17 Aralık 2010 Cuma

Konya'daki ilk günü 10 Aralık'ta "abla", derviş olmayı öğrenir.

Sıcacık mutfakta, Konya'daki ilk günü için, bir gece önce gelmiş misafirlerin uyanmalarını beklerken, çocukluğundan beri yapmış olduğu gibi, oyalanmak üzere kitaplık araştıran "abla", mutfaktan geçilen, yüksek kubbesinden ışığın döküldüğü, halı kaplı zemin ve sedirlerin sırtını verdiği ahşap duvarları çok güzel kilimlerle döşeli; bir köşede zümrüt yeşili emaye büyük bir kuzine ile alemler, mangal, müzik gereçleri, güzel hat çalışmaları, resimlerle süslü, geniş, muhteşem bir mekân keşfeder!

Dergâh halkının meydan adını verdiği, sohbetlerin yapıldığı, sofraların kurulduğu, sema edilen büyülü mekân, eskiden, Mevlâna'nın dervişlerinden Hakkı Dede dergâhının bahçesiymiş. Odalar, artık, tefekküre dalmış dervişleri değil, misafirleri ağırlamakta. Altı çilehaneleri barındıran merdivenden bir üst kata çıkıp, iki hanımla paylaştığı, -köşesinde bir lavabonun bulunduğu, eskinin anılarını taşıyan bir dolap ve el işi güzel perde ve uygun aksesuarla süslü- odasına çantasını bırakan "abla", grubun çevrelediği, evin hanımının müşteri değil, misafirlerini ağırlar gibi özendiği, ev yapımı reçeller, tereyağ, çörekle zenginleştirilmiş kahvaltı sofrasına oturur.

Katılımcılar tamamlandığında rehberin programında görünse de, hanımlar toplanır, dergâhın ardına düşen caddede, beş dakikada ulaştıkları Mevlâna'yı, modern anlayışla düzenlenmiş müzeyi gezmeye gider, -bir gün sonraki rehberli gezileri sırasındaki kalabalığa bakılınca- çok da iyi ederler. Uluslararası standartta düzenlenmiş müze dükkânından sonra, uğradıkları Dervish Brothers'dan alışveriş yapıldığı sıra, -"yola çıktığı" ilk zamanlarda, insan ruhuna seslendiğini öğrenip arşivine kattığı ney CD'si dışında pek bir şey bilmediği- Sûfi müziği ile ilgili CD'leri karıştırırken, "abla"ya danışmanlık eden İranlı def sanatçısı uzun saçlı bey, kendi CD'si üzerine konuşurken, raftan aldığı -bizimkilerin 3 katı genişlikte, kenarına çepeçevre dizili metal halkaların şıngırdadığı- defle, küçük bir parça sunar.

"İşine gönül verme" tanımını, "gönlünü işe koyma"ya çevirmiş, hem turistik hem de ruhanî rehberin, meydanın bir kenarını işaret ederek "şöyle toplanalım, bir daire yapalım" çağrısına uyan çoğunluğu nefes koçu, şifacı, spiritüel öğretmenden oluşan grup, uygulamalı derviş eğitimi için hazırlanır:

"Kapı dergâhtır, derviş eşiktir, eşikte oturur" der rehber, "eşikte ellerimiz omuzlarımızda, sağ ayak başparmağı solun üzerinde elsiz ayaksız, baş kalbe eğik, elif gibi, kapının kenarını öper, baş keser öyle gireriz içeri; selamımız, secdemiz insana değil, insanın gönlünedir." Grup birbiri ardı sıra, eller omuzlarda, omuz omuza dersi dinler, sonra meydanın bir kapısından çıkar, mutfaktan geçer, diğer kapıdan gerçek birer derviş gibi baş keserek girerler. "Derviş, eyvallah! der, çok konuşmaz, eyvallah, Allah'a teslim olmak demektir" diye devam eder rehber, "huuu! Allah'ın nefesidir, bizi, topraktan yarattığında ruhundan üfledi, bize can verdi, biz de birbirimize seslenirken, isimleri geçtiğinde ulular için huuuuu! deriz." Bebekliğinde, pek çoğumuz gibi huuu, huuu, huuu, hu! ninnisiyle uyutulmuş "abla", çok değil birkaç ay önce, "Huuu! diye seslenin.", önerisi taşıyan yabancı kaynaklı bir çalışma maili aldığını hatırlar.

Öğleden sonra Mevlâna'nın 22. göbek torunu çok güzel, çok zarif bir hanımın ziyareti ile güzelleşen meydan, henüz ham dervişlere öğrendiklerini sınadıkları bir fırsat verir. Ayakta karşıladıkları hanımı, -bilek güreşindeki gibi kavranılan- ellerin her iki tarafının, her iki tarafça aynı anda öpülmesi prensibine uygun biçimde öperek karşılarlar. "Abla" daha sonra, oda arkadaşından, bir diğer dergâhta, parmaklar içe kıvrılarak ellerin kavrandığı ve öpüldüğüne tanık olduğunu duyar.

Akşam yemeği için bir başka dergâha davetli grubun doluştuğu minibüs, kemerli kapı adında küçük bahçe içindeki ev önünde durur. Üst kattaki salon, kenarları çepeçevre yer minderleriyle sarılı, ortası yemek veya zikir/sema amacıyla kullanılan geniş, ferah bir yer.

Yer sofrasında yeme zahmetini, Eylül'de ziyaret ettikleri Japonya'da bıraktığını sanan antremansız "abla", Japonların, sadelik ilham eden "yeterince olan güzeldir" diye ifade edilen Wabi Sabi felsefesine örnek yeterlilikteki -ziyarete giderken götürülen, çeşitli ve bol tutulan tatlı dışında- yemek sonrası Efendi'nin, -uzun yıllar Amerika'da yaşadığından konuşmasındaki Türkçe kusurları için peşinen af dilediği- yumuşak anlatımıyla yaptığı sohbeti ilgiyle izler. "Mevlevî musikişinas olmalı" der Efendi, "müzikten anlamalı; Mevlâna'ya rebabın sesi kapı gıcırtısına benziyor, demişler. Doğrudur, diye cevaplamış, kapı gıcırtısı gibidir; ben cennetin kapıları açılıyor gibi duyarım, sen cennetin kapıları kapanıyor gibi duyarsın..."

Dışarıda çakan şimşek ve gök gürültülerinin, yağmurun şıkırtısının lâfa karıştığı sohbet, küçük bir sema töreni ile renklenir. İkisi yabancı üç erkek, -Mevlevî'nin mezarının sembolü hırka, kefeninin sembolü beyaz tennure ve başta, mezar taşının sembolü keçe sikke- geleneksel giysi içinde gelir, Alman Fatma Hanım'ın bir yandan söylerken çaldığı rebap, Konya'lı neyzen ile İran'lı def ustasının içe işleyen müziği eşliğinde dönmeye başlarlar. Daha sonra ikisi yabancı, güzeller güzeli nur yüzlü üç hanımın katıldığı semayı izleyenler arasında, İranlı bir Mesnevî profesörü ve rehberin kendisiyle Fransızca konuştuğu Thomas Bey dışında, yabancı yok.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, tura yeni eklenenlerin havaalanından alınıp gelmeleri, birbirlerini tanıyanların kavuşmalarından sonra, kendini bedeniyle ifade etme konusunda her zaman zorlanmış "abla" için zahmetli deneyim gerçekleşir.

İç içe iki halka oluşturan, el ele tutuşan katılımcılar, rehberlerinin "hay!" diyerek başlattığı ritmle, her bir harfi ilahi enerjiyle yüklü "lailaheillallah"ı tekrarlayarak, Allah'ı -hatırlama anlamında- zikrederler. Bu dahil her türden meditasyonda olduğu gibi, "abla"nın -elbette korkularından beslenen, baş rolünü ego'su Sebastian'ın oynadığı- kontrol duygusu iş başındadır, vecde izin vermez.

Gecenin sonunda konakladıkları dergâha döner dönmez, ranzanın üst katına çıkıp, bir gece önce 12 saatten fazla otobüs yolculuğu yapmış olmanın örseleyici hatırasını taşıyan yorgun bedenini, yumuşacık yorganla tertemiz çarşaflar arasına seren "abla", sabaha dek deliksiz bir uyku çeker.

Hiç yorum yok: