İkilinin asıl durağı, birkaç gün önceden geçeceklerini öğrenen “abla”nın ortanca kardeşinin yaptığı program uyarınca, Bursa Uludağ Üniversitesi.
Fen Edebiyat Fakültesi E binası önüne park eden, bölüm sekreteri hanımın, varlıklarını keşfeder etmez koşturduğu kahveyle karşılanan ikili, ders çıkışı ortancayla buluşur, onun İhsaniye’deki evine dönerler.
Doğuştan gezgin ortancanın programı zengin; “abla”nın demesiyle Bursa’nın Hacı Abdullah’ı, süt helvasıyla tanıştıkları Hayat Lokantası, Merinos’ta; kuzenin demesiyle her yemeği lezzetli!, tepsiler dolusu seçenek içinde ne yiyeceğine bir türlü karar veremeyen müşteriye sevecen, sabırlı servisi, ezmeyen şıklığıyla bir güzel lezzet noktası.
İkinci sürpriz, Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası’nın Atatürk Kongre Merkezi Merinos, Orhangazi Salonu’ndaki Bahar Konseri; şef Tolga Taviş, solistler Aydın Kahya, Sibel Gürsoy… Küçük bir çocuğun sohbeti, bir bebeğin beklenmedik sessizliği, ciddi Işıklar Lisesi askerî öğrencileri karşısındaki balkonda dans eden gençlerin neşesiyle izlenen konser, adını hak eder.
Kapıdan kapıya, ortancanın arkadaşınca sevgiyle taşınan grup, sohbetle uzayan geceyi Bursa’da geçirir, ertesi sabah vedalaşırlar. Yeni rota, 1924’te mübadeleyle Girit’ten göçtükleri, annelerinin doğum yeri Küçükkuyu’ya, kendi yazlığına giderken, kuzenin niyeti, “abla”nın yaz kış evine uğrayıp onu bırakıp bir gece kalmak.
Ev Nisan başından beri boş; bereket Cuma Karaağaç Köyü’nün pazarı. Yazlıkçılar –henüz- gelmediğinden ilkokul karşısındaki yepyeni pazar alanında alıcıdan çok satıcı var. “Abla”, balıkçıdan iki çupra seçip ayıklatırken karşısına dikilen muhtarla selamlaşır; lâfa“…böyle bir insan, nasıl?..” diyerek girip bir önceki seferde oy kullanmayışını sorgulayan muhtara, tam o günlere denk gelen Japonya yolculuğu başında, Yeşilköy Havaalanı’nda oy kullanmayı planladıklarını, ama olanağın yalnızca yurtdışında oturup adres gösterebilenleri kapsadığını öğrendiklerini anlatır, bir sonraki için garanti verir.
Festival ayı Nisan başında ayrılırken, şenliğini her yıl olduğu gibi kaçıracağını sandığı annesinin diktiği tomurcuklanmış akasyayı, bahçedeki iğdeyi, dönüşünde, tuhaf yağışlı soğuk yüzünden bıraktığı gibi bulunca pek sevinen “abla”, ıslak serin evi ısıtmak için, üzerine balığı koyduğu sobayı yakar.
Kuzenin, “abla”nın ilk kocası, kızının babasının yazdığı eski aşk mektuplarını okuyup bir takım yargılarını değiştirdiği sakin günde, ne yaptıklarını merak eden teyze İzmir’den arar, “siz” der, “Şirince’ye gitmeyecek miydiniz?” Bu üstü kapalı dilek üzerine, iki kadın, ev işine gömülmeden… hava da seyahat için çok uygun… diyerek, hızla yeni rotayı çizerler. İlk iş “abla”, her gidişinde kaldığı, Selçuk’ta müzenin arka sokağındaki bacası leylekli pansiyonu arar, üç yataklı bir oda ayırtır.
Yağmur yüklü bulutların esirgediği, sohbeti bol İzmir yolcuları Balçova’ya varır, teyze hazırlanana dek karınlarını doyurmak üzere yakındaki alışveriş merkezine girerler. Gözlerine kestirdikleri Kayseri Mutfağı’ndan yoğurtla sunulan incecik yufkaya serili kıymalı Yağlama ile kültür emperyalizmiyle sakat “abla”nın, sonundaki e harfini düşürerek Nevzin diye okuduğu şerbetli leziz hamur tatlısı Nevzine ısmarlarlar. Bir yaşam biçimi şeklinde sunulan Cola dayatmasını ayrana çeviren “abla”nın, içeceği bunca zengin milletin mutfağına, zararı kanıtlanmış bu tuhaf sıvı, nasıl oldu da böyle edepsizce yerleşebildi? sorusuna cevap, evine döndüğünde, komşusunun ziyareti sırasında anlattıklarıyla gelir; “50’lerin ikinci yarısı, ben ilkokuldayım, siyah beyaz bir filmde Belgin Doruk, boş cadde üzerinde bir barakaya gidiyor, büfe herhalde, bir Cola istiyor, içiyordu… filmi hatırlamıyorum, bunu unutmamışım bunca yıldır…”
Üçlü akşamüzeri Selçuk’a varır, karşısındaki Mürver Ağacı pıtrak gibi çiçek açmış pansiyonu bulur; kadroya yeni katılmış 11 aylık bebeğiyle “abla”yı karşılayan hanımla eski dostlar gibi kucaklaşırlar.
Çiçeklerinden yayılan muhteşem kokusuyla tek tük turunçların renklendirdiği ağaçlar arasından çarşıya yollanan kuzen, teyze, “abla” üçlüsü, trafiğe kapalı sokak arasında turistlerle oturur, Bin Ladin’in –şaibeli- ölüm haberi üzerine konuşur, dondurma mevsimini açar, sütunlar üzerindeki evlerini onaran leyleklerin konup kalkmasıyla “leyleği havada görme” fırsatı yakalarlar.
Odalarına dönerken girdikleri, parkın arkasına rastlayan halıcıya bitişik, muhteşem şakşuka, bezelyeli imambayıldı yapan aşevinde, teyzenin diziler üzerine sohbetine katılan Elmas Hanım’la tanışırlar. Hayatı yoktan var eden özel insanlara örnek Elmas Hanım, ertesi sabah gireceği okuryazarlık sınavı kitabı yanında, tepeleme yaprak sarma önünde, bir gözü dizide öte yanda da teyzeyle sohbette; “…bu sene sonmuş, sonra ilkokul mezunlarına ehliyet vermeyeceklermiş…” diye dertlenmekte.
Tek sayılı yıllarda bir kardeşle eşi, çift sayılı yıllarda da diğer kardeşle eşinin işlettiği üç eski Rum evinin baktığı küçük avlunun girişindeki, kahvaltılarını da ettikleri, ahşap yuvarlak yer sofralı, duvar dibi minderli odada, yatmaya gitmeden, “yabancı yok…” davetine uyup birer çay içen üçlü, bebeğin emekleyerek sevgi devşirdiği, çocukların bilgisayar önünde çalıştığı, büyüklerin sohbet ettiği, TV’nin büyükanneden fazla itibar görmediği ailenin bir parçası olma huzurunu yaşarlar.
Ertesi sabah sezona hazırlanan bahçeler, yeşillikler arasından, dar köy yoluyla 8 km. uzaklıktaki Şirince’ye varan üçlüyü sert rüzgâr ile yağmura yakın serpinti karşılar. Köy meydanına ulaşıp teyzeyi kuytu çayevine emanet eden “abla” ile kuzeni yukarı kiliseye doğru tırmanırlar. Bir tezgâhta yayılmış sevilesi kedi Rüstem’in “annesi” anlatır, “bacağı paralanmıştı, iltihap kaptı, ameliyat ettirdik, kısırlaştırdık, beyim diyor bunu vebalini nasıl ödeyeceksin?” Kendi kedilerinin de çiftleşme mevsiminde kan revan içinde dolaşmalarına zor dayanan “abla”, kadını, “çok iyi etmişsiniz, sahipsizlikten ölen yavruların vebali daha fazla…” diye teselli eder.
Az ötedeki tezgâhtan papatyadan taçlar alan kuzenler, Giritli yaşlı teyzenin başlarına koyarken okuduğu dua ardından gaaark! diye geğirmesiyle nazardan arındırılır, kiliseye yollanırlar. Nar suyu içip çevreyi fotoğrafladıktan sonra kiliseyi gezer, -olmazsa olmaz-, avludaki, ortasında Meryemana heykeli bulunan küçük havuza para atarlar. Heykelin ardına düşen futbol topu genişliğindeki çukura düşen para dileğin gerçekleşeceği yönünde umut verirse de denk getirmek çok zor! Bozuklukları biten kuzenlerin imdadına koşan meyve suyu satıcısı genç, muhtelif milletlere ait bir avuç bakır parayla, işin püf noktasını uygulamalı olarak anlatır. “Abla” ile kuzen tümüyle başarısız olursa da, delikanlının demesine göre onlar 3’de 2 tutturuyorlarmış.
Ödüllü Ege’nin Sofrası’nda, Ege’nin babasının dostlukla Türk Sanat Müziği eşliğinde sunduğu, çok lezzetli mantar, karışık ot kavurma, kabak çiçeği dolması, 99 katlı zeytinyağlı ev baklavası yenir, vedalaşılır, üçlü Pamucak’a yollanır. Kız kardeşleri ile bir önceki yıl gelip kaldıkları, uzun, geniş, incecik altın kumlu doğal kumsal, “abla”nın aklında kaldığına göre, Şirince, Meryemana kozmik enerji üçgeninin köşelerinden biri.
Dönüşte, kuzenin aklına tabelada adını gördüğü Seferihisar’a gitmek düşer; üşenmez 65 km yol alır. Beklentisi, gönüllü formu başvurusu son olarak 22 Şubat 2010’da güncellenmiş Cittaslow seferberliğinin sonuçları, naylon torba yerine file, sokaklarda bisiklet ulaşımı… ile çağdaş, sakin bir kent görmek olan kuzen, henüz kasaba girişinde rastladıkları naylon poşetli kadınlarla derin hayâl kırıklığına uğrar. Gördükleri, sokakları düzenlendiğinden tozlu, kendi hızında-halinde bir taşra kasabası. Afişlerde ve araç üstlerindeki salyangozlu amblem logo dışında iyi niyetli girişimden pek iz kalmamış kasabanın, ağaçlık parkında kısa bir mola verir, dönüşe geçerler.
Yol boyu yeşil tabelalarla, sağlı sollu otel, site türünden tüm yerleşimleri özenle listeleyen Menderes Belediyesi’nin hizmet götürdüğü Ürkmez, Doğanbey, Gümüldür, Ahmetli, Özdere… üzerinden Selçuk’a dönen grup, gece “yattığı yeri beğenir”…
Ertesi sabah girişteki taş masada kahvaltı ederken tanıştıkları Pamukkale yolcusu Frankfurt’lu gezgin muhabir Kai ile ahbaplık ederlerken, “abla”, çok sevdiği ilk kayınvalidesine benzettiği –pansiyoncuların annesi- teyzeden Mürver şurubu tarifi alır: “Biz Patlangaç Ağacı deriz,” der teyze, “yaprağını ateşte börderler ağrıyan yerlerine koyarlardı eskiden, sonra Avusturyalılardan öğrendik şurup yapmayı, onlar çiçekli dallarına yumurta kırıyorlar, pudra şekeri ile yiyorlar, tarçınlı kurabiye yapıyorlar”
“Mürver şurubu için 6-7 tane mürver çiçeğini yıka, 1 kilo suya yüzüstü yatır, üstünü ört bir gün beklet, sonra süzdür, suya 1 kilo toz şeker, isteğe göre limontuzu ekle kaynat. Şurubu sulandırarak iç, idrar söktürüyor, bronşite iyi geliyor, her gün bir şeye daha iyi geliyor diyorlar…”
Eski dostlar gibi sevgiyle uğurlanan üçlü, önce İsa Bey Camii’ni, ardından St. Jean Bazilikası’nı ziyaret eder Meryemana’ya çıkar.
“Abla”nın beşinci ziyaretinde, Meryemana Evi önü her zamanki gibi kalabalık. Yavaşça ilerleyen kuyrukla içeri giren üçlü, para atıp ikişer mum alır, Meryemana heykeli önüne gelir; solda duvarda asılı minik çerçevedeki güzel el yazısıyla “........İsa dirildi, happy easter!” mesajı ile sunağın solunda duran, üzerinde 2011 yazan, boyu iki metreye yakın beyaz şamdan yeni!
Dünyanın kim bilir nerelerinden gelmiş insanlar camlı kum kutulara dilek mumlarını dualarla diker, hep birlikte kaynaktan su içer, dilek panosuna mendiller kurdeleler bağlar, dinlenir, otobüslere dağılır, yola koyulurlar.
İzmir’i sağanak yağmurda, metro çalışması yüzünden bir saatten fazla dolanarak, güle eğlene geçen üçlü, mola için kuzenin ağabeyinin oturduğu -“abla”nın, bozulmamışlığını ana yoldan 25 km uzak oluşuna bağladığı, 20 yıl önceki gelişinden fok heykeli dışında bir şey hatırlamadığı- eski Foça’ya girer, Küçük Deniz’de buluşup balık yerken hasret de giderirler. Ayrılırlarken büyük kuzeni “abla”ya, çektiği slaytları bir zamanlar, soğutmasız büyük, boru gibi bir aparatla gösterdiğini, soğutma için sık sık ara verdiğini anlattığı, babasıyla ilgili bir anı hediye eder.
Yola abanmış bulutlar altında, yol boyu zaman zaman yağmurda, yıkanmış yemyeşil tarlalar köyler arasından geçerek “abla”nın evine varan üçlü, salyangoz kalabalığını yarıp ıslak bahçeden geçer, ilk iş üzerine çaydanlık koydukları sobayı yakar, her zaman birkaç kötü sürpriz barındıran yazlık ev açma işi için güç toplamak üzere gece konaklarlar.
İstanbul’dan çıkalı beri yaklaşık 1000 km teptikleri uzun yolculuğun son etabı, kuzenle annesinin Küçükkuyu’ya varmaları, ertesi güne kalır.