skip to main |
skip to sidebar
Kül bulutu yüzünden aksayan uçuşlar yoluna girmiş olmalı ki, tatil köyü giderek hareketlenirken, 25 Nisan 2010, Pazar sabahı lokanta daha gürültülü, daha şen... Akrabalardan pek azı, Knossos Sarayı turuna katılma niyetiyle erken toparlanır, bavullarını, memlekete dönerken öğlen gelip almak üzere lobiye bırakırlar. Lokantada, masalar arası ziyaretler sırasında anlatılan öykülerden birine göre;"abla"nın anneannesinin annesi Nazlı Hanım, güzelliği yüzünden başına bir iş gelmesin diye Hanya'da tutulurken, çiftlikte kalan kızkardeşi, Bahri Dayı'larının içki arkadaşı Rum gençlerden biri tarafından kaçırılmış!
Minibüs irisi arabada cam kenarına yerleşen, kalemini düşmesin diye bağladığı defteriyle not almaya hazır "abla", bacaların kuş formu verilmiş kapaklarına bakarken, Yorgo başlar:
"Mitolojiye göre Kral Minos'un adının verildiği Minos halkının nereden geldiğini bilmiyoruz. Girit'te İ.Ö. 7000'lerde, Anadolu'dan, Kuzey Afrika'dan, adalardan ilk gelenler zamanla karışıp... biz bu halka Minos diyoruz. O dönemin dilini, adanın adını bilmiyoruz. Deşifre olmuş yazı yok, dillerini çözemedik, büyük ihtimal Yunanca değildi... Minos Halkı dört büyük saray inşa etti. İ.Ö. 2000 civarı yapılan ilk saray 1700'de depremle yıkıldı, yerine daha lüks yeni saray yaptılar, 1500 odalı, 2000 kişilik... Çevresinde 80.000 kişinin yaşadığı Knossos Şehri... Surları olmayan sarayın cephesi kaymak taşı kaplı, parlatıyorlar, duvarlar ayna gibi parlıyor. İç duvarlar fresklerle süslü. Minos evleri 2-3 katlı idi... Efsaneye göre Karl Minos'un babası Zeus'tu... Sarayın dört yönde dört girişi var. Ana giriş Güneye bakan, denize uzaklığı 5 km... İ.Ö. 1450'de deprem ve yangınlarla yıkıldı, Mikenliler Mora'dan gelip adayı işgâl ettiler, bu çöküş oldu Minos için, bir daha saraylar yapılmadı. İ.Ö.110'de Dor'lar geldi, hem atları hem de demir silahları vardı, kolayca Girit'i fethettiler. Bu dönem 1000 yıl sürdü. Burası Akropolis'ten sonra en çok ziyaret edilen yer. Heraklion'un güneyinde yer aldığından, 2. Dünya Savaşı'nda Almanların yoğun bombardımanı sırasında Minos dönemine ait kral mezarları yokoldu."
Aralarından -Yorgo'nun Türkçe öğrencilerinden- birinin el salladığı midibüs, geliş yönünün ayrıldığı koşucuların yanından yavaşlayarak geçer, Knossos Sarayı otoparkına girer. Grup, 4'er Euro verip biletlerini alır, turnikeyi geçer, alçak sesle, "kaynak yapanlar var..." diyen Yorgo'nun çevresinde toplanır. Biraz bekleyip oralı olmadıklarını gördüğü iki kişiyi, "lütfen kitap alın, öyle gezin..." diyerek uyaran, işinin erbabı, âdil rehber, gruba da "sizler 50'şer Euro vererek geldiniz" der, "onlar daha mı akıllı?"
"Bu tepe dört Türk ailesine aitti, önce Schliemann geldi ama zeytin ağaçları konusunda Türklerle anlaşamadı, Arthur Evans, akıllı, kurnaz bir arkeolog, çok para harcadı, babasının parası tabii, sırf saray 20 bin metrekare, 1900'de kazılara başladı, üç sene sonra saray ortaya çıktı. Bazı binalar maalesef, betonla restore edildi... Kayıtlarda adı geçiyordu, bir de yakındaki köydekiler tepenin altında sarayın olduğunu biliyordu. Evans, antlaşmaya göre İngiltere'ye 2-3 vazo dışında hiçbir şey götürmedi, ünvan için yaptı, zaten sonra Sir ünvanı aldı, bayanlara ilgi duymuyordu, İngiltere'de bir skandal üzerine 1935'te burayı Yunanistan'a hibe etti."
"Yılda 2 milyon kişi ziyaret ediyor, hasar oluyor, küçük depremler oluyor, sarayın büyük kısmı kapalı, sürekli çalışıyorlar. -Bir tavus kuşunun yakından gelen iri, kaba miyavlama benzeri feryadı üzerine- çok var... İki muhafızın durduğu oda yanından, saraya giriliyor, taş duvarlar arasına kalın konan ahşap kirişler, depremde esneklik sağlasın diye... Sütunlarda servi gövdeleri kullanılyor, taş kaide üzerine aşağıdan yükerı genişleyen gövde, kırmızıya boyalı... Evans'ın, kopyalarını koyduğu -asılları Heraklion Arkeoloji Müzesi'nde- fresklerde saçlar uzun, siyah, kıvırck, kadınlar beyaz, erkekler kızıl renge boyalı, eteklerin ucunda ağırlık asılı ağ var, Girit çok rüzgârlı..."
İkisi dar, biri geniş üç girişli kapıyla merkez avluya geçen gruba "Boğa kutsal hayvan, sarayın damında stilize boğa boynuzları var, bu bize burasının tapınak olduğunu gösteriyor. Orijinal çok kulplu, halat motifiyle süslü küplerde zeytinyağı, tahıl, şarap saklanıyor. Batı kısmında uzun 18 penceresiz -depo- odada, aydınlatma kandillerle yapılırken bir deprem sırasında, küplerdeki yağ tutuşup yangına sebep oluyor, cephede izleri halâ görülüyor, servi sütunlar da yanınca saray çöktü, sur da yoktu, halk yağmaladı, kazılarda hiç altın bulunamadı..."
Taht Odası önünde "Orijinal kaymak taşı İ.Ö. 1700 tarihli taht, ikinci odada, sağda, güçleri sembolize eden kuş başlı, aslan gövdeli, yılan kuyruklu Grifon freskli duvar önünde... Oyuncak bebek boyunda Yılanlı Tanrıça heykelciklerinin bulunduğu odalara Evans, Merkezî Tapınak adını taktı, çıplak göğüslü heykeller, fayans tekniğiyle üretilmiş, bu tekniği Mısırlılardan öğrenmişler."
"Minos dönemine ait 4 ya da 5 katlı en büyük bina; Evans'ın tahminine göre kral ve kraliçe burada kalıyordu, ışığı alt katlara ileten ışık kuyuları aynı zamanda sıcak havayı tahliye ederek klima işi görüyordu. En alt katta, içinden akar suyun geçtiği beş tuvalet, bir de kraliçenin banyo küveti vardı. O dönemde ada çok ağaçlık, çok yağmurluydu, yağmur suyu oluklarla tahliye ediliyordu. Kraliçe Odası duvarlarında yunuslar balıklar freski yanında, danseden kız freski... Kral Odası, daha sade, yanındaki en büyük ışık kuyusu, bu oda mimarî açıdan çok önemli, tek duvarı var, diğer üç duvardaki sütunların arasındaki kapılar açılıp kapatılarak klima etkisi sağlanıyor, ekolojik..."
"Doğu girişi üzerinde ilk saraya ait, İ.Ö. 4000'e tarihli, boyaları seçilebilen büyük küpler... Restore edilmiş, -o zaman nasıl göründüğünü gösteren- sütunlu, renkli, boğa kabartmalı duvar... Sarayın kuzey girişinde 10 taş sütunlu büyük oda, denizden gelen/giden mal kapısı, Evans buraya Gümrük adını verdi... Sarayın pis sularını sarayın dışına taşıyan kapalı kanalizasyon... Tiyatro, sarayın kuzeybatısında ve ilk saray dönemine ait, İ.Ö. 2000, Dünyanın en eski tiyatrosu, iki geniş merdivende 500 kişi oturuyordu, sahneden başlayan Dünyanın en eski yolu üzerindeki, dinî tören sırasında kurban verilen küçük yere, sunağa Evans Küçük Saray dedi."
Yola çıkmak üzere otoparka yürürken, "abla"nın gezgin teyzesi anlatır, Hanya Pervolya çiftlikler bölgesinde anneannesi Nazlı'nın, okul öncesi yaşlarında böyle bebek boyunda bir heykeli varmış oynadığı; okula başladığında küçük kız, bebeği okula götürüyor, öğretmeni elinden alıyor, Atina'ya yolladığını söylüyor...
"Yunan mitolojisinde Girit'le ilgili birkaç efsane var" der Yorgo; "En önemlisi Zeus'un doğumu; annesi Rhea'nın doğan tüm çocuklarını babası Kronos yutuyor, Rhea'ya akıl veren annesi Gea, Girit'e git, bir mağarada doğur çocuğunu ve hemen terket, diyor. Lashiti Dağı'na gelip yayla üstündeki mağaraya gelip doğurup terkediyor, babasına da kumaşa sarılı bir kaya parçası veriyor yutsun diye... Zeus'u mağarada bir keçi besliyor, süt ve balla büyüyor, sonra babasını bulup öldürüyor, kardeşlerini kurtarıyor, kendisini besleyen keçiyi de göğe taşıyıp Oğlak Burcu yapıyor."
"Başka bir efsane de, Avrupa Finikeli çok güzel bir prenses, Zeus'un dikkatini çekmiş, kızlarla çiçek toplarken yanlarına boğa kılığına girerek gelen Zeus, Avrupa'nın ayağına uzanmış, kız üzerine binince, onu, denizi aşıp Girit'e kaçırmış, Güney Girit'te bir çınar dibinde onunla birleşmiş, bu hamilelikten Minos doğmuş... Avrupa Yunanca güzel gözlü demek..."
"Labirent ve Minotaur efsanesinde, Minos, amcası Poseidon'a dua eder, bana bir boğa yolla sana kurban edeyim, denizden beyaz bir boğa çıkar, o kadar güzelmiş ki Minos onu kurban etmeye kıyamaz, amcası sözünü tutmayan yeğeninden intikam almak ister, Kraliçe'yi boğaya âşık eder. Kraliçe çılgın bir şekilde onunla yatmak ister ama nasıl yapacağını bilemez, efsanevî mimar Daedalus'tan yardım ister. Mimar içi boş ahşaptan bir inek yapar, inek derisiyle kaplar, içine kraliçeyi kor, boğaya götürür. Kraliçe boğadan hamile olur, boğa kafalı insan vücutlu boğa, -minos insan, taur boğa demek- Minotaur doğar. Kral çok kızar, Daedalus'a, giren hiç kimsenin çıkamayacağı bir labirent ısmarlar, Atina, 7 genç kız ve 7 delikanlı yolluyor, Minotaur'a yem. Sonunda Atina Kralı Aegean oğlu Theseus boğayı öldürmeye karar veriyor, babası bir şartla diyor, giderken siyah yelkenle git, dönerken beyaz yelkenle dön... Kral Minos'un kızı Ariadne, Theseus'a âşık olur, Daedalus'tan aldığı tüyoyla, labirente girerken bir yumak verir, girişe bağlar, boğayı öldürür, çıkışa varır. Kızla beraber Naxos Adası'na varırlar, çok eğlenip içince yelkeni değiştirmeyi unuturlar, babası siyah yelkeni görünce oğlu öldü sanıp kendini denize atar, Ege Denizi adını ondan almış..."
"Bu mitoloji, gerçekler farklı" der Yorgo, "Evans'ın bulduğu fresklerde genç kız ve delikanlılar, boğanın üzerine atlayıp boynuzlarından kavrıyorlarmış, böyle oynarken... Labirent de, çok odalı sarayın karışık düzeninden..."
"Girit'in en uzun tüneli, otobanın sonu, Türkiye ile direkt bağlantımız yok, uçuşlar Atina üzerinden, charter senede bir-iki, cruise'lar bir kaç saat kalıyor, o da Heraklion'da... Doğu kurak, doğal keçi boynuzu ağaçları var, pekmezi yapılıyor, ilâç ve dondurma yapımında kullanılıyor, Dünya ihtiyacının %10'unu karşılıyor... Kırmızı toprakta çok lezzetli patates, muz yetiştiriliyor."
"Malia Köyü, taşkınlıklarıyla meşhur, içki seven İngilizler geliyor, budur tombul muz rüzgârdan korumak için serada yetişiyor, burada Knossos'la akran bir saray var, daha ufak ve süssüz..."
"Mirabello güzel manzara demek Körfezi, vadide badem tarımı yapılıyor, soğuk suyla sulandırılan tatlı içecek Somata, nişan törenlerinde veriliyor, sonraki hayatları tatlı olsun diye... Vadi Venediklilerin tahıl ambarıymış, tahıl yel değirmenlerinde öğütülürmüş, şimdilerde tahıl sıfır..."
Zeus'un doğduğu Dikte Mağarası'yla Lashiti Dağları'nı geçtikleri sıra içi geçen "abla", Aya Nikola'ya geldiklerinde ayılır. Yorgo, "Şehir 1900'lerden sonra yapıldı, Girit'in en güzel limanı Mirabello Körfezi çevresindeki oteller çok pahalı, eskiden Suudîler ve politikacılar gelirdi, şimdi Ruslar..." derken limanın ucuna parkeden arabadan inen "abla" grubu, bir paşanın ufak boğazla denize bağlatarak yaptırdığı yapay göl çevresinde dolaşır. Merdivenle ulaştıkları, portakal yüklü ağaç, göl ve güzel yapılar manzaralı kameriyede turuncu, siklamen, beyaz begonviller altında fotoğraf çeker, şık, şirin dükkânların sıralandığı yokuşların vardığı limana inerler.
"Göl kıyısında birşeyler içelim" derken tanıştıları, kendilerine servis yapan Marianna'nın babaannesinin Trabzon'dan buraya göç ettiğini öğrenir, kendi hikâyelerini anlatırlar.
Dönüşe geçtiklerinde, "pek anahtar kullanmıyoruz" der Yorgo, "suç açısından güvenli, çocuk büyütmek için ideal, eşimin bir sayfası var, http://komsudapiser.blogspot.com/..." İçinden geçtikleri, yeni yeni kıpırdanan Hersonissos Kasabası için "en turistik yer, kışın boş..."
Otele varıp domates dolması çok lezzetli lokantada yemek yiyen "abla" grubu, kalıp otelin keyfini çıkaran akrabalara eklenir, bagaj yüklenir, N. Kazancakis Havaalanı'na doğru yola çıkılır. Kendilerini getiren, pistin sınırlı olanakları ve denizden iniş yüzünden düşer gibi indikleri adadan "sizi almaya geldik" diyen THY uçağıyla 17:25'te tam zamanında havalanır, 18:39'da Yeşilköy'e tüy gibi konarlar.
Uçağa binmeden önce, güzeller güzeli ikiz bebeklerin merkezinde olduğu en kalabalık akraba grubu fotoğrafını çekmek için çok kısacık bir zaman kalmıştır.
24 Nisan 2010, Cumartesi sabahı, ata toprağına yüz sürme coşkusu sarmış akrabaların doluştuğu otobüs, -"abla"nın bir tahminine göre üçüncü rehberin gelmemesi, ikinci tahminine göre ise kül bulutu yüzünden ortaya çıkan aksaklıkların bir halkası olarak- değişik otellere dağılmış katılımcıların tümünü tamamlayana dek, Heraklion'la kaldıkları yer arasında ekstra gidiş-dönüş yapar. Heraklion Hanya arası, -bir saat sonunda, "abla" ile kardeşlerinin magnet alışverişi yaptıkları 20 dakika mola ile- 2 saatlik yolda, sempatik rehber Yorgo'nun anlattıkları:
"Heraklion çevresinde artık kurumuş enginar tarlaları göreceksiniz; üç türü var, birincisi, Türk enginarı gibi yetiştirme, biraz küçük, yarı yabanî olanı az dikenli, yabanî olanı çok dikenli, fena batıyor ama rağbet görüyor, 2,5 misli pahalı satılıyor... Piramit gibi çamlar, Avustralya'dan ithal, süs amaçlı Arokarya... " Dağ sırası üzerinde insan profiline benzer yüzey şeklini göstererek "Zeus'un profili... Osmanlı döneminde bir çok kaynak barındırdığından adı Sular Dağı'ymış. Minos Antik dönemine ait tapınaklar vardı, kutsal sayılıyordu. Şimdilerde, senede bir kere küçük kilise, adını aldığı azize adanan bayramda açılıyor..." Karla kaplı tepeyi göstererek "Eski adıyla İda Dağı, en yüksek yeri Psiloritis 2456 m. Tarımda ağırlık zeytinlik ve bağda, üzümün büyük kısmı kuru üzüme gidiyordu, zamanla talep azaldı, kuru üzüm çok daha ucuz olduğundan Türkiye ile rekabet edemedi, burası sofralık ve şaraplık üzüme yöneldi. Birazı Avrupa'ya ihraç ediliyor. Girit'e özgü üzüm cinsi şarap yapılıyor, büyük üretim olmadığından ihraç yok... Maalesef elektrik santrali petrolle çalışıyor, yavaş yavaş rüzgâr enerjisine dönülecek... Hava sıcaklığı en çok 35 derece, kışın kıyıda 10-15 derece, tipik Akdeniz iklimi, rutubet yok..."
Heraklion Körfezi'nde, üzerinde kale kalıntılarının bulunduğu taşlaşmış ejdere benzeyen "ada üzerinde, uzun yay boynuzlu yabanî keçiler -Kri kri- var, karışıp soyları bozulmasın diye adaya taşındılar... Ekonomik krize karşın emlâk fiyatları düşmüyor, Heraklion'da orta büyüklükte, orta karar bir daire 200 bin Euro... Girit'te bir üniversite, bir de yüksek okul var. Girit'in toplam nüfusu 650.000, Heraklion çevresiyle 200.000... "
"Kendimi tanıtayım, şoförümüz Vangelis, ben Girit'te Türkçe bilen ilk ve tek kokartlı rehberim, 95-99 arası İzmir'de yaşadım, 95'te İzmirli güzel bir kızla evlendim, Papatya isimli, serbest zamanda Türkçe öğretiyorum, çok reklam yapmıyorum ama ilgilenen çok, şimdilik 7 öğrencim var, gerekince mütercimlik de... Türkçeyi çok konuşkan kaynanamdan öğrendim. 4 sene İzmir'de iş aradım bulamadım, bulsaydım Türkiye'de kalırdım. Son işim kuru üzüm ticareti yapan bir Yunan şirketindeydi, mutlu değildim, az para alıyordum... "
Üstleri meyve yüklü portakal ağaçlarıyla dolu ovadan geçerken, "40-50 sene önce İspanyollar buraya, ressam -Yunanlı demek- El Greco'nun, kökenini araştırmaya geldiler, Fodila Köyü'nde büyükçe bir ev buldular, önüne bir anıt diktiler, 70'li yıllarda turizm akını başladı, köy tanındı, köylü iyi para kazandı. 90'lı yıllar başında Yunanlı bir tarihçi Venedik arşivine baktı, El Greco'nun Kandiye'de doğduğunu bulup kanıtladı, köylüler bunu kabul etmek istemedi, ama ev, anıt korunuyor... Şimdilik vilâyetler halinde ama, Girit AB talimatıyla bölge olacak, seçimler de aynı tarihte kolay olmayacak..."
"Portakal ve limon senede iki kere, yaz-kış ürün veriyor, son 20 yıldır avaokado da var... 800 bin hektarda 95 milyon zeytin ağacı var, en önemli ürün zeytinyağı, sofralık zeytin az... Zeytinin %95 ufak, %5 dağda yetişen iki cinsi var. Zeytinlerimiz çok ufak, yağ açısından ideal, 5,5 kg zeytinden 1 kg yağ çıkıyor, asit oranı çok düşük, koyu kıvamlı, koyu yeşil, Türkiye'deki sızma ya da sızma ötesi... Girit üretimi Türkiye üretiminden farklı katkı yok, rafine yok, sızma olarak çıkıyor...
"Balı meşhur olduğundan bu köyün adı Ballı, rumca Bali olmuş... Yolboyu küçük kilisecikler, kazalarda hayatlarını yitirenlerin akrabalarınca konmuş, içinde kandil ve ikona var, bazen üzerinde bir taç var ama genelde küçük bir kutu... Çok açık yeşil, upuzun karpuz modeli, biraz daha pahalı, burası Girit'in en lezzetli kavun karpuzunu yetiştirir..." Mola yerine girerken "saat 11 buçuğa gidiyor, 20 dakika kalalım"
"Turizm Girit'te doğudan başladı, batıya doğru gelişti, son yıllarda Hanya, Resmo moda oldular. En çok turist İngiliz, Alman, sonra İskandinav Ülkeleri, Hollanda, Fransa, biraz da eski Komünist ülke vatandaşları, Rusya, Romanya... Girit'in ekonomisi diğer adalar gibi değil, önce tarım, zeytinyağı, o bizim baş tacımız, Yunanistan ve Avrupa'ya da satılan sebze meyve... Diğer adalar sadece turizme dayanıyor... Hanya ve Resmo'nun peyniri meşhur. İnsanları biraz daha sert mizaçlı, mesela devam eden kan davaları var. Dağda hayat zor, bir de Girit'liler silahlara meraklı... Bir kaç sene önce dağda uyuşturucu üretimi, ticareti sırasında polisle çatıştılar, girilemeyen köyler vardı, şimdilerde polis halâ kontrol altına almaya çalışıyor, yaklaşık 2000 mağara var, birşey saklamak için ideal..."
"Osmanlı dönemi, 19. yy. çok kanlı geçti, hareket dağlardan başladı, başkent, Hanya'dan Heraklion'a kaydırıldı, iki kentin çekişmesi sürmektedir. Eskiden Kandiye'den Hanya'ya 2 günde ulaşılıyordu, Girit'i tam ortadan ikiye bölen dağ iletişimi kesiyor, doğu, batı lehçeleri bile farklı, kulağı açık olan hemen farkediyor, yemekler bile farklı, doğu sebze ağırlıklı, batı et, süt ürünleri, hayvancılık..."
"Yağmur getiren bulutlar Hanya'nın Beyaz Dağları etrafında hapsoluyor, böylece batı çok ağaçlı, yeşil, ılıman, doğu Girit çöl kadar kurak... Alp sıradağları Yunanistan'ı geçiyor, Girit'ten sonra Anadolu'da Toros'lara kadar uzanıyor. 25 yayla var, en büyüğü Zeus'un doğduğu mağaranın olduğu Lashiti yaylası... Nehirler mağaraların altından geçiyor, su sıkıntısı yok... Öğleye doğru yaklaşacağımız için yemek konuşalım. Girit mutfağı kendine özgü, en büyük özellik zeytinyağı, yıllık tüketim tüm Dünyada en çok, kişi başına 25 kg., Yunanistan'da 21 kg, İtalya'da 11 kg, Türkiye'de 2-3 kg. Keçi, koyun var, keçi sütü ve eti çok tüketiliyor, balık tüketimi daha düşük... Kış yağmurları sonrası ortaya çıkan otları Giritliler, haşlayarak, zeytinyağı, limon, tuz ilâvesiyle sıcak sıcak sofraya getirirler. Ben İzmir'deyken otlarımı Giritlilerden alırdım. Salyangoz bol, bedava, kümes hayvanları, ada tavşanı yeniyor. Baharat yok, doğal yalın basit yemekler. Düğünlerde Girit Pilavı yaparlar, et suyuna pilav lapası, üzerine limon ya da makarna haşlayıp üzerine keçi peyniri rendesi... Diğer Akdeniz ülkelerine göre 2 kat sebze ve meyve tüketiliyor. Yeni kuşak kırmızı ete yönelince burada da kalp hastalıkları çıkmaya başladı. 60'larda başlayan, yemek sağlık ilişkisini araştıran bir araştırmanın sonuçlarına göre Giritliler en uzun ve sağlıklı yaşayan çıktı"
"Tarihî açıdan, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar Heraklion'u bombaladılar, Hanya'yı da ama çok daha az... Osmanlı 1645'te Hanya'dan başlayarak 1669'da Kandiye ile fethi tamamladı. 200 sene kaldılar, başta din değiştirmeler oldu, halkın yarıdan fazlası baskı görmeden Müslüman oldu, şimdi ailenin yarısı Müslüman yarısı değil... Kadılık kayıtlarını Heraklion Belediyesi koruyor. Osmanlı öncesi, Katolik Venedikliler, 4-5 asır boyunca Ortodoks yerel halka çok baskı yaptı, Osmanlılar gelince, bazı köyler papazlarıyla birlikte birden Müslüman oldu... 1821'den sonra durum değişti, ilk Yunan Devleti kuruldu, Osmanlı zayıfladı, bu Müslümanların büyük kısmı Ortodoksa döndü, Bu yüzden çok kan döküldü, çok katliamlar yaşandı. Çözüm olarak mübadele oldu, üç dalga halinde 35 bin Türk..." Otobüsün yumuşak bir kavisle geçtiği "Souda Körfezi, Nato'nun üs limanı, doğal en büyük liman... Musevîlerin 2000 yıllık geçmişleri vardı, ana dilleri Yunancaydı, Almanlar 1944'te tüm Yahudileri, Hanya'dan 300 kişilik cemaat, toplam 600 kişiyi bir gemiye bindirdiler, İngilizler gemiyi batırdı. Daha sonra, hikâyesi Nicholas Stavroulakis, Pamir Bezmen kitabı Lavanta Lavanta romanında anlatılan, cemaati olmayan sinagog onarıldı."
"Hanya'yı Konya'yı görmek ne demek? Bir çok açıklaması var, ben tarihçi bir beyden duyduğumu size aktaracağım, Hanya'nın birkaç kilometre batısında Gonia diye bir yer var, Girit'e gidince hem Hanya'yı hem Gonia'yı görürsün, çünkü çok yakın... Arapların Peynir Şehri dediği Hanya, Yunancada Hanlar demek... Liman pahalı, kaliteli değil, benden söylemesi... Bulursanız kabak, patates, keçi peyniri, nane üzerine yufka serilerek yapılan Boureki tadmanızı, her derde deva, endemik, Diktamo Çayı almanızı öneririm, bir fincan kaynar suya bir tutam, üstünü kapatıp 2 dakika demleyin..."
Hanya'da, otobüsten, bir Fransız mimarın, Venedik Surları yerinde 1911'de yaptığı haç şekilli Kapalı Çarşı önünde inen katılımcılar, kapanmadan alışveriş etmek üzere çarşıya dağılırlar.
Her iki dönemin simgesi, -Hünkâr Camii'nden kalma- minareli ve çan kuleli Aya Nikola Kilisesi, önünde, bir kaç masanın olduğu ağaçlık küçük park, yan, arka sokaklarında coşmuş begonvillerden girilemeyen evlerle sarılı... Konuşmalarını duyan Türk öğrencinin yönlendirmesiyle kolayca limana inen "abla" grubu, minaresi kalmamış Küçük Hasan Camii önünden geçerek,
-anneannelerinin bindiği gemiden görülen son Hanya görüntüsü- Osmanlı döneminde minare formu verilen Venedik Deniz Feneri karşısında bir lokantada, -boureki+portakal suyu için yaklaşık 10 Euro ödedikleri- lezzetli bir yemek yerler. Buluşma noktasına ulaşabilmek için kestirme arayıp bakınırlarken önlerine çıkan, Avcılar'da 2 sene önce pastacılık yapmış gencin, hevesli, neşeli rehberliğiyle otobüse ulaştırılırlar.
"Abla"nın bir üst kuşağı aile büyükleri için, kuşkusuz çok daha derin anlam taşıyan Hanya'dan ayrılıp bir saat sonra Resmo'ya varan grup, içinde küçük camisiyle geniş bir alana yayılmış Venedik Kalesi duvarlarını izleyerek kent merkezine ulaşırlar. Bakımlı Vali Konağı, Arkeoloji Müzesi'ne dönüştürülmüş Venedik Locası, 1645'te ucuna eklenen mescitten çok az iz taşıyan, -Venedik- Rimondi Çeşmesi, 1890'da bir Hıristiyan ustanın, öğrenerek yaptığı Girit'in en yüksek minaresi, şimdilerde konserler için kullanılan Osmanlı'nın bir medrese eklediği Mihrace Camii, Santa Maria Kilisesi, Mikrasiaton Meydanı'na girişte kullanılan, kemeri renkli asma resimli, sağlı sollu iki alemle süslü, alt kısmında ise yine sağlı sollu iki aslanın bulunduğu Venedik Osmanlı karışımı kapı, çıkışsız bir labirente benzeyen birbirine açılan dar, taş, ara sokaklar, sükûneti motorsiklet patırtısıyla bölünen siesta sakini Resmo'nun güzellikleri...
Limanda, ayrılmadan -yerel halkın bol tükettiği- frappe keyfi ardından yola çıkmak üzere, cafeler, lokantalar arasından otobüse yürürken "Türkiye patriot!" diyerek laf atanlara, bir de "selamünaleyküm!" deyip kendini tanıtan Mısırlı Necip eklenir.
Hanya'da detaylı yürüyüş için:
http://www.chaniacrete.gr/tr/index.php?option=com_content&task=view&id=51&Itemid=67
23 Nisan 2010, Cuma sabahı, tatil köyünde, yanardağ etkisiyle iptal olan rezervasyonların yarattığı derin sükûneti şenlendiren "abla" ailesinin, kahvaltı için buluştuklarında masalarda anlatılan, "abla"nın -20 yıl önce kaybettikleri- annesinin bir ufağı, hafızası keskin teyzenin, şakır şakır konuştuğu Rumca'yla aktarıp anında Türkçe'ye çevirdiği -en eski- hikâyelerdir: 100. doğum yılında 1910 doğumlu anneannenin 14 yaşında çarşafa girdikten sonra 1924'te mübadeleyle Girit Hanya'dan Çanakkale Küçükkuyu'ya gidişleri; 1881 doğumlu dedenin, çiftlikte yaşarken komşularından birinin gelip "Rumlar baskın yapacak, sizi kesecekmiş" demesi üzerine, Hanya'ya gidip ertesi gün döndüğünde ambarı boşaltılmış bulması, bunu, "ben 9 kez taşındım, evlenmeyi düşünecek vaktim mi oldu?" diyerek ifade edişi; nihayet anneanne 18, Cumhuriyet âşığı dede 49 yaşındayken, bir Cumhuriyet Bayramı akşamı evlenmeleri; bu evliliğin 5. yılı başında, tam olarak 20 Ocak 1933'te, -"abla"nın annesi- ilk çocuklarının doğumunu "Hüseyin Ağa'nın bir kızı olduuuu!" diye bağırarak haberleyen tellâla kimsenin inanmayışı...
Kahvaltıdan sonra, "abla" ile kızkardeşlerinin 2000'de görüp hayran kaldıkları, hararetle önerdikleri Santorini Adası turuna katılan, Ada'yı gezmenin en verimli yolu araba kiralayan, farklı rotalar izleyenlerle azalarak 9 kişiye inen gruptan, Heraklion'a gitme kararıyla hazırlanmak üzere odalarına uğrayacak yenge, dayı, kızkardeşler yürürken -annelerinin en küçük kardeşi- dayıları, "anneniz" diye anlatır, "beni çok dövdü, kulağıma yapıştığında bilirdim arkadan şamarı patlatacak, siner beklerdim... Beni yıkarken su sıcak gelir sızlanırsam, o koca zeytinyağı sabunları var ya, onunla küüüüt! diye kafama..." Kızkardeşler kahkahalar arasında "...demek o yüzden biz hiç dayak yemedik, annem seni döverken hevesini almış, bize sıra geldiğinde hızı kesilmiş!"
Büyük aşkla sevdiği İzmirli eşi Papatya'dan edindiği iki çocuğundan, içtenlikle "iyi insan, topluma faydalı insanlar olsunlar da... zaten biri kız, diğeri oğlan, ne sünnet, ne vaftiz ettirmedik, büyüyünce kendileri karar versinler" diyerek sözeden, Adanın Türkçe bilen kokartlı tek rehberi Yorgo'dan aldıkları tarif üzerine, hafızası keskin teyze ile kızı, dayıyla yenge, annelerinden az bir zaman sonra birdenbire yitirdikleri, dayının ikiz kız kardeşi en küçük teyzeden yadigâr, oğlu ile gelini, "abla" ile kızkardeşleri otelden çıkar; kayalıklı deniz kıyısı boyunca yürür, minik şapelde fotoğraf molası verir, henüz tam hareketlenmemiş tatil kasabasından geçer, yol üzerindeki 16 numaralı otobüs durağına çıkar, gelen şehirlerarası otobüse biner, yaklaşık 45 dakika süren yolculukla, adam başı 2.30 Euro'ya Heraklion'a varırlar.
İlk hedef, uzantısında fotoğraf çektikleri haşmetle konuşlanmış (Castello del Molo) Koule manzaralı kıyı boyunca yürüyerek ulaştıkları Venizelos Caddesi 27 numaradaki Tarih Müzesi, en alt katından yukarı, Adanın tarihini, eskiden yeniye sergiler: Üzerine düş(ürül)en ışıkla -lokal- aydınlanarak kolayca bilgi edinilen kent maketi, dokuma tezgâhı, üzerindeki kap kacakla tahta masa, raflar, hasır oturaklı sandalyeler, beşik, incecik dantelli, ipek-pamuk yorganlı çeyiz, yatak, silahlar, giysiler, vaftiz ve düğün ekmekleriyle... yaşamın sergilendiği tanıdık pek çok obje ve Nikos Kazancakis'in çalışma odası, kitapları, tanınmış romanı orijinal adıyla Alexis Zorba'dan yapılan Mihalis Kakoyannis'in yönetip, Dünyaca bilinen müziğini Mikis Theodorakis'in yaptığı, Anthony Quinn, Irene Papas, Alan Bates'in oynadığı filmden çarpıcı finalinin aralarında bulunduğu sahnelerin gösterildiği en üst kat, El Greco'nun bir kaç tablosu, freskler, Ada tarihinde yakın dönem politik itiş kakışı sergileyen Osmanlı'nın pek de şirin görünmediği siyasî karikatürler... kendi ölçüsünde zengin müzenin beğendikleri bölümleri...
Yorgun gruptan dinlenmek isteyenler kıyıya, cafelere yürürken "abla" ile kızkardeşleri, bir gün önce dıştan gördükleri mekânları içeriden de görmek niyetiyle kentin göbeğine yollanırlar. Ellerinde, küçük kızkardeşin internetten aldığı çıktılar, kitap, kent haritasıyla yol aldıkları sıra rastladıkları yıkık dökük Osmanlı evi, eski Rum evleri arasında ilk bakışta ayırdedilebilecek kadar tanıdık.
Kahverengi sırlı seramik kiremitli kubbeleriyle ışıldayan Aya Mina Katedrali içinde göze ilk çarpan, görkemli avize. İçine kondukları cam muhafazalar üzerinde dudak izleri sezilen, gümüş kabartmalarla bezeli ikonalar, "abla" ile kızkardeşlerinin Rusya gezileri sırasında yakından gördükleri, bazıları çok değerli ikonaların alçakgönüllü örnekleri.
Okaliptüslerle gölgeli Özgürlük Meydanı'nı geçerek yan kapısına dolandıkları, restorasyonda olduğundan, garaj girişiyle inilen geniş alt salonda en gözde örneklerin sergilendiği Arkeoloji Müzesi'ne 4'er Euro ödeyerek giren kardeşler, gezinin son günü gezecekleri Knossos Sarayı fresklerinin asılları yanısıra, Yılanlı Tanrıça heykelleri, parlayan gözleriyle ürkütücü boğa başının aralarında bulunduğu tarih kitaplarından tanıdık pek çok önemli, değerli obje görürler. "Abla"nın en çok ilgisini çeken, Dünya dışı uygarlıkların parmağından şüphelendiği, İ.Ö. 1600-1450'ye tarihlenen, Çin'de icadedilen ilk baskı tekniğinden çoook önce, kil disk üzerinde, her iki yüzde spiral satıra dizili 242 simgeyle "basılan" henüz okunamamış metinle, esrarengiz Phaistos Diski*.
Kente giriş çıkışı denetleyen iki kapının bulunduğu Venedik Surları'nı izleyerek tepeye tırmanan kardeşler, iki odunun bağlanmasıyla yapılmış haç dibinde yatmakta olan, Ada Osmanlı hakimiyetindeyken Kandiye'de 1883 doğup Almanya'da 1957'de ölen şair, yazar, oyun yazarı, siyasetçi Nikos Kazancakis'in, taşında "Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm." yazılı mezarının ortasında bulunduğu çepeçevre Heraklion manzaralı ufak parka ulaşırlar.
Dönüşleri Ayios Titos Kilisesi'nin 18:00'de çanları aracılığıyla duyurduğu akşam duasına rastlar. Güzelim ahşap oymalı avize ardına düşen köşede, zarif ahşap oyma altarın berisine dikilmiş üç erkek sesinden, beyaz uzun yakalıklı papazın savurduğu tütsüyle puslu uzun güzel duayı dinleyen "abla", kızkardeşleri ve dayıları sessizce ayrılırken dikkatlerini çeken, Müslümanlar tarafından alınıp camiye çevrilirken mi, camiden yeniden kiliseye dönüştürülürken mi belli değil, tavanı kalınca boyanmış kubbe; dört köşedeki madalyonlarda dört aziz dışında tek bir motif yok...
Sütunlu geniş görkemli girişiyle Belediye Binası önünden geçerek, grubun diğer üyeleriyle buluşan "abla" üçlüsü, bindikleri taksiye 30 Euro ödeyerek otellerine dönerler.
*Phaistos Diski hakkında detaylı bilgi için:
http://www.bibilgi.com/ansiklopedi/Tarihten-Gizemler:-Lineer-A-ve-Phaistos-Diski
İzlanda'nın güneyindeki Eyyafyallayöküll buzulu altındaki uykusundan uyanıp 190 yıl sonra püskürmeye başlayan yanardağdan yükselen kül bulutları Orta Avrupa'ya uçuşları engellerken, üç gün önce 29. İstanbul Uluslararası Film Festivali'ni alnının akıyla tamamlayıp sinema yazılarına ara vermiş "abla", yüreğine hiç kuşku külü düşürmeksizin, güzeeelce bavulunu hazırlar.
22 Nisan 2010 , Perşembe sabahı 7:30'da, yağmurdan ardakalan serin sabahta ortanca ile "abla", küçük kız kardeşlerini taşıyan taksiye biner Yeşilköy'e yollanırlar. Gezgin teyzeyle dayılarının başını çektiği organizasyon, herkesi şaşırtarak, en gençleri, kuzenlerinin 6,5 aylık ikizleri, en yaşlıları, 86 yaşındaki amcaları olmak üzere 25 kişilik akraba grubunu biraraya getirir. Bilet satışta yaşanan, -bir önceki Barcelona gezilerinde "overbooking" olup, dört saat sonraki uçağa kaldıklarındakine benzer- acemiliklere eklenen gerginlikle, uçuş saatleri 10:15 görünse de, 1,5 saat rötarla havalanır, bir saat yolculukla öğlen, Girit Adası başkenti -eski ismiyle Kandiye- Heraklion, Nikos Kazancakis Havaalanı'na konarlar. Alçakgönüllü havaalanının iki çalışanının düşük temposunda yavaşça ilerleyen uzun -Türk- kuyruk, arkaları sıra inen uçak(ların) yolcusu İngilizler'in, EU üyeleri için açılan bir başka kabinde, kendilerine zarifçe, parmağıyla "geç!" işareti yapan görevli önünden, kapağı varak baskılı süslü iri motifli pasaportlarını açık tutarak seri biçimde akışlarını hasetle izlerler.
25'i "abla" ailesi toplam 126 yolcusunu iki katlı otobüse yerleştirip Heraklion'a yollanan, İstanbul'dan, -sessizce- kendileriyle gelmiş Batı Trakyalı Türk rehberin yolboyu anlattıkları: "Telefonumu kaydederken alan kodu gerekmiyor, çevirdiğinizde ben karşınızdayım... Önce şehir turu yapacağız, sonra serbest zaman vereceğim, akşam gelmek isteyenlerle tavernaya gideceğiz, yoğun bir gün olacak. 8400 kilometrekare Girit, Akdeniz'in beşinci büyük adası, şık bir ada... Heraklion, Hanya, Retimo, Aya Nikola şehirleriyle Girit, Yunanistan turistinin beşte birini ağırlar, daha çok dinlenme amaçlıdır, Santorini, Mikonos Adaları eğlence... Girit'te 350.000, Heraklion'da 150.000 kişi yaşar. Ada dağlıktır, en yüksek yeri 2456 metre... Tarıma açık iki ovası var, turizm ikinci gelir kaynağı... Ada, 1970'lerden sonra turizme açıldı... Akdeniz'deki ikinci büyük adayı bilene bir şişe şarap! -Gelen yanıtlara- Kıbrıs ayrı bir ülke, Yunanistan'ın değil... Şehirleşme yüzünden adada olduğun çok anlaşılmıyor, küçük adaların mimarisi daha özgün... Doğu Roma, Arap, Venedik, Osmanlılardan kalan yapılar var... Knossos Uygarlığı Santorini'deki patlama sonucu yokolmuş... Taverna, otelcilik, en sevdikleri kültür... Eğlence, -saz benzeri- buzuki ve uzo dedin mi, herşey bir yana... Hafta içi 8:30-14:30 arası çalışıyorlar, pazar her yer kapalı, şehrin büyüklüğüne göre, haftanın bir ya da -Atina'da- iki günü 17:00-19:00 arası çalışanlar için mağazalar açık..."
Özgürlük Meydanı anlamında Plateia Eleftherias'tan yerel rehberin bindiği otobüs, kırmızı, beyaz, turuncu begonvil ağaçlarının salkım saçak süslediği sokaklarda ilerleyerek, kentte küçük bir tur atar: "Nüfus Ortodoks ağırlıklı, biraz Katolik, çok az da Müslüman var. Yunanistan'da yaşayan 175.000 Türk Batı Trakya'da, Gümülcine'de, İskeçe'de; Ata'mızın doğduğu şehir Selânik'te Türk yok..." Işıl ışıl parıldayan kahverengi seramik kiremitli kubbeleriyle Aya Mina Katedrali önünden geçerken "...doğan çocuğun adı Mina olacaksa, o adı taşıan azizin kilisesinde vaftiz edilir, bu nedenle çok kilise vardır, Deniz gibi isim yoktur, aziz ve azizelerin isimleri konur çocuklara..."
Otobüsten inen grup, serbest zaman sonunda, 16:00'da Özgürlük Meydanı'nda buluşmak üzere, beraberce eski şehir merkezine ilerler. Dört yolun merkezindeki küçük alanın ortasındaki, dört aslan başlı fıskiyeli Morosini Çeşmesi, "Venedikliler tarafından15-17. yy.da yapıldı, havuzun yan yüzleri Yunan mitolojisinden manzaralarla süslü, ilk yapıldığında aslanların yerinde Poseidon vardı, yapımında Girit'e ait sarımsı taş kullanıldı... " Ayios Titos Kilisesi, "başlangıçta kilise, Osmanlı'da 250 yıl cami, sonra yine kilise... Ayios Titos, Pavlos'un öğrencisi, Hristiyanlığı öğretmek üzere buraya gönderildi... Kilise ibadete açık, Ortodokslar üç kez istavroz çıkarıp belli sûreleri okurlar, İsa, Meryem, kiliseye adını veren aziz(e) ikonasını üçer istavroz çıkararak selamlar, daha fazla vakitleri varsa otururlar. -Katoliklerdeki gibi- günah çıkarma yoktur... Müslümanlıktaki gibi, İsa'nın ölümünden sonra mezhepler çıktı, azizler aynıdır, felsefe biraz farklıdır."
Serbest zaman için, "etler domuzdur" uyarısı yapan rehber, kilise önünden geçen yolla limana çıkılabileceğini söyler, börekleri, hamur işlerini önerir. Ailenin bir kısmı gölgelere dağılırken, yakındaki, baharat, aralarında tazecik hindibanın olduğu ot, filelerde sevilerek yenen salyangoz, meyve, hediyelik eşya tezgâhlarının sıralandığı, ucu -Osmanlı dönemi- Valide Cami'nden yadigâr şadırvana açılan Pazar'ı gezen, fotoğraflayan kızkardeşleri ile, iştah açıcı lokma pankartı üzerindeki loukoumades sözcüğünü harf atlamadan özenle kaydeden "abla", küçük meydanda çeşmeye bakarak kendilerine börek, bira, fıstık, cips (7 Euro) ikram ederler.
Çepeçevre okaliptüs ağaçlarının gölgelediği meydanda toplanıp otobüse doluşan ziyaretçiler, Heraklion dışındaki otellerine gitmek üzere yola çıkarlar. Ailenin genç üyelerinden birinin yanına yerleşen "abla", fotoğraftan yola çıktıkları sohbet rotasının -her ikisinin de çok beğendiği anlaşılan Babette'in Şöleni filmiyle- sinemaya dönmesi üzerine coşar, aralıksız, yorucu sohbetiyle genç kardeşinin sabrını sınar.
Esaslı bir sınav da, rezervasyon sırasında internette resmini görüp bayıldıkları Zorbas otelin -henüz- açılmadığı haberi üzerine, birarada olmak dileğiyle toplanıp gelmiş akrabalarla birlikte, benzer niyet taşıyan diğer katılımcıların hayâl kırıklığına uğradığı otel girişinde yaşanır. Uzun süren etkili mücadele sonucu, kuşlara eşlik eden minik şırıltılarla sulanan, hanımeli kokulu temiz, güzel bahçeye bakan iki katlı, balkonlu evlere dağılır, akşam yemeği için hazırlanırlar.
2000'de, Denizcilik İşletmeleri'nin Karadeniz gemisiyle, Adalar (Mikonos, Santorini, Girit -sadece bir kaç saat Heraklion-, Atina, Pire) Turu yaptıkları sırada -Atina'nın Nevizadesi-Plaka'da, Akropol'e bakan bir tepede yaşadıkları, günbatımıyla başlayan, dört başı mâmur, uzun taverna akşamı anılarındayken bir yenisine gerek görmeyen "abla" ile kızkardeşlerinin bahçeler içinden yürüyerek ulaştıkları bir kaç havuz uzaktaki restoran, temiz, zengin mönüsüyle hem göz, hem de karın doyurur.
Denemiş olan akrabalardan aldıkları tüyoyla domates dolması tadıp beğenen "abla" ve kardeşlerinin, Girit ürünü yumuşak içimli nefis kırmızı şarap kadehleri, -her zaman olduğu gibi-, "bu seyahati bize hediye eden..." küçük kız kardeşe teşekkürle, kaldırılır.