünya doğru yönüne dönecek, uyum ve düzen yeniden kurulacak, kaos ve düzensizlik sona erecekti.

Pachacuti aynı zamanda 1300 sonlarında yaşayan bir İnka liderinin de adıdır. Machu Picchu’yu inşa ettirdiği ve günümüz ABD’sine denk gelecek bir imparatorluğun mimarı olduğu söylenir. İnkalara göre Pachacuti bir ruhsal önörnektir: Zamanın dışına adım atan bir Usta, aydınlanmış kişidir. Bir Mesihtir; ama Hıristiyanlıkta olduğu gibi insanlığın erişiminin ötesinde tanrının tek oğlu değil. Daha çok, hepimizin dönüşeceği düzeyin bir simgesi ve vaadi olarak görülür. Bu anlamda Pachacuti aynı zamanda “Dünyanın Dönüştürücüsü” anlamına gelir.

21 Ekim 2011 Cuma

Peru gezisinin onuncu gününde “abla” grubu, Titicaca Gölü’nde Uros ve Taquile Adalarını, bir de Sillustani mezarlarını ziyaret eder.

6 Eylül 2011 Salı sabahı başka turistlerle paylaştıkları arabalarına binen grup 20.000 kişilik Puno Stadı yanından geçerken Sülema “Ama hiç dolmadı” der, futbol takımları kötüymüş ve şoförden aldığı istihbarata göre, Bolivya’ya son maçta da yenilmişler.

Bindikleri tekne 07:45’te hareket eder; “Göl oldukça kirli, yağmurla pislik göle boşalıyor, alt yapı sağlam değil” der Sülema, suları yararken tuhaf biçimde dalgalanan sazları göstererek Tortora, suyu filtre ediyor, diple bağlantılı, derinlik 3 m’den fazla ise tutunamıyor. Sazlık kendi mikro klimasını yaratıyor, 80’den fazla kuş türü var.”

“Abla” grubuyla birlikte 15-20 turist, iki yanda, üzerinde domuzlar gezinen katılaşmış çöp adacıkları arasındaki temizlenmiş kanalda yol alırken, Uros Adaları halkının organizasyonu giriş kontrol kulesini, sağlık ocağını geçer; yüksekçe gözlem kulesi altında kendilerini el sallayarak karşılayan şeker pembe, türkuaz mavi, altın sarı, narçiçeği kırmızı etekli kadınların önündeki iskeleye yanaşır, 60 adadan ikincisiJacha Tata’nın kuru saz zeminine ayak basarlar.

Kilimlerle örtülmüş büyük at nalı şekilli rulo hasıra buyur edilen turistler, günün ilk yarısını ziyaretçilere ayıran adalar halkından Jacha Tata’nın -ve tüm adaların- tertemiz beyaz gömlekli başkanının anlatacaklarını, Sülema’dan (Reyhan’dan) naklen dinlemeye hazırlanırlar:


“Burada doğan ve evlenenler için yapılanların eklenmesiyle giderek çoğalan, şu anda 60 adada yaklaşık 2000 kişi yaşıyor, bu adada 6 aile, 22 kişi var.” Sülema, yanlarına gelen, “first lady” diyerek tanıttığı başkanın eşi Katalina’nın şapkası altından uzanan saç örgüleri ucundaki püskülleri göstererek “parlak renkliler bekâr ya da beraber yaşıyor, koyu renkliler evli demek, tek eşlidirler, evlilik önemli değil, çocuk varsa ayrılmazlar. Aymara konuşurlar, ortalama ömür 65-70, erkekler daha uzun yaşıyor, nedeni daha hareketliler, kadınlar oturarak çalışıyor.”


Başkan ziyaretçileri “Kamisaraki” (hoş geldiniz) diyerek selamlar, “adama geldiğiniz için teşekkür ederim, bizim için onurdur.” Ayağı dibinde araladığı sazların içinden bir karış genişliğinde bir tahta çıkarır suya ulaşır, uzunluğu 3 m’den fazla kamışı batırır, çeker, ıslak kısmını gösterir; Sülema “bunu, gerçek yüzen ada olduğunu kanıtlamak için yaptı, diğer adalarda daha büyük deliklerden dalıp göle çıkıyorlar” derken, başkan bu kez, ucuna bıçak bağlı kamışla –altı zamanla çürüyüp eskiyen adalar karaya çekilip gübre olarak kullanılırken 60-70 yılda bir yenilenen- adanın, tortora kökleri sarmaşmış 50 cm kalınlığındaki temelinden bir parça kesip çıkarır. Son olarak, uzun bir ipe bağlı taşı delikten atarak gölün derinliğini ölçer, ıslak ipi sayarak kulaçlayıp çeker; 14.5 kulaç -yaklaşık 15 m-, adanın kalınlığı 3 m.


“Kadınla erkek ayrı adalardan ise, düğünleri adalarını birbirine yaklaştırarak yaparlar, isterlerse keserek ayırırlar” diye devam eder Sülema, “Gölün dibine bağlı sazlar 2 yıl canlı kalır, sonra dipten ayrılır mantar gibi yüzmeye başlar. Köylüler bunları toplayıp bloklar oluşturuyorlar, bu ada 18 blok, blokları ortalarına çaktıkları okaliptüs kazıklara bağladıkları naylon halatlarla birleştiriyorlar. Naylon ip öncesi, sazdan yaptıkları ipleri kullanıyorlarmış ama çok dayanıksız o yüzden tek ada inşa ediyorlarmış. Bloklarla yaptıkları adayı giderek kısalan kuru sazla bir kat enine bir kat boyuna döşüyorlar. Ara sıra manzara değişikliği için, iki motorla iterek adaların yerlerini değiştiriyorlar. Adaları demirlemezlerse Bolivya’da uyanabilirler.”


“Aymaralar özgürlüklerine çok düşkünler, Incalardan, savaşlardan uzak kalmak için yaşamlarını göle taşıdılar… Uru insanları Pukina konuşuyorlardı, Aymaralarla sonra karıştılar… En büyük sorun nem, romatizma. Yatak odalarının altına bir kat daha yapıyorlar.” Başkan dirseğe kadar sazların içine soktuğu elini çıkarır, gösterir, ıslaktır; “yağmur geceleri, yağar gündüz kurur, 2-3 kat sazla örtülü çatılar yağmuru geçirmez. Evler dairesel, zemini metal ya da olan yer mutfak. Adaların her birindeki gözlem kuleleri yangın olasılığını gözler.” Sülema, sazdan yapılmış geleneksel formlu tekne maketini göstererek “Taksi, okul servisi,” diye anlatır, “balık avı için daha büyük olanlar kullanılıyor.” Kenarında siyah geniş süs olan tekneler, “Mercedes; cenaze, düğün, yarışlar için”.


Grubu, yere serdikleri örtüde çanaklar, sepetler içinde yiyeceklerini sergileyen ada halkı çevresine toplayan Sülema, sazın dibinden kestikleri 15-20 cm’lik bembeyaz kısmı ikram eder; yerlilerle birlikte yedikleri süngerimsi, tatlımsı sap “kereviz gibi yemeği çorbası yapılıyor, dişleri de temizliyor; patates, arpa, bakla, mısır… balık, kamış karşılığı Puno’dan alınıyor, baharat yok sadece sarımsak, soğan… tuzları iyotsuz olduğu için guatr’a sık rastlanıyor. Ölüler karaya gömülüyor, sularını akıntının temiz olduğu bir yerden, gölden alıyorlar, küçük tuvalet için evlerin arkasına, büyük için bir tekneyle bu iş için deliği olan başka bir adaya gidiyorlar.”


“Abla” grubu ile İspanyol, Puerto Rico’lu, Amerikalı ve İngilizlerden mürekkep turistler, isimlerini ve ülkelerini söyledikçe alkış aldıkları, aralarında bir çocuğun da bulunduğu ada halkının birlikte seslendirdiği Aymara şarkıyı alkışlarlar.


Ada halkı bir yandan, sazdan ürettikleri tekne, ev, hayvan, nazarlık türünden el işleri, nakışlı ahşap seramik kaplar, kumaşlar üzerine nakşettikleri –birinde oturan bir kadının saç örgüsünün dört parmak dışarı sarktığı- yaşamları konulu panoları satışa sunarken grup, evleri de ziyarete davet edilir.


O ara ailenin seyahat gurusu, bu konudaki muhteşem yeteneğiyle bir kara kedi ile bir gözü çapaklı bebesini bulur; ada halkı arasında minik fareler de vardır.


“Abla”nın kardeşleriyle birkaç basamak çıkarak girdikleri, ardına dek açılmış saz örme kapısı örgü iple duvara bağlı, ahşap zemini saz örtülü yatak odasında saz duvarlar dokuma, nakış pano, ucu değişik renkli püsküllü saç bantlarıyla, gerili bir ip de nazarlıklarla süslü. Odanın, dipteki yer yatağı, ufak masa, bir gözünde iri müzik seti bulunan komodinden ibaret alçakgönüllü mobilyası geceleri, üçgen saz tavandan sarkan, enerjisini dışarıdaki güneş panelinden alan eko ampulle aydınlanmakta.


Adanın ortasındaki minik gölün kenarı kurutulmaya konmuş uzun sazlar, hasırlara serilmiş kurutulmakta balık, ufak el işi tezgâhlarıyla sarılı.


Titicaca Gölü’nün kuytu köşesini işgal eden Uros Adaları çemberinde bir göl gezintisi için, kocaman iki hasır puma başlı tekneye binen turistlerden –“abla” grubu dâhil- bir kaçı küçük merdivenle yukarı güverteye çıkar, hasır rulolara otururlar. Direkleri, Peru yanında yerli bayrağı wipala ile süslü teknenin iki puma başı dibinde iki adam kürek çeker; diğer adalarda her biri farklı, sanat eseri –dibinde eşinenden daha gerçek bir flamingo, tekne, balık, lama… görünümünde- gözlem kulelerini hayranlıkla seyrederek bir tur atan grup, Urosluların, uzun birkaç saz sapla ürettikleri tepeden bağlayıp bazen bir güneşle süsledikleri giriş kapısı, tâk önüne dizilip söyledikleri şarkılarla, el sallanarak uğurlanırlar.


Günün ikinci durağı, gerçek sahipleri yerliler satın almadan önce bir dönem sahibi olan İspanyol’un adıyla anılan Taquile Adası: Teknenin rahat esnek sandalyelerle dolu güvertesi üşüyen yolcularca terk edilir. Aşağı kapalı kısma inenler arasında “abla” yoktur; o bir başına, Taquile Adası’na dek, San Blas’tan aldığı, Qechua yerli kadınların ördüğü sıcacık yün beresi başında, eldivenleri ellerinde, yanağında minik bir tomar coca, Dünya’nın üzerinde tekne yüzebilen bu en yüksek gölü üzerinde, Aymara olmanın ne olabileceğinihayal ederek yolculuk eder.


İnecekleri, 280 m derinlikli minik limana yaklaşırken Sülema kıyıdaki kayalıkları göstererek, “%10 tuzlu su altta, üzeri tatlı su” der, “hafta sonları burası çamaşırhane oluyor”


Taş döşeli bir yolla tırmanıp, taraçalar halinde bahçelerden geçerek vardıkları, Dünyanın yuvarlaklığını tartışmasız sergileyen geniş ufukla denize bakan terasın, bir yanındaki uzun sedire sıralanan turistler, siyah pantolon, beyaz gömlek, ince motifli bere ve geniş bel kuşaklı adamı izlemeye başlarlar: Sülema’nın,bir kaktüs cinsi olduğunu söylediği Cuho bitkisini taş üzerinde taşla ezerek yeşilimsi macun haline getiren yerli, bir kap içinde eklediği suyla köpürtür, elindeki kirli yünü içine batırır çalkalar, çıkarır sıkar; kalanı, tertemiz doğal rengindeki yünden, silkelenince dökülen temizleyici “doğal deterjan, şampuan”dır.


Öte yanda, başı, beline dek siyah örtülü bir kadın tezgâhında yerde, bir sıra beyaz bir sıra siyah dar kuşak dokumakta: Sülema “…beyaz sıra koyun yünü, siyah sıra ise kadın saçı, evlenme yaşına geldiklerinde kadınlar saçlarını keserler, başlarını da o yüzden örterler” diye anlatır “erkekler ise, aile isimlerini incecik motiflerle birleştirip nakışlı kısmı örerler, kadının dokuduğuyla erkeğin ördüğü ortadan bitiştirilir; birlikte yaşamaya başlamadan yapılan bu seremoni evlilik yüzüğü gibi… Motifli kısım dışta kalıyor, saçın bulunduğu parça içte kalıyor, saç sert olduğundan erkeğin belini koruyor, taşıyıcı hayvan beslemiyorlar, her şeyi sırtlarında taşıdıklarından bele destek… Kuşak genellikle 2-3 yıl içinde sertliğini, işlevini yitiriyor, yenilenmesi gerekiyor. Çocuk saçı da kullanıyorlar, aile sahibi erkekler gösteriş için törenlerde karılarının saçından örgü postiş de kullanıyorlar.”


Meleğin Trompeti gibi kırmalı bebek berelerinin “…tepesi kahverengi olanı kız, beyaz olan erkek bebek için, kulaklığı iri olan bere liderler için, bekâr erkek üstü beyaz altı incecik çiçek motifli, bekâr kadın tümü çiçekli bere takar… Rengârenk püsküllü coca yaprağı taşıma heybesi aile sahibi erkekler için, çocuksuz erkek ciddiye alınmaz, selamlaştıktan sonra ve vedalaşıp ayrılırken birbirlerine coca yaprağı verirler. Coca kokain değil, en basit olarak asetona yatırarak elde ediyorlar ama kokain için uzun proses gerekli. Coca yaprağı %16 protein, %16 mineral içerdiğinden çok iyi bir besin, bir ilaç. Külle birlikte çiğnendiğinde alkoloidi bloke ediyor, bağımlılığı engelliyor. 2000 m’de yetiştiğinden burada pahalı.”


Kadınların ellerinde örekeler ha bire yün eğirip dokuduğu adada erkekler, ellerinde incecik şişler, boyunlarından attıkları ipler ve ceplere konmuş yumaklarla harıl harıl örgü örmekteler; “Kızları etkilemek için çok hızlı ve sıkı örüyorlar,” diye anlatır Sülema, “kız babası damat adayının ördüğü bereye su koyup dener, sızdırırsa geri çevirir; içinden bira bile içilecek kadar başarılısını seçmek için bereler arası yarışmalar yapılırmış, şampiyon iyi koca, iyi baba…”


Upuzun masada Birleşmiş Milletler karması turist tayfası, quinoa çorbası, balık şekilli güveçte alabalık, muna çayından mürekkep yemek bitiminde; tanıdık ritmle çalınan davula, trampet, flüt ilâvesiyle kulağa aşina müzik eşliğinde bir genç yere sapladığı bayrağı önünde yine tanıdık ayak hareketleriyle eli beli ardında dans eder. Başları siyah örtülü kadınlar, siyah pantolon, beyaz gömlek, cepkenli erkekler, müzik… nedense “abla” burada, bir Yunan adasındaymış duygusu içinde.


Yolları üzerinde, solmuş çiçeklerle kaplı, bazılarından parlak taşla işlenmiş gözlerin baktığı, harçsız ince taş kemerler altından geçerek 200 m tırmanan grup, -meydanın bir yanında fotomontaj gibi duran modern görünüşlü- belediye, kilise ile binlerce yıllık ortak belleğe kayıtlı muhteşem zenginlikteki el işi ürünlerini sattıkları kooperatifin çevrelediği, yaklaşık 4000 m’deki köy meydanına çıkar. Sülema, “City Hall’ü kullanan yok” der, “okula bilgisayar yollamış devlet, elektrik yok, insanların nasıl yaşadığını bilmiyorlar.”


Turistler geldiklerinin aksi yönde dar taş yolu izleyerek, kooperatife ait lokanta, folklor müzesi, birbirlerine uzaktan seslenerek haberleşen köylülerin inek ve koyunlarını otlattığı otlaklar, ekili taraçalar arasından, tembelliğe sevk eder diye taşıma hayvanı beslemeyip yüklerini limandan yukarı –inşaat için kereste, turistler için bira, cola- taşıyanlarla karşılaşarak, aşağıda teknelerin pirinç kadar göründüğü, 11 yıl öncesine dek adaya tek giriş noktası, çok dik limana basamaklarla iner, yine kooperatife ait teknelerle dönüşe geçerler.


Günün üçüncü, gezinin son rotası, otelde minik bir moladan sonra yollandıkları Sillustani mezarları: Otelin önündeki, kentin en eski ana caddesi üzerinde 1821’de yapılan tâkın altından geçerek yola koyulan gruba Sülema “Doktor işi organize ama” diye anlatmaya başlar, “halk şaman ve ebeye, doğal ilaçlara daha çok güveniyor; bazen bu tersine işliyor. Haziran’da çocuklarda zatürre, doğumlarda da plasenta temizlenmediğinden ya da çok yüksek tansiyon yüzünden ölümler oluyor.”


“Titicaca Gölü, 1986’da El Nino nedeniyle 3.5 metre yükseldi, deprem heyelan yok ama ya aşırı yağmurlar ya da kuraklıkla karşı karşıyayız.”


“Abla”nın usanmadan ısıttığı gölün dibindeki yapılar sorusuna Güneş Adası tarafında gölün daha sığ olduğu döneme ait bazı yapılara rastlandığını söyleyen Sülema, “Qechua erkekleri” der, “isyankâr yapılarından ötürü Aymara kadınlarıyla pek evlenmezler.” Kuzeye gelen İngiliz ve Almanlarla karışmışkıvırcık saçlı, yeşil gözlü, yakışıklı mestizo Qechua kocası ile üniversitede tanışmışlar, evlendiklerinde herkes şaşırmış. Kocası, evde patron Sülema’nın çalışkanlığını seviyormuş; “kadının evde patron olması genel bir durum, 6. duyusu sayesinde kadın daha geniş daha derin düşünebiliyor.” Kız tarafının Aymara, oğlan tarafının İspanyolca konuştuğu düğünde alkol alınana kadar hiç kontak olmamış.


Yağmur bulutlarının abandığı Umayo Gölü kıyısındaki Sillustani mezarları alanına tırmanırken soluk soluğa kalan gruba Sülema “4200 m’deyiz, Peru’da zirve” der, basınç farkının beden üzerindeki etkileri üzerine,“biz de Amazon’a indiğimizde duşa girmiş gibi terliyoruz, bitkin oluyoruz.”


“Burası sadece mezarlık, niçin? Göl kıyısı hayatın başlangıcı, bir neden de enerji, burada manyetizma çok güçlü hissedilir, pusulalar çalışmaz.”


Inca öncesinde görülen ters konik mezarlardan, alanın dik kenarına çakılmış gibi duran en büyüğüne 12 kişiyle birlikte gömülen Inca kralının mezarı önünden yürüyüp hızlanmaya başlayan yağmurda Ay Tapınağıharabelerine, ardından yanı başındaki, ilk üç –yılan, condor, puma- basamağı orijinal Güneş Tapınağı’na varana dek epeyce ıslanan gruba Sülema, “mevsimin ilk yağmuru, bunda ıslanmak bizim için çok önemlidir” der; “21 Mayıs’ta Samanyolu kayboluyor, 21 Haziran’da basamakların bittiği yerden tapınağın merkezine gün ışığı düşüyor, ardından gökte yeniden Samanyolu beliriyor.”


Seri yağmurda defterini koruma çabasıyla not alamadığından detayını kaçırdığı meteorit ile bağlantısı olsa gerek pas rengi toprak yolla mezarlıktan çıkarken, bel çantasında her daim taşıdığı mıknatısı adım başı kontrol eden “abla” hep aynı sonucu varır; burada Kuzeyi bulmak, sabitlemek olanaksız!


Ertesi sabah ülkeye dönüşe geçecek olan, günün yoğun programı üzerine yağmur da yemiş grup otele dönerken, platoda muhteşem yağmur resimleri içinde sessizce yol alır.

“Abla”nın burçdaşı Sema’nın objektifinden:

https://picasaweb.google.com/101792565612279317346/PeruBolivyaGezisi10Gun6Eylul2011#

16 Ekim 2011 Pazar

Peru-Bolivya gezisinin dokuzuncu gününde “abla” grubu, Tiwanaku’da.

5 Eylül 2011 Pazartesi iş günü; sabah, otelin önündeki E’sine çarpı konmuş Estasion tabelası gibi, yanı başındaki trafik polislerini de ciddiye almayan çığırtkanların feryatlarıyla uyanan “abla”, 11. kata dek gayet canlı biçimde ulaşan sesin kaynağına bakar; aralarında, tombul gövdesi girişi tümüyle örtmüş kadın muavinlerin de bulunduğu minibüsler, adaşı Fatima semti dâhil pek çok yere yolcu taşımakta. Rehberlerinin ilk gelişinde, 10 dakikada yürünebilecek mesafeyi arabayla 1.5 saatte aldıklarını anlattığı trafik bu olsa gerek.

Arabaya yerleşen grup, köşede domates, peynirli sandviç satan üç yerli kadının önünden geçer, birkaç sokak ötede, La Paz’ın en eski, yuvarlak irice taş döşeli zemini desenli Müzeler Sokağı başında iner.


“La Paz’ın eski kolonyal evleri Moorish stilindedir” der Ivan, “daha sonra evler başka aileler tarafından da kullanıldığından orijinal değil. İspanyol kölelerin evleri… Murillo’nun evi; özgürlük dışında asıl derdi İspanyollara vergi ödemek istemiyordu, Bolivar’ın da özgürlük için 16 yıl mücadele etmesinde asıl etken vergi vermemek. Peru’da Tupac Amaru, Bolivya’da Tupac Katari, sadece yerliler özgürlük için savaştılar. Bu sokak aynı zamanda kolonyal dönemde at eşek pazarıydı.”


Sokağın çıkışında, köşedeki üzerinde koca bir haç bulunan evi göstererek, “İspanyollar bu sokakta o kadar çok insan öldürmüşler ki, ruhları rahatlatmak amacıyla La Cruz Verde (Yeşil Haç) buraya konulmuş.”


“İspanyolların Afrika’dan getirdiği köleler bu yüksekliğe alışamadı, coca da çiğneyemedi; sonunda Amazon’a yollandılar, burada madenlerde yerliler çalıştırıldı.”

Merdivenlerle bir alt caddeye inip arabaya binen grup, serince güneşli sabahta, çevresine sıralanmış insanların sokak kahvaltısı yapmakta olduğu şenlikli küçük meydanı geride bırakırken Ivan’a kulak verir;“Vergisiz, taklit ürünler bu sokakta saat 6:00-10:00 arası üreticiden alınır, 10:00’dan sonra da aynı yerde satılır, atölyeler Alti Plano’da.”


Arabayla başında durdukları yokuşun bir yanı, şifa, büyü gereçleri satan dükkânlarla dolu: Kapı önündeki, adam boyu yükseklikte raflarda, chakana, yılan, kaplumbağa, kurbağa, ve güneş bedenli, üç başlı Pachamama başta, yerel Tanrıların figürleri yanında, tütsü öbekleri, kurutulmuş şifalı otlar, rengârenk şekerlemeler, çingene sobası cezve karışımı tütsü yakma kapları, çömlekler, en üstte de boyunlarından asılmış salkım saçak beyaz lama düşükleri; “toplayıp kurutur 2-3 dolara, canlı bulduklarını ise 30-40 dolara satıyorlar. Condor kanatları da satılıyor. Evlilik, çocuk, işini tutturma neye ihtiyaç duyarsa… Ben inanmasam bile işçiler evi yaparken dört köşesinde tütsü yakıyorlar, kaza olursa daha fazla sunu...”


“Abla” küçücük toprak tabaktaki kirpiye benzer şeyi soruşturur; mıknatısın çektiği demir tozlarıdır,“cüzdanda taşınırsa parayı çekecektir. Çocuk isteyen birbirine sarılmış çift figürü, iyi lider olmayı dileyen condor, zekâ gereksinimi olan ise baykuş figürü alır.” Tanıdık at nalı da tezgâhlarda birer küçük yığın olarak durmakta.


Alışveriş için, kapı önleri renkli dokumalarla çok çekici sokak aralarına dağılmadan, Aymara müziğini utangaç, hüzünlü ve ağır olarak niteleyen Ivan’dan aldıkları özgün müzik önerileri –Avrupa’da da konserler veren Savia Andina**** ile Kjarkas***** açık CD’lere güven duyulmadığından göz ardı edilir. (“Abla” sonradan bulup yazının altına eklediği adresten dinlediği müziğe bayılır!)


Peru’da arayıp bulamadığı, yazlıktan yaz-kış komşusu hanımın siparişi şapka, “abla”nın karşısına, burada çıkar. Aman ezilmesin deyip başına takar takmaz ayrı bir karizmaya bürünen, Lima’dan aldığı çizgili pantolonu üzerine omuzdan çapraz bağladığı yerel şalla çakma Bolivyalı “abla”, duvar diplerine oturmuş yerli kadın grupları başta, geçtiği her yerde söz konusu karizmanın etkisini, grup arkadaşlarının beğenisi dâhil, bol bol gözlemler.


Bano Publico tabelalarıyla belirlenmiş hamamları bol kentin, mandalina, papaya, muz, ananas yığılı kaldırımlarını geçip arabayla döne dolana yol alırken hedefleri 72 km. kuzeybatıda yer alan Tiwanaku.


La Paz Nehri’nin oyduğu, 1000 m. derinliğindeki vadinin alt ucu Ay Vadisi’nden, sadece köylere varan bozuk yollar dışında, ulaşımın tümü El Alto’dan geçen yollarlarla sağlanır. Grubun El Alto’dan çıkmadan, 1’er Bolivian (1 USD=6,84 BOB) ödeyerek yaptığı tuvalet ziyareti, yaşlı yerlinin, kokuyu değiştirme niyetiyle içeri dalıp oda spreyi sıkmasıyla renklenir.


Yola çıkar çıkmaz, “Aymaralar özgürlüklerine çok düşkün” diye anlatmaya başlar Ivan, “Inkaların hâkimiyetine en geç giren halk, o da kısmen, öyle ki İspanyollar geldikten sonra bile kontrol edemedikleri bölgelerde özgür yaşamlarını sürdürmeye devam etmişler. Trinidad önemli bir şehir, La Paz’a 22 saat mesafede, yolu 12 saate indirecek yolu istememişler.”*


Ölüm Yolu** denen yol da çok dar, La Paz’dan And’ları aşıp Amazon’a iniyor. Bu yoldan pazarın zenginliği, Amazon’un meyve sebzesi geliyor, en geniş birkaç noktada iki araba dokunarak geçebiliyor; 3.5 saate alınan 90 km’lik yol 5000 m yükseklikte, kazalarda çok ölüm olunca devlet, km’sine 2 milyon Dolar harcayıp dağı delmiş. Eski yolda bisikletliler 6 saatte 5000’den 1000 metreye iniyorlar, orada paralel bir de Inca rotası var.”


Aralarına inek, koyun, eşek yayılmış ev grupları dağılmış platoda yolculuk sürerken Ivan “Patates, fasulye ve quinoa yetiştirilir” der, “Andlarda başta kalay 20 maden çıkarılır. 1000 yıl önce Güney Amerika tabakası Nazca tabakası altına sıkışınca yükseliyor Titicaca Gölü oluşuyor, başlangıçtaki tuzlu deniz suyu yukarılardan gelen suyla beslenerek tatlanırken, aşağı akan tuzlu su, tuz gölleri ve çölleri oluşturuyor. Göllerden birinde tuzun kalınlığı 20 m; alttaki tuzlu sudan lityum elde ediliyor, Japonların, ürettikleri elektrikli otolar için ilgilendikleri kalitede zengin lityum.”


“Abla” yol boyu sıkça gözüne takılan, adobe duvarlar üzerindeki, halkın sevgisini ifade eden Bien Venido Evo! yazısını not ederken, bir gün önce El Alto’da pazardan alınmış kabuklu fıstıkları ayıklayıp ikram eden ortanca tarafından özenle beslenir.


“15 çocuk varsa ve devlet öğretmen yollamıyorsa, halk hemen yolu kapatıyor, yol çok ticari olduğundan etkili oluyor; iki hafta kapatıldığı oldu.” der, Aymara baba ile Qechua annenin oğlu Ivan “Aymara dili kıtanın eski dillerinden, Qechua’dan da eski, görmek fiili grm diye geçtiğinden cümleler bir kelimelik. Kısaltmaların en üst düzeyde yapıldığı dil Windows ile çok uyumlu, İbraniceyle de paralelliği var, Morales başkan olduğunda talebi üzerine Windows, İspanyolca + Huaorani + Qechua + Aymara versiyonu üretmiş.”


Kolonyal kiliseli küçük yerleşimden geçip, bölge, yerli ve Bolivya bayraklarının yan yana dalgalandığıTiwanaku (Tihauanaco)’da arabadan inen grup, kazı alanından öğle yemeğine giden yerlilerin ardına yayılmış, -buranın zamanında bir liman kenti olabileceğine dair fikirle bakınan “abla”nın en küçük iz görmediği- harabelere ilerlerler.


“Abla”nın yola çıkmadan bitirdiği Galaktik Gen isimli kitapta (Will Hart, Sınır Ötesi Yayınları, s.191, 2. paragraf) “Aslında Tihauanaco’nun sahip olduğu birçok özellik de burasının bir liman olma olasılığına kuvvet kazandırmaktadır. “Tanrıların Parmak İzleri” adlı kitabında yazar Graham Hancock burası hakkında şunları söylemektedir: “Büyük liman yapıları, iskeleler ve setler (hatta su altında bulunan muhtemelen bir gemi kargosuyken batmış olarak bulunan büyük taş bloklar) burasının bir liman olduğuna dair hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır” denilmekte, yerleşim planının astrolojiyle olan bağına dayanarak kentin 17.000 yıl önce liman olduğunu düşünen Posnansky’ye göre (s.192, 3. paragraf), “…Göl bundan 15.000 yıl önce Buzul Çağı’nın sonlarında tarihinin en yüksek seviyesindeydi ve karanın çok büyük bir kısmını kaplamaktaydı. Gölün o dönemdeki uzunluğu 800 km kadardı, dolayısıyla bir liman şarttı. Ancak muhtemelen bundan 5.000 yıl önce göl su miktarı en düşük seviyesine inip, mevcut iskelenin suya uzaklığı 30 km’ye çıkınca, Tiahuanaco da bir liman olma özelliğini kaybetmişti.”


Şimdilerde Titicaca Gölü’nün 20 km güneyine düşen, -Incaların verdiği adla Viracocha’nın evi, dinlendiği yer anlamına- Tiwanaku, gölden 30 m. yüksekte yer almakta. Ivan, %20’si kazılmış, 7 terastan oluşan 15 m. yüksekliğindeki tepeyi Akapana- geçerlerken anlatır: “Tiwanaku, 200-900 arası 40 km öteden gelen kumtaşı ve 100 km öteden andezit taşlarla inşa edilmiş. Granitin pırıltısı İspanyolları hayran bırakmış, 1580’de burasının taşlarıyla La Paz’ın kurucu azizine adanmış kiliselerini, yerlileri çalıştırarak yapmışlar. 1904’te de İngilizler demiryolu yapımında buradan taş kullanma izni almışlar.” Incaların, puzzle diye adlandırdığı geçmeli taş tekniğini, kendilerinden 700 yıl önce yapılmış buradan aldığına dikkat çeken Ivan,“ilk seviye dikey kolon küçük taş, ikinci daha iri bloklarla, üçüncü seviye ise kesme taşlarla… İnşaat 600-700 yıl boyunca sürmüş” diye anlatır, Pachamama’ya, yağmur için adak, geyik, lama ve kalça diz arası insan kemikleri çıkan yeri gösterir.


Çok sayıda mumyanın bulunduğu tapınak kuytusunu, yetkin kanalizasyon ağından kalanlar izler; “ısı -10, -15 dereceye düştüğünden, İÖ 1500’e dayanan bir teknikle kumtaşı iki sıra duvarın arası çimli toprak doldurularak evlerde ısının korunması sağlanıyordu… 1984’te bir mühendis tapınağın duvarlarını bulup restore ederken planı bozmuş.”


Grup, Ivan’ın deniz tarafından gelme olduğunu söylediği taş bloktan oyulmuş rahip giysili bir adam heykeli önünde duraklar, kış ve yaz dönümlerinde –Morales’in ruhanî lider olarak iki kez katıldığı törende- dört köşesine, kurban ettikleri lamanın kanını koydukları platoyu geçer, bir başka andezit bloktan yontulma, bir önceki gibi göğsünde sıkı sıkı bir şeyler tutan heykel önünde durur: “Hakkında ileri sürülen pek çok tez var, yazıyı okuyamıyoruz: Boynu yok, yüzünde bir mask var, kemeri süslü, ayak bilekleri halhallı, dış giysilerinin orijinalinde değerli metallerle kaplı olduğu düşünülüyor, şapka çevresi, omuz ve kulaklarında insan motifleri var, uzun saç örgüleri güç ifadesi.”


Kalasasaya’da “abla”nın, ezoterik okumalarda adına, son enerji ayarlamalarından birinde rastladığı, tek parça andezit, muhteşem Güneş Kapısı: Ön yüzünde üstte ortada Intiviracocha ile alt sıralarda, condor veya puma yüzlü adamların yer aldığı 48’er adet küçük figür ile güneş figürleri üzerindeki incelikle işlenmiş insan yüzlerinin her birinin farklı yöne baktığı kabartmalar, bir takvim. Küçük kız kardeşin, boşluğunda durduğu sıra resmini çektiği “abla”nın, Machu Picchu’da altardakine benzer biçimde, -genç kızlığında TV tamir ederken fişi prizden çekmenin yetmediğini statik elektrikle çarpıldığında öğrendiği zamanki gibi-bedeninde enerji akışı hissettiği Güneş Kapısı’nın arka yüzünde de dört küçük niş var.


“Hep kötü düşünce içindeyseniz, fakir bir ruhsunuz,” demekte Ivan, “…öldüğümüzde bir parçamızı kaybederiz, o gider dağın bir parçası olur.”


Birkaç basamakla inilen geniş, yağmur tutmadığı söylenen dikdörtgen seremoni çukurunun çepeçevre alçak duvarlarına belli aralıklarla konmuş, aralarında kafatasının da bulunduğu kafalar “…krallara ait başlar”diye anlatır Ivan, alanın ortasındaki, kaidesini iki kedinin süslediği heykelin sakalına dikkat çekerek, “o bir yabancı, Kon-Tiki…***”


Girişe dizili üç beş tezgâhtan alışveriş yapılır, ören geride kalır; elektrik olmadığından müze gezilemese de, bazısı açık baraka dükkânlar ziyaret edilir, coca çiğnemekte genç yerliden, Incaların sonuyla Fatih’in İstanbul’u fethinin aynı bantta yer aldığı çizelge alınır. “Abla”nın yanından iki püskülün sallandığı şapkası, alışveriş sırasında yerli kadınlardan yine epey sempati toplar.


Öğle yemeği için gittikleri ufak lokantanın, coca çiğneyen yanağı şişkin yerli, sivri dişli hasır Puma başı türünden zengin süsü yanında en önemlisi, bir duvarı tümüyle kaplayan, şafak ya da günbatımı renginde-“abla”ya kalırsa, resmedenin en eski atalarından devraldığı genetik anı arşivinden- su kıyısındaTiwanaku resmi!


Peru’ya geçiş için, Bolivya ile kara sınırı Desaguadero’ya gitmek üzere yola koyulan gruba Ivan anlatmaya devam eder; “Bolivya 9 bölge, 20’şer vilâyet… Başarıyla uygulanan teraslama ve kanallar kazıp sera etkisi yaratarak elde ettikleri +5 derece ısı bu yükseklikte yüksek verim sağladıysa da, topraklar bölündükçe uygulanamaz oldu.”


Yanı başlarında Titicaca, 42 km yol alan grup, minibüsü “bir şey unutulmasın” uyarısıyla terk eder, Ivan’la vedalaşır; bavullar, bisikletlere bağlı bagaj sepetlere yüklenir, hep birlikte Desaguadero Nehri üzerindeki köprüde oturmuş, şapkalı, şallı “abla”yı gördükçe, önden eksik, tek tük altın - gümüş dişli ağızlarını elleriyle kapatarak gülen yerli kadınlar önünden, Peru kara geçişi macerasını bolca fotoğraflayarak yürürler.


Alçak binaya giren grup birer form alır, doldurur, sıraya girer, banko ardındaki –bunca ilgiden sonra kendisini iki ülke fahri kültür ataşesi ilan eden “abla”nın tepesindeki şapkaya, bıyık altı gülerek kaçamak bakış atan- görevlilere teslim eder, rehberin demesine göre, “ilk defa rekor sürede!”, -20 dakika- Peru’ya geçerler.


Yol boyu yarattığı etkiyi izleyen ve bu mucizede en önemli etkenin “şapka” olduğundan emin “abla”, rehbere akıl verir; “altı üstü 13 USD, al bir tane yanında bulunsun, buradan geçerken koy birinin kafasına, huzurla geçip gidin!”


Bolivya’da bir saat ileri alınan saatler geri alınırken, grubu Peru’da, bu kez bir Aymara rehber karşılar; Sülema Hanım’ın ismi, babasının hayranlık duyduğu öğretmeninden gelme imiş. 2.5-3 saatlik Puno yoluna koyulur koyulmaz “genelde Katolik isimler veriliyor, aile isimleri ise doğadan alınıyor” diyerek anlatmaya başlar Sülema, “21 Eylül’de kuru sezon, 21 Mart’ta da sulu sezon bitiyor, tarım bölgelerinden yol alıyoruz, önümüzdeki ay ekim ayı, yüksek ve soğuk, sadece patates ve quinoa. Teraslar Incadan bu yana kullanılıyor, yılda bir kez, 21 Mart sonrası hasat ancak yöre halkını besliyor. Alan açısından Puno 4. büyüklükteki eyalet, Puno Kenti de çevresiyle birlikte 2 milyon, göl çevresi 1.200 nüfuslu, neredeyse sadece turizmle geçinirler, göl kıyısında lüks otelde geceleme 1000 USD.”

Yolda görülen tek tük kiliseler üzerine “buralara devam yok, Katolik şaman rahipler, bir elinde İncil, diğerinde coca, sokakta birine dağlıktaki törenleri sorsanız, sesinizi alçaltmanızı isterler. And insanının dini doğa ile alışverişine dayanır. Çünkü burada yaşamaları için gerekli her şeyi Pachamama’nın verdiğine inanılır, biz de doğaya saygı gösteririz.”


“Altiplano’da yol alıyoruz. Ne deprem ne toprak kayması, dağlar kayalık kaymıyor, yükseklik 3820 m. Ocak, Şubat’ta burası yemyeşildir… Puno’nun %70’i yüksek düzlük, %30’u Amazon’da… Pan Amerikan otoyolu Peru için çok önemli, Atlantik’ten Şili’ye Kuzey Amerika ile bağlantılı… Bu bölgede Puno’ya kadar Aymara’lar yaşıyor, burada okullar İspanyolca, çok zor öğreniyorlar, iki yıl dil, ilkokul 9 yaşında başlıyor. Amazon ve Andlarda bir milyon kişi okuma yazma bilmiyor.” Büyükannesi de imza atamayıp parmak basan Sülema “Toplum erkek egemen” derken önünden geçtikleri stadı gösterir “birinci dinimiz” der, “futbol!”


“Gölün ötesi Bolivya, ‘30’lara dek savaş vardı ama şimdi komşuluk ilişkileri iyi, Şili gibi değil, Şili bu bölgede sevilmiyor.”


“Abla”, yine Galaktik Gen’den (s. 194, 2. ve 3. paragraf) edindiği, kendisini çok etkileyen, “…Efsaneye göre Titicaca Gölü’nün derinliklerinde bir batık şehir bulunmaktadır. BBC tarafından “Arkeologlar Gizemli Gölü Araştırıyorlar” şeklinde haber yapılan yakın zamanlardaki keşfin sonuçları da, bu efsanenin gerçek tarihsel bir kayıt olabileceğine dair kanıtlar ortaya koymaktadır:

“16 Ağustos La Paz, Bolivya– Bilim adamlarının açıklamalarına göre Güney Amerika’da bulunan Titicaca Gölü’nde yapılan araştırmalar sonucunda gölün derinliklerinde, tapınak olduğu düşünülen 1000 yıllık devasa bir yapının içinde taş bir gemi çapası ve hayvan kemikleri bulundu.

Titicaca’nın temiz sularında 18 gün süren dalışlar sonunda bilim adamları Salı günü 200 x 50 m boyutlarında bir tapınak, tarım alanları, Inca medeniyetinden önceye dayanan yollar ve toplam 800 m uzunluğunda da duvar kalıntısı buldular. (Monica Vargas, “Peru Finds Pre-Inca Ruins Beneath Lake Titicaca,” Reuters, Ekim 30, 2002)” bilgisi hakkında -rehberleri aracılığıyla sordurduğu- Sülema’nın ne söyleyeceğini merak eder. “Gölün uzun zamana yayılan yükselip alçalmaları dolayısıyla, kıyılardan toplanmış birkaç buluntu müzede; göl Cousteau’nun gözde yeri, çok daldı ama kafasından büyük kurbağalardan başka bir şey bulamadı.”


İçinden geçtikleri dört kiliseli kasaba için Sülema, “İspanyollar bir kilise kendileri için, bir köleler, bir yerliler, bir de mestizolar için yapmışlar” der, “Birçok kilise Inca tapınakları üzerine kuruldu, yerlilerin mantığını değiştirmenin zor olduğunu görünce böyle yaptılar, yerli kiliseye değil, tapınağa geldi. Yerlilerin %85’i İspanyollar geldikten sonra ya öldürüldü ya da hastalıktan öldü. İspanyol turistler şaşırıyorlar, kendilerinden daha aktif izler bulmayı umuyorlar, hayal kırıklığına uğruyorlar.”


Açık alan serpilmiş evler arasında farklı renklerde tek göz barakalar tuvalet, “dolunca kireç ve kül atarak kullanmaya devam ediyorlar. Bu bölgede 100.000 kişi yaşıyor, erkekler başka yerlere çalışmaya gidiyor, kadınlar yalnız. Toprak ailelere ait, doğan çocuklarla ufalıyor.”


50.000 kişinin yaşadığı, içinden geçen akarsuyla aynı isimde Illaves geride kalırken, “Herkes birbirini bildiğinden suç yoktur, olursa cezayı elleriyle verirler, ufak tefek suçlara kafayı kazıyıp dikenlerle döverek, tecavüzcüyü yakarak…” Duvarlardaki KEIKO President yazıları üzerine, “Fujimori’nin kızı, buralarda çok popüler, Uros’u ziyaret etti, seçimi kaybetmesi de babasının yüzünden.”


Sülema “Bölgede kireçtaşı yaygın, bu da buranın milyonlarca yıl önce deniz olduğunu gösteriyor… Gölün sıcaklığı sığlıkta 15-16 derece, güzel kumsalları var” derken, minibüs yolun iki yanından birbirine bakan iki Inca başı arasından geçer. Sınır karakolu “kaçakçılığı gözlüyor, Bolivya daha ucuz olduğundan, bu yana sürekli akış var. Puno’nun tepelerdeki gecekondu mahallelerinde yol yok, arazi ucuz, ev yapan yürüyerek inip çıkıyor. Kentin 342 yıllık tarihi var, altın gümüş madenleri tükenince ilk kurulduğu dağın ardından buraya taşınmış.”


Meydana dört blok uzaklıktaki otelleri önünde inen grup, eşyalarını odalarına koyar koymaz kent şenlikli gece yaşamına dâhil olur; önünde haçı giydirilmiş katedral, adliye, polis ve belediyenin ışıklı şık binalarıyla süslü meydan Plaza de Armas’a çıkan bir sokakta da mavi kapılı ferforje balkonlu, eski kolonyal evler. Küçük kız kardeş otele dönerlerken, trafiğe kapalı uzun cadde zemininde yerli kültürünü resmeden mozaikleri fotoğraflamayı ihmal etmez.


Akşam yemeği öncesi, üzerindeki minik kazanda güzel kokulu otların kaynadığı mırıl mırıl yanan soba çevresinde toplandıklarında konuşulan, zincirin tüm otellerinde gördükleri “çok tanıdık” kilimin Türkiye’den olup olmadığı…

“Abla”nın burçdaşı Sema’nın objektifinden:

https://picasaweb.google.com/101792565612279317346/PeruBolivyaGezisi9Gun5Eylul2011#

*http://www.yesilgazete.org/blog/2011/09/27/evo-morales-amazon-otoyolu-projesini-askiya-aldi/

**Death Road

http://www.youtube.com/watch?v=_KKaQscc2cE

***Yazının 8, 9 ve 10. paragraflarında, “abla” Kon-Tiki’nin izini sürer:

http://senbilirsinablaseyyah.blogspot.com/2009/01/16-aralk-2008-gezinin-son-gn-kahvaltda.html

****Savia Andina

http://www.ustream.tv/recorded/5842521

*****Kjarkas

http://www.youtube.com/watch?v=-W1d9GHcJnQ