30 Eylül 2011 Cuma

Peru’daki dördüncü günde “abla” grubu, Kutsal Vadi, Pisac ve Ollantaytambo’da.

31 Ağustos 2011, Çarşamba sabahı 05:00’de uyandırılıp kahvaltıda buluştukları masadaki mahmur sohbet sırasında “abla”, teyzeden, ölümünden 21 yıl sonra, annesinin 70’li yıllarda Kocaeli Üniversitesi’deki hukuk kürsünün kuruluşu için kendisine yapılan teklifi reddettiğini öğrenir. Bir anlamda bu, Oğuz Atay’ın “Bir Bilim Adamının Romanı”ndan sık sık alıntılar yapan annelerinin, ortancanın kariyerine gösterdiği özenin açıklaması olmuştur.

And’ları ilk aşan pilotun adını -Jorge Chavez- taşıyan havaalanında Elisa ile Türk usulü sarmaşıp öpüşerek ayrılan, 9:15’te havalanıp bir saat sonra 3350 m. rakımlı Cuzco’ya konan grup Melbin Hanım tarafından karşılanır. Annesinin kendisine koyduğu ismi beğenmediğinden kızına “güzel ışık” anlamına gelen bir Quechua ismi koyduğunu anlatan Melbin, “yüksek irtifa baş ağrısı, uyku hali yaratabilir, sindirim yavaşladığı için fazla yememek, sık sık su içmek gerek” der, “ancak unutmayın Tanrı’ya daha yakınsınız… Orijinal Quechua okunuşuyla gırtlaktan Qosqo, Latin Amerika’nın kalbi; merkezin merkezi, göbek deliği anlamında, İspanyollardan sonra Cuzco olmuş.”


Grubun, Kutsal Vadi’ye gitmek üzere Cuzco’dan ayrılırken, 1821’de bağımsızlıklarını aldıkları caddede anıtı önünden geçtikleri “Pachacutec 9. ve en önemli kral. 380.000 kişinin yaşadığı Cuzco’nun bulunduğu eyalet 1 milyon nüfuslu.”


Çocukların uçurtma uçurduğu düzlük geride kalırken, “kış sonundayız, güneşli olması beklenirken, hava kadın gibi, aynı günde güneşli, yağmurlu, rüzgârlı der Melbin,“tepelerde kurulan kentlerde gezeceğimiz için şapka, yağmurluk, güneş kremi bulundurun, yüksekte güneş daha yakıcı…”


“Okaliptüs, kökeni Avustralya olmasına karşın, yüksek irtifaya uygun sert ağacı tercih ediliyor, mısırı rüzgârdan koruyor, yakacak olarak kullanılıyor, çok arsız olması ve suyu çekmesi olumsuz yanları… Mavimsi olanlar bebek okaliptüs ağaçları.”


İçinden geçilen köyün kuru otlarla örtülü çatıları üzerinde duran, bir haçın iki yanındaki boğalarla ilgili soruyu “İspanyol etkisiyle gelmiş olmakla birlikte bozulmuş, küt burunlu, şişman ve domuzumsu…” diye yanıtlar Melbin, “iyi şans getirsin diye, koruma amaçlı, bir evin çatısında bunlar yoksa ev metruktur. Bu köylerin bazılarında, çiftçilere eşlik eden, barınan turistlerin katılımıyla sürdürülebilir turizm uygulaması yapılıyor.”


“Incalar İspanyol dayatmasına karşın direnç gösterip inançlarını korudular, halen %20’si saf Inca inancı taşır. Ağustos’ta –doğa, toprak ana- Pachamama’ya sunular vermezseniz, alamazsınız. Tarım iki boğa ve sabanla yapılır, topraklar küçüktür, makineleşmeye ihtiyaç duymazlar.”


Peru’nun kuzeyindeki 3. yüksek zirvesi (6.768 m) Huascaran ile And Dağları’nın başında yer alan Kutsal Vadi’ye yukarıdan bakan bir noktada verilen fotoğraf molasında teyze, Ege’de yol üzerinde satılan, ağzından üflendiğinde öten küçük toprak testilerle paralellik kurduğu kuş biçimli seramik düdükten bir tane (3 S/.) alır.


Ağırlaşıp yağmura dönen havada yeniden yola koyulan gruba Melbin anlatır “Orijinal Pisac tepede, vadideki yerleşim, yerli halkı daha kolay gözaltında tutabileceklerini düşünen İspanyollar zamanında. Taraçalar Inca döneminde tarım amaçlı, şimdi arkeolojik… Incaların yaptığı sulama kanalları yüzlerce yıldır vadiyi suluyor. Evlerini Adobe denen briketlerle yapıyorlar. Topraktan taşı ayıklayıp çamur haline getiriyorlar, imeceyle, dans edip şarkılarla çiğniyorlar, şarap için üzümü de aynı şekilde… Her yüzünü güneşte iyice kurutup kullanıyorlar.”


Yağmur altında turistleri beklerken, parlak renkli dokumalarını, seramik, gümüş, ahşap el işi ürünlerini sergiledikleri yer tezgâhları yanı başında kaynayan mısır tencerelerinin buharında bir köşede besledikleri bebeleriyle, yerlilerle göz teması kuracak kadar bile zaman bulamayan grup, taraçaların tepesine konuşlanmış ören yerine, Melbin’in peşi sıra, incecik patikayı izleyerek girer.


Pisac, orijinal Quechua ismi, kuş demek, Machu Picchu değil mesela, zamanında yaşayanların oraya ne dediğini bilmiyoruz” Elindeki şeffaf dosyadan hiyerarşi üçgenini göstererek anlatır; “en üstte Sapa Inka vardır, kraliyet yetkililerini soylular izler, en altta Ayllu denen köylüler, işçiler, savaşlarda esir alınanlar.”*


Yağmurla iyice serinleyen havada kaybolan satıcılardan son bir ikisini geride bırakıp vadiye inişe geçen grubun tuvalet molası için durduğu iki göz binanın girişinde, sağlık görevlisi iki genç kız, yanında oksijen tüpü, maskesi, düzeneği duran yatak ile ufak bir masanın bulunduğu odadaki katalitik ısıtıcıyı yakmaya çalışmakta…


“Santa Rosa hiç yağmur yağmazken yağan bir yer, adını mucizeler yaratan rahibeden alıyor. Bu hafta boyunca onun adına kutlamalar yapılır” derken Melbin alışverişle de ilgili bir iki tüyo verir “malzemesinden şüphe etmeyeceğiniz tek şey gümüş, saf alpaka 80-100 USD, karışımlar daha ucuz…”


Cuzkenia Beer, %3 alkollü Chica, mor mısırdan limon şekerle kaynatılıp üç gün fermente edilerek yapılan Chica Morada, Piscosour yerel içecekler. Chica evlerde üretilir, kapıdaki direğe bağlanan değişik renkli bayraklarla duyurulur. Bayrak, bar işareti… Kırmızı bayrak çocuklar da içebilir demek, mavi bayrak daha sert içkiyi işaret eder.”


İspanyolların yerlileri yerleşime zorladığı –aşağı- Pisac’da bir gümüş atölyesi gezilir; kullanılan malzemenin %90’ı gümüş, %2’si bakır, ana figürler Pachamama spirali ile Chakana. İncecik gümüş şeritler döşenmiş plakalar -yerel- türkuaz, -yerli ya da Bolivya’dan- sodalit, -Machu Picchu’dan enerji veren- serpentinle ve Incaların altından değerli sayıp sunular için kullandıkları, en değerlisi mor, kırmızı, portakal renkli sedefle renklendirilmekte. Raflar dolusu gümüş arasında “abla” ile kız kardeşleri, ala ala, 100 S/’e serpentinden oyulmuş küçük birer kurbağa, lama ve alpaka alırlar.


Geleneksel toprak sıvalı Anadolu fırınlarının bir benzeri önünde buluştukları rehberleriyle, kendilerine, kürekten aldıkları sıcacık, Arjantin’de tanıştıkları empanadas –peynirli ya da kıymalı bir tür poğaça, 3 S/.- ikram ederler.

Geniş, zengin pazarda alışveriş bir yana, her bir tezgâhı layığıyla gözden geçirmek ne mümkün! Renkli dokuma bir pet şişe askısı, arkalardaki tezgâhında uyuklayan,fotoğraflayalım derken uyanan yaşlı kadından çorap alınır; turist araçları, dağın eteklerine dayanmış pazarın önündeki küçük alana girer girmez, annesinin ardından iteklediği 5-6 yaşlarındaki yerel giysili küçük kız, kucağındaki bebek lama ile –küçük bedel karşılığı-fotoğraflanır.


Öğle yemeği için yola koyulan grup 50 dakika boyunca, And Dağları’ndan çıkıp Kutsal Vadi’de yanı başlarında gürüldeyerek akan, geçen yıl taşkınlara neden olduğu söylenen Urubamba Nehri ile yol alır.


Vadiye dik inen dağlar; “göründükleri kadar dik değil,” der Melbin, “tarlalarda sulama olanağı olmadığından arpa yetiştiriliyor. Arpa güçlü bir bitki, qui’lerin beslenmesinde de kullanılıyor. Ürün fazlası yerleşimlerde tepede depolanıyor. Burası mısırın altın vatanı, 2000’in üzerinde tür var, Ağustos’ta ekilir, yağmur yağmasa da buzul suyuyla Mart’a kadar 2 m’ye ulaşıyor. En iri taneli mısır burada…”


Grubu taşıyan minibüs, bahçeleri avokado, şeftali ağaçlı evler arasında “cazip yer”anlamında, havasının güzelliği yüzünden zamanında Inca’ların saraylarını yaptıklarıYukay’dan sonra, Kutsal Vadi’nin merkezi, 20.000 kişinin yaşadığı, güzel otel ve lokantaların bulunduğu Urubamba’dan geçer, Muna Restaurant bahçesine girer.


Naneye benzeyen yaprakları, kekikle nane arası kokusuyla muna, bakımlı bahçenin patikaları boyunca yayılmış. Öğle yemeği, işine âşık aşçının saygıyla takdim ettiği, mısır çorbası, iri taneli çok lezzetli bir kaç çeşit mısır, bakla boyutunda Lima fasulyesi, kızartılmış muz, alpaka eti, sütlaç ve “abla”nın sert bulduğu yerel içki –yöre üzümlerinden mamul çok sert likör pisco’ya, limon suyu, şeker, yumurta akı ve buz ilavesiyle yapılan- pisco sour


Grubun yemek sonrası gittiği Ollantaytambo girişinde, iri taşlarla örülü hafif eğimli cepheleri, ikizkenar yamuk kapılarıyla evlerle bir kenarında şıkır şıkır temiz su akan ince kanal bulunan aynı dokudaki cadde için, “tipik Inca caddesi…” der Melbin, Ollantaytambo bir diğer önemli Inca şehri, her biri gibi özgün ve ruh taşımakta… Ollanta İspanyolca komutan demek, Tambo ev, şehir. -Pachacutec’in kızına âşık olan- İspanyol komutanın yeri anlamında…”


Rüzgârlı, soğuk havada yükselen taraçalar boyunca tırmanan gruba, Melbin’in ilk taraçada anlattıkları: “Buranın Pisac’tan farkı, o, İspanyolların sürgününden önce tepedeydi, burada yarısı tepede yarısı tabanda. İspanyolların yaptıkları kiliseler Inca mekânlarıyla iç içe. Kiremitler kalksa, eski sistem otla örtülü çatılar konsa görünüm 1000 yıl öncesi gibi olur. Dağlarla çevrili stratejik bir nokta, bir kale. Son 10 yılda kalıntıların %40’ı restore edilmiş. Teraslama, toprağı korumaya yönelik, tümü doğuya bakıyor.”


Melbin, ikinci taraçada soluklanan grubun dikkatini, karşıdaki dağ üzerindeki -Viracocha- yüz ile ardına düşen odacıklı görüntüye –Viracocha’nın sırtında, bereketi taşıyan çuval- çekerek“önceleri cezaevi sanılan yer tahılların depolandığı binalar, uzak görünüyor ama onlar buraya sürekli çıkıp inmişler. Cezaevi uygulaması yok, üç tip ceza var, ilk ikisi kötü davranışın düzeltilmesi için zor ve ağır çalışma, itaatsizlik en ağır suç, cezası yakılmak.”


Üçüncü taraçada “zamanında sıvalı” tapınak duvarları önünden geçerken grubun sorusu üzerine Melbin, iri taş bloklar üzerindeki çıkıntılarla ilgili teorileri sıralar; “blokların yerleştirilmesi için kullanılıp sonradan ufaltılıyor, bir şey bağlama amaçlı ya da bir tür şifre…”


Rüzgârın iyice şiddetlendiği dördüncü taraçada, altında rampa işlevi gören taşların bulunduğu pembe renkli yarım işlenmiş blok önünden geçip, 40 km ötede Machu Picchu’nun bulunduğu, buzulların beyazladığı dağlar fonu önünde, küçük alanda bir araya gelen grup, her biri tonlarca ağırlıkta, üzerleri Chakanalar işli yan yana 6 blok, Güneş Tapınağı önünde Melbin’i dinler: “Din çok karışıktı Inca sadeleştirdi. Ortasında yaratıcı tanrı Viracocha bulunanChakana, ateş, su, hava ve toprak elementleri dışında üst, yaşadığımız orta ve alt dünyayı sembolize eder, üç temel ahlaki prensibi tekrarlar; çalma, tembellik etme, yalan söyleme.”


Kasabaya inen, bazıları giysili güzel cins köpeklerin gezindiği -Melbin’in demesine göre her birinin evi varmış-, sokaklar arasında gezen grup, havanın kararmasına yakın meydana döner, yerel giysili kadınlarla –birkaç kuruşa- fotoğraf çektirir. Kendileri sıcacık otellerine dönmeye hazırlanırken, kabarık etekleri altında ayakları çıplak ya da sandaletli kadınların bebelerini sırtlarına bağlayıp alacakaranlıkta, akşamın soğuğunda –yine Melbin’in demesine göre- köylerine yürüyecekleri gerçeği “abla”nın içini burkar, yüreğini üşütür.


Yukay’daki otel 18. yy.dan kalma, bahçe içinde bir manastır. Girişinde iri bir mısır figürü olan sakin şapel çiçeklerle süslü. Ahşap oda kapılarını ellerine verilen uzun saplı eski tip anahtarlarla nasıl açıp kapayacaklarını çözmeleri epey zaman alan kız kardeşler önce bunu, sonra, biri beyaz diğeri siyah iki lamanın huzurla otladığı bahçenin bir köşesindeki domates ağacını hayretle, şömine üzerine dizili pek çok kömürlü ütüyü de teyzenin hayranlığı üzerine fotoğraflarlar.


“Abla”nın burçdaşı Sema’nın objektifinden:

https://picasaweb.google.com/101792565612279317346/PeruBolivyaGezisi4Gun31Agustos2011#


*http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nka_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu

27 Eylül 2011 Salı

Üçüncü Peru gününde “abla” grubu, Nazca çizgileri üzerinde uçar.

30 Ağustos 2011, serin kuru Salı sabahı kahvaltı sonrası yola koyulan grubun ilk hedefi Nazca Platosu. Dışına doğru daha da yoksullaşan kasabada eski otobüsler, tüm Peru’da olduğu gibi, külüstürlüklerine inat rengârenk; çiçek resimleri, motifler ve plakalarını belirten iri harflerle süslü.

“Ica Eyaleti’nde 800.000 kişi yaşıyor, Nazca’nın nüfusu 30.000” diye anlatmaya başlar Elisa,“600 metrede, kıyı ile dağlığın sınırındayız, kuraklık problem, nehirler kışın kuru, yağmur yazın, dağlardan gelen yağış kutlamalarla karşılanır, yörede pamuk, chili, paprika, avokado yetiştirilir.”


Yaşamını Nazca* çizgilerini incelemeye, korumaya vakfetmiş matematikçi arkeolog Maria Reiche, burasının astronomik bir takvim olduğuna inanıyormuş. Çizimlerin ekim, hasat dönemlerinde platoda dans eden yerliler aracılığıyla çizilmeye devam ettiğini söyleyenJohan Reinhard ve daha birçokları, taşlaşmış çizgilerle kilometrelerce alanı kaplayan dikdörtgen ya da yamukların, futbol sahası iriliğinde maymun, balina, bülbül, örümcek, akbaba, lama, bir çift el, ağaç, köpek, papağan, köpekbalığı, bir kayaya işlenmiş astronot türünden stilize motiflerle ilgili pek çok teori üretmişler ise de “abla”nın gönlü, belli yükseklik dışında kesinlikle bir şey anlaşılmayan çizimlere ilişkin Erich von Danikenaçıklaması, “Uzay ve Uzaylılar”dan yana…


Çok kuru iklimden de kuru tepeler arasındaki alçakgönüllü havaalanında beş şirket, pilot ve yardımcısı hariç 6’şar kişilik Cessna tipi küçük uçaklarla, sis ve rüzgârın engellemediği günlerde, ardı ardına konup kalkarak 500 kilometrekare alanı kaplayan çizgiler üzerinde, plato üzerinde dönenmekte.


Gruptan gelen bugün bayramın birinci günü hatırlatması üzerine, bir zamandır sakince konuşmakta olan sekiz kadın aniden –sıra bekleyen turist gruplarının şaşkın bakışları önünde- birbirlerine sarılıp öpüşerek bayramlaşırlar. Teyze hazırlıklıdır, İrlanda’da bir seminere katılan torununun getirdiği, üşenmeyip ta buralara kadar taşıdığı çikolatayı bayram şekeri sıfatıyla ikram eder.


Peru’ya yola çıkmadan epey önce gruba, “Nazca için kilolarınız?” başlıklı bir mail atan grup rehberinin “işte o an!” diyerek katılımcıları tartıya çıkmaya davet etmesiyle sıraya giren hanımlar, kilolarına göre dağıtılırlar. Pasaport, bilet kontrolü ardından sütyen balenindeki metalle bile öten kapıdan geçirilerek alındıkları bambu koltuklu küçük bekleme salonundan, kibar uçuş görevlisinin mihmandarlığıyla uçağa götürülür, pilotun arkasındaki sıradan kuyruğa doğru hafifleyerek dizilen -bir yolcu eksiğiyle- beş kişi yerleşir, kemerler bağlanır, kulaklıklar takılır, havalanılır, bir saatlik tur başlar.


Yanağında OB 1917 yazılı küçük uçak, dağıtılan broşürlerde belirtilen rota üzerindeki her bir figür için, sağda oturan yolcular görsün diye sağa, solda oturan yolcular için bir de sola yatarak -ancak o yükseklikten bir anlam kazanan figürler üzerinde- uçarken “abla”, son 15 dakikayı, saniyeleri sayıp önündeki kusma torbalarına ihtiyaç duymamak için dualar ederek tamamlar. Yere ayak bastıklarında benizlere hâkim olan yeşilimsi sarı renge bakılırsa, pilotun imzalayıp ellerini sıkarak verdiği sertifikalar alın teriyle hak edilmiştir.


Aralarında kapısı önüne koyduğu özel masaj koltuğuyla hizmet sunanın bile bulunduğu, usta el işi ürünleriyle dolu barakaları tarayan grup yola koyulduktan az bir zaman sonra durur; “abla” ile birkaç katılımcı, platodan dikenli telle ayrılmış çok katlı bina yüksekliğindeki iskeleye tırmanır. “Eller” ve “ağaç”, elbette bir bölümleri, bir de bu yükseklikten gözlenir, fotoğraflanır.


Öğle yemeği için Huacachina**da mola veren, muhabbet kuşu dolu oda iriliğindeki kafesli, palmiyeli, çiçekli bahçeyi çepeçevre saran sundurma altına sıralı sallanan koltuklarla yeni sezona hazırlanan kolonyal binanın verandasına varan grubu muhteşem bir vaha manzarası karşılar.


Üzerinde kayık sefası yapan, kuytularında suda serinleyenlerle kalabalık gölü, bir sarsıntıyla ya da esintiyle örtüverecekmiş gibi duran kum tepelerinden, sık palmiye, tropik çiçek ve bitki örtüsü ayırmakta.


Peru’da çok yerde rastladıkları gibi, servis kâsesi iriliğindeki çanaklarda çorba içen grup yemek sonrası, çölde safari niyetiyle, gelişlerinden beri kendilerini elindeki sörf resimleri dolu albümle kollayan adamın peşine düşer; teyze dâhil tam kadro, sağlam iskelet ve çok iri dört tekerlekten ibaret görünen tuhaf araca binerler.


Koltukların altına sabitlenmiş, bacaklar arasından yükselip omuzlardan gelen kayışla göğüste buluşup kilitlenen emniyet kemerlerini kuşanırken dağıtılan, ambalajından çıkarıp kumdan korunmak amacıyla taktıkları gözlükleriyle, tehlikesiz sempatik böceklere dönüşen katılımcılar, neye uğradıklarını anlamadan kendilerini yüksek bir kum tepesinden aşağı feryat figan inerken bulurlar.


Hızla gidip, neredeyse 90 derece diklikteki kum tepelerinden haldır huldur inme işine ara verdikleri bir tepeden, grubun –“abla” dörtlüsü dışındaki- yarısı, sörf tahtalarına yüzükoyun yatıp, şoförün iteklemesiyle bayır aşağı kayarak kum sörfü deneyimi yaşarlar. Farklı diklikte üç ayrı tepeden daha iniş yapan, yaptıkça yapası gelen katılımcıları indikleri noktalardan toplayan araç, egzostun incecik siyah tülle örttüğü çölün genişliği yüzünden, ötede beride kendileri gibi minicik görünen “bug”larla yolları neredeyse hiç kesişmeksizin, uzaktan muhteşem bir seraba benzeyen vahaya doğru dönüşe geçer.


Gece konaklamak üzere dört saatlik Lima yoluna düşmeden, su alışverişi yaptıkları büfeden,–merak ettiği tadı hakkında sonradan “bildiğimiz gazoz” açıklaması yapan- “abla”nın talebi üzerine alınan sarı renkli Inca Cola, bir Cola karşıtı tavır ürünü ise de sonradan, tüm pet su şişeleri etiketlerine adını basmış Cola, Inca Cola’yı da satın almış.


Minibüsün tekerlekleri ilk turunu tamamlamadan sesi kesilen, bir plato üzerinde uçup, bir çölde kumda debelenmekten yorgun grubun, ayakkabılarına, giysilerine, saçlarına dolan kumlardan tümüyle kurtulabilmeleri birkaç gün alacaktır.



"Abla"nın burçdaşı Sema'nın objektifinden:
https://picasaweb.google.com/101792565612279317346/PeruBolivyaGezisi3Gun30Agustos2011#

23 Eylül 2011 Cuma

Peru’da ikinci günlerinde “abla” grubu, Paracas’ta gezerler.

29 Ağustos 2011, Pazartesi sabahı 06.30’da Elisa ile buluşup şoför Jose ile “buenos dias”laşan grup, Lima eyaletinden ayrılıp, güneye Ica Eyaleti’ne gitmek üzere 3,5 saatlik yola koyulur. Okyanus kıyısında yol alarak Lima’yı geride bırakırlarken “Balıkçılık küçük teknelerle yapılıyor, çok riskli” der Elisa, “geceleri yüksek dalgalar yüzünden ölümler yaşanıyor, bu fiyatları etkiliyor, iyi günde 40-50 S/. kazanıyorlar ama para aracılara gidiyor. Tavuk 4-5 S/., balık 9-10 S/. Kabuklular ve ançuez ihraç ediliyor. Bir balıkçılar birliği var ama etkin değil. Güney bağların olduğu yer, yüksek sayıda kuş varlığı barındıran 60 özel doğa alanı var.”


Bir gün önce, Katakomplu Kilise’de gördükleri kütüphanedeki değerli eski kitapların korunması gibi, devletin, balıkçılığı da desteklememesi grupta hayretle karşılanırken, günler geçip de ülkenin gerçeğine –yoksulluğuna- vakıf oldukça “abla” için durum aydınlanır.


Kıraç araziye yamanmış, şehirden uzaklaştıkça çöp evlere dönüşen gecekondu mahalleleri –Favela- ile beneklenmiş toprak rengi panoramada, dümdüz yolda ilerlerken Elisa’nın,“Amerikan Yolu olarak da adlandırılan, Alaska’yı Patagonya’ya bağlayan yoldayız. Tepelerde gecekondular, deniz tarafında bazen koy kapatıp parti düzenleyen zenginlerin evleri. Favelalardan kente gelip işgaller yapıyorlar, hatta La Paz’daki bir gecekondu yerleşimi zamanla ayrı bir kente dönüşmüş. Zengin fakir arasındaki fark çok büyük, nüfusun %30’u yoksulluk sınırı altında…” diyerek anlattıkları, gruba, “abla”nın da bu konuda en iyi filmlerden biri olduğunu düşündüğü La Zona’yı hatırlatır.


“Fabrikalar gecekondulaşmayı engellemek için tepeleri ağaçlandırıyor.” Tepeler üzerindeki hasırdan barakalar “buraya ev yapılacak, legal anlamına geliyor, soldaki arkeolojik kazı alanı Inca öncesi ve sonrası güneş tapınaklarını barındırmakta. Nehir boyunda ve kanallarla sulama yapılarak kuşkonmaz, pamuk, üzüm tarımı yapılıyor.”


Kadın ve erkek ilişkileri, kadının yeri sorusunu, “aileler tutucu, kız evlâdın evlenmeden evden ayrılması hoş karşılanmıyor” diye yanıtlayan, sokaklarda öpüşülmesini yakışıksız bulan 31 yaşındaki Elisa, “ben evimden ayrı yaşıyor, çalışıp seyahat ediyorum ama biz çok küçük bir grubuz” der. “Amazon’da evlilik yaşı 14-15, yüksekte biraz daha büyük, kıyıda 20-25’i buluyor”. Maçoluk? “Oo evet, çok, erkekler kadınları aşağılıyor”


Altı ve üstüyle Peru toprakları, tarih öncesi ve sonrasıyla bu topraklar üzerinde yaşayanlar hakkındaki ilk bilgileri Daniken’in bir solukta okuduğu araştırmalarına dayanan “abla”nın,“Incalar’da da Mayalar’ınki gibi bir zamanların sonu bilgisi var mı?” sorusu, -daha sonra karşılaştığı rehberlerde de gözlediği spekülasyona pabuç bırakmama tavrı yüzünden- beklediği yanıtı almaz.


“Ica’nın ilk kenti, 1600’lerden beri yerleşim bulunan, siyahların en çok olduğu Chincha bağlık; köleler, 1854’te devlet tarafından sahiplerine para ödenerek özgürleştirildi. Afrikalıların kıyı müziğine etkileri büyük…”


Minik teknelerin beneklediği körfezin çevresi, altlarındaki beyaz evleri gölgeleyen palmiyelerle kum, çöl, Paracas.


Depremde tümüyle denize giden, bahçesi, bilimkurgu tasarımlarına benzeyen tuhaf çiçekler bitkilerle dolu güzel otelin iskelesinden, can yeleklerini kuşanıp kaptan Benny’nin sürat teknesine yerleşen grup Paracas’ta ilk olarak, rehber Johan’ın dağıttığı broşürlerde tek tek gösterdiği, Peru’daki 1780 balık, kuş, plankton türünden canlının, endemik 200 adedini barındıran Ballestas Adaları*’nı ziyaret eder.


Amerika’ya tuz ihraç edilen liman sonrası yolda ilk duraklama, Candelabro** hatırına: Kuma tepesi üzerine işlenmiş muhteşem şamdanın kim için neden yapıldığı bilinmiyor; Nazca çizgileri civarındaki dokuma ve çanak çömlek parçaları gibi materyal barındırmadığından Karbon testi de yapılamayan çizimle ilgili, hiç biri öne geçmeyen, Nazca ya da Paracas kültüründen halüsinojen kaktüs sembolü, Arjantin’li general mason San Martin anısına, korsanlar için yön belirleyici, deniz tanrısı Poseidon’un asası ve “abla”nın en aklına yatanyıldızlar, uzaylılarla bağlantılı olabileceği türünden birkaç teori var.


Hiç bitkinin görünmediği kayalık adalar çevresinde tekneyle dönenerek, gübresi çok değerli Guanay Cormorant, -yaklaşık 12 yıl yaşayıp günde 4 kg balık yiyen- Peru ve Humboldt Pelikanı, şans getiren Peruvian Booby ile dişisi 130 kilo gelebilen denizaslanlarını siesta sırasında, bıyıklarını sayacak kadar yaklaşarak gözlemleyen yolcular, 8 yılda bir toplanan çok değerli gübrenin beyaza boyadığı, mağaralarla delik deşik tepelerin kuytusundaki minik plajda, 11 ay karınlarında taşıdıkları bebelerini doğurmak üzere gün dolduran denizaslanlarını, tepelerinde de, dölyataklarını yemek için dolanan And Akbabaları’nı görür, rehberlerin, gelen tepkilere pek eğlenerek “Peru parfümü” dedikleri yoğun gübre kokusu içinden, sonra da dilekler tutularak bir kayalık kemer altından geçirilerek karaya dönerler.


Uzaktan denizin göründüğü, ince uzun dümdüz yolun ikiye böldüğü çöl ortasındaki birkaç yapıya, Paracas Ulusal Parkı hakkında bilgi edinmek için giren grubu, altında 4000 yıl yazılı cam, 1000 yıl yazılı pet, 30 yıl yazılı tetrapak, 0,5 yıl yazılı çiklet, 0,1 yıl yazılı sigara izmariti yapıştırılmış koca bir pano karşılar.


İçindeki bölmelere konmuş, incecikten mercimek görünüşünde olana kadar, gri, füme, bej, hardal, kahverengi toprak ile depremler sayesinde ortaya çıkmış 11, 36, 300 milyon yıllık kaya kesitleri ve fosiller arazi yapısı hakkında, Nazca ve Güney Amerika Platoları’nın birbirlerine yılda 2.5 cm. hızla yaklaşmalarını anlatan panolar ülkenin depremselliği hakkında bilgi verir.


Zaman zaman saatte 50 km. hızla esen rüzgâr yüzünden, -para Quechua dilinde yağmur, acca kum- “kum yağmuru” anlamında Paracas, 117.000 metrekare alana deniz yaşamını koruma amacıyla 1975’te kurulmuş. Humboldt soğuk su akıntısının sağladığı 1070 tür balık ile planktonlardan beslenen ançuezin bolluğu, küçük ekranlarda deniz dibi yaşamı, Peru “suşisi” ile ilgili The Ceviche Road panosu, açık kamyonların -özellikle Nazca Platosu’nda-neden oldukları hasar, Hong Kong’da batan konteynerden dökülüp akıntılar boyunca yüzmekte 29.000 plastik ördek… konulu panolar müzenin kuruluş amacına pek uygun.


Bir sonraki durak, Playa Roja***: Yanı başındakinin sesini duymayı engelleyen şiddetli rüzgârda, sarınıp, zahmetle ulaştıkları kıyıda gözleri önüne serilen, beride sonsuz görünen sarı çöl, -katılaşmış magma- kırmızı sahil, beyaz köpüklü dalgalar, lacivert deniz; grup sanki fovist bir tablonun içinde!


Deniz kıyısında bir lokantada, flüt, gitar ve oturduğu kutuyla müzik yapan üç delikanlıdan CD alışverişi yapan grup, öğle yemeğinde de, çok ekşi limon ve tuzla “pişirilmiş” çiğ deniz ürünlerini süsleyen soğan, marul ve yuka ile servis edilen ceviche yer, memnun kalır.


Giderek şiddetlenen rüzgârla vuruşarak ulaştıkları, çölün denizle çok yüksek yarla buluştuğu iki ayrı noktadan görünen, son depremde karayla kayaları bağlayan kemerin koptuğu söylenen, patlayan dalgalarla köpük köpük Catedral.


Sağlı sollu birkaç şamar yemişcesine sersemlemiş grup arabaya biner; burçdaşı katılımcının, “abla”yı çok eğlendiren yaklaşımla “bu yol hiçbir yere varmayacakmış gibi gözüküyor”dediği, çölü dilimleyen düz ince uzun yol, hava karardığında iki yamaç arasından kıvrılarak, temiz göğün hediyesi muhteşem yıldızlar altında, konaklayacakları Nazca’ya varır.


Palmiyeli çiçekli güzel bahçeyi çevreleyen odalarına dağılan grup, akşam yemeği sonrası kasaba meydanına yürür, parkın bir kenarına kurulu sahnedeki hiç bitmeyecekmiş görünen halk danslarını izler, havai fişek gösterisi için elinden geldiğince sabır gösterirse de, saat farkının izlerini taşıyan bedenleri gecenin serinliğiyle işbirliği edince dirençleri kırılır.


"Abla"nın burçdaşı Sema'nın objektifinden:
https://picasaweb.google.com/101792565612279317346/PeruBolivyaGezisi2Gun29Agustos2011#

22 Eylül 2011 Perşembe

“Abla” grubu Peru’da ilk gün, başkent Lima’yı gezer.

27 Ağustos 2011, cumartesi öğleden sonra, “ailenin seyahat gurusu” unvanını annelerinin ak sütü gibi hak etmiş küçük kız kardeşin bindiği taksi yanaşıp “abla” ile ortancayı alır Yeşilköy yönünde yola koyulur. Atatürk Havalimanı’na 14:50’de varıp son gezilerinin ayrılmaz kişisi teyzelerinin katılımıyla tamamlanan grubun rotası bu kez, çoktandır hayalini kurduklarıPeru ve Bolivya. Rehber hanım, ablası, kuzeni ve İzmir’den bir hanımla tamamlanan katılımcılar tanışır, rötarla 18:25’te havalanır, 22:30’da Madrid’e konarlar. Bir önceki aktarma sırasında hayran kaldıkları Madrid Havaalanı’nın gökkuşağı renkli çatısı altında, 01:08’de havalanana dek kardeşleriyle bir aşağı bir yukarı volta atan “abla”nın, biniş koridorunda ilerlerken bir soru üzerine, görünen devasa parçanın “kendilerini Lima’ya götürecek Airbus’ın bir kısmı” olduğu yanıtı, Atlantik Okyanusu’nu aşma arifesindeki grupta serin bir hava estirir.


Uzun uzun batıya doğru uçarken güneşle yarışan uçak Atlantik Okyanusu ardından, Pasifik’e ulaşmak üzere, bir zaman da Güney Amerika kıtası üzerinde yol alır. Yerel saatle -Türkiye’den 8 saat farkla- 6:30’da Peru’nun başkenti Lima’ya inen yolcular yorgun Airbus’ı terk eder, ülkeye giriş işlemleri için mahmur bir kuyruk oluşturur. Görevlinin işaretiyle bir direk üzerindeki düğmeye basması istenen “abla” ışığın yeşil yanması üzerine atlanırken, rast gele seçimle kırmızı ışığa yakalanan katılımcılardan bir kaçının bagajı kontrol edilir.


28 Ağustos 2011 Pazar sabahı, gezinin ilk günü; havaalanı dışında esmer güzeli yerel rehber Elisa’nın güler yüzle karşıladığı grup minibüse yerleşir, incecik yağmur bulutlarıyla sarılı Lima’ya yollanır. Gruba Ica ve Paracas’ta eşlik edeceğini söyleyen Elisa, “asla yağmur yağmaz yılın bugünlerinde, yağmur mevsimi Aralık, Ocak, Şubat” der şaşkınlıkla, “burası And’ların yağmuru kestiği bölgede… Havaalanı bölgesi Callao, Lima’dan ayrı bir idari bölge, Lima Pizarro’dan sonra ağırlıklı yerleşim yeri oldu. Trafik korkunçtur, metro yok, toplu taşıma doğalgazlı otobüslerle, pazar ve erken saat olduğundan yol boş...”


Bazı sokakların girişlerindeki barikatlara dikkati çekilen grup hırsızlığın yaygın olduğunukonuşurken, grup rehberi parmaklıklara elektrik verilen Paracas’da kuş kalmadığını söyler. Kuzey Lima’da, iki yanına bir-iki katlı binalar sıralı geniş sokaklardan geçerek San Miguel alanını geride bırakan grup, çimen, kaktüs bahçeleri arasından okyanus kıyısına iner, Pasifik’e paralel ilerlemeye başlar.


Bir yanı kentin üzerine yayıldığı –Elisa, tsunami tabelasının gösterdiği gibi şiddetli dalgalardan koruduğunu söylese de kum görünümlü dokusuyla hiç güven uyandırmayan- dik yarla, diğer tarafı okyanus boyunca spor sahları, gereçleri yayılmış geniş çimenlikle kaplı yol 1980’lerde yapılmış; halk spora teşvik ediliyor, Elisa’nın demesine göre göbekli insan istemiyorlarmış. Yarın üzerinden denize bakan zengin evlerini gösterip “Barranco, Miraflores zengin semtleri… Nem yüksek ama yağışa dönüşmez genelde hava hep bulutludur.”


Grubu taşıyan minibüs, merkeze doğru irileşen kolonyal binalar arasından geçer, Miraflores’te Kennedy Parkı’nı geride bırakır, gezi boyunca ağırlı olarak konaklayacakları Casa Andina otellerinden biri önünde durur.


Dört katlı otelin asansörü yok, güler yüzlü personelin neşeyle taşıdığı bavulları ardından üstlerini bir kat kalınlaştırmak için odalarına dağılan grubun ilk gözlemi, elektrik de yok, masa üzerinde yanında bir kutu kibritle mum durmakta. Kıştan bahara geçmekte ülkede, sabah serinliğinde, koka çayı, papaya, mango ve –“abla”nın pek beğenip gezi boyu favorisi olan- soğanla kavrulmuş lezzetli patatesle kahvaltı eden grup minibüse doluşur şehir turu için yola koyulur.


Yerel rehberden, –tümü gürül gürül İngilizce bilip konuşabilen grubun tek özürlüsü- “abla” için grup rehberinin yaptığı çeviriye göre, “Miraflores’teyiz, ilk cazibe noktası Aşk Parkı, burası terörün bitişi adına, devlet önerisiyle savaşma seviş sloganıyla yapıldı. Lima 43 bölge, 10 milyon nüfuslu, Peru 30 milyon, olanakları barındıran başkentler gibi göç alıyor, nüfusun %54’ü kıyıda balıkçılıkla geçiniyor. Güney kutbundan gelen Humboldt Akıntısı suyu soğutuyor, soğuk su fazla oksijen barındırdığından balıklarda çeşitlilik fazla… Lima İspanyolların kurduğu en eski şehir, Pizarro altın, gümüş, bakır için işgal ettiğinde burada yerleşim vardı, 1535’te Kralların Şehri adını verdi… 1900’lerin başında yazlık olarak kullanılırken 1940’tan sonra yaz-kış yerleşildi. 60 yılda 800 bin kişi eklendi.”


Plajda çocukların yaptıkları kumdan kalelere benzeyen yarla ilgili, gruptan gelen “tehlike oluşturmuyor mu?” sorusunu Elisa “gayet tehlikeli, yarın 70 m. gerisinde olması gereken yerleşim çok beride” diye yanıtlar, şu ana kadar bir şey olmamış.


“Abla”ya Karadeniz yaylalarını hatırlatan bulut içindeymiş duygusuyla ilgili, “nem %100’dür,”der Elisa, “ciltte bir tabaka hissedersiniz”. Pueblo Libre Caddesi’ni süsleyen üç tekerlekli mototaksiler arasından yol alırken 1600’lerden kalma kiliseyi gösterip ekler, “nüfusun %81’i Katolik...”


Grup, Ulusal Arkeoloji Antropoloji Müzesi’ne girer. Elisa anlatır, Reyhan çevirir, “abla” yetişebildiğince gerçeği “yeniden, kendince” not eder: “Humboldt Akıntısı, Andlar’ın etkisi, 8 farklı kategoride 28-30 ayrı iklim özelliği gelişmesine neden olmuş… Homo Sapiens Kuzey Amerika’dan geldi 25.000-15.000 arası burada yaşadı”


Bir İspanyol soylusunu yazlığından müzeye dönüştürülmüş kolonyal avlunun sütunları altında camekânlarda maketlerle canlandırılan tarihi gelişim: “Büyük yapraklı bitkilerle beslenen armadillo, mamutlar… İÖ 9000’e dayanan ilk insan izleri, yüksek mağaralara ölülerini Şamanların yönettiği törenlerle gömüyorlar, avcı-toplayıcı toplumun yerleşik düzene geçişi, İÖ 8000 tarım hayvancılık, fasulye biber ilk ekilenler… İÖ 2500 Andian kültürden, ying yang gibi denge ifadesi bilekten çaprazlanmış eller… İÖ 2000’e ait Raimondi Stelası; yemek için davet edildiği çiftçi evinde masa niyetine kullanılan granitin alt yüzünde kabartmalar fark eden Raimondi, yılan saçlı, puma başlı, akbaba ayaklı, eli –Şamanların özel şartlarda transa girip dönüşüm geçirmelerine yardımcı olan halüsinojen- kaktüslü, gök, yer, yeraltını sembolize eden, –“abla”nın ilk kez Daniken kitaplarında rastladığı- Tanrı figürü, ritüellerde kullanılan dokuma, kap kacak, İS 1500-2000’e tarihlenen mısır birası chica kapları, Chavin kültürü buluntuları, Raimondi Stelası’ndakine benzeyen, elindeki deniz kabuğuyla yağmur sezonunu haber veren Tanrı kabartması, 1919’dan sonra buluntuları düzenlediğinden –grubun, Peru’nun Osman Hamdi’si diye adlandırdığı- Julio Tello, yuvarlak bir alanın ortasında yer alan kabartmalı bir tür tarım takvimi Tello Obeliski, Paracas’ta 428 mumyanın bulunduğu ölüler şehrinde şişe kesitli mağara mezarlarında bulunan, yukarıda sahibine –öldürülerek- eşlik eden hizmetkârlarıyla aşağıda değerli tekstille sarmalanmış oturur vaziyette bir grup soylu*, Puno Titicaca buluntuları, sıkıştırılıp bantlanarak deforme edilmiş kafatasları, obsidyenle yapılmış kafatası ameliyatları, Andları aşan nehir boylarında tarım yapan, olağanüstü seramik ve metal işçiliğiyle Moche kültüründen pepino, balık, asker, müzisyen, lama… formlu içki kapları, hastasını tedavi eden deforme yüzlü adam heykelciği, 11 renkli Nazca seramikleri, gözyaşları yağmuru davet eden figürle süslü davul… Kolonyal dönemde altın saf olmadığından sömürü gümüşe yöneliyor. Altın törensel, kulak memelerine çocuklukta takılan altın diskler giderek büyütülür. Inca öncesi en etkili topluluklardan Wari süsleri, büyük tekneler yapan tüccar Chincha’lar.”


Elisa, Kuzey-Güney akslı ızgara planlı Inca şehir planlarını gösterirken “şehircilik” der, “bize Pizarro ile gelmedi.” Dokumalardaki işçiliğe dikkat çeker; “tören giysileri incelikli geometrik kırmızı motiflerle süslenir, törenlerde değişik ürünlerin konduğu küpler kırılıp toprağa gömülür, en güzel şeyler Tanrı’ya sunu… Inca’lara kadar, asıl altın gümüş üreticisi Chimu’lar, Chimu Capac Almighty diye anılırdı.”


“Yazı yok, 400 figürle kendileri ifade ediyorlar.” Ve vitrin önüne çakılıp, sanki yüzlerce yıl önce rengârenk iplere düğümler atarak kendi yazmış da sonra unutmuş, okumaya çalışır gibi bakan “abla”nın yıllardır merak ettiği Quipu** karşısında!


Geniş, zengin müzenin alçakgönüllü bir köşesi de, Elisa’nın övünçle gösterdiği Quechua İspanyol melezi antropolog, romancı, şair Jose Maria Arguedas’a ayrılmış.


Toz gibi yağmurda arabaya binen grupta, 1890’da yapılan Brasil Caddesi’ni izleyerek tarihi merkeze inerken, 1 TL’nin 1,5 Sol (S/.), 1 USD’nin 2,7 Sol, 650 ml pet şişe suyun 1 Sol –yaklaşık 61 kuruş- olduğu konuşulur. “Ciddi boyutta işsizlik var” der Elisa, “%40 taksicilik, tezgâh açma türünden işler yapıyor, 1.200.000 arabanın 300.000’i taksi… Rimac Nehri yakınında, okyanustan 12 km içerdeki eski kent Unesco koruması altında.”


Başkanlık ofisi, Belediye türünden binalarla çevrili meydanın -Plaza de Armas- bir kenarını işgal eden 1535 tarihli Evangelist Lima Katedrali girişinde sağda, parmaklıklı süslü girintide bir rafta ufak kırmızı kadife sandık içinde Pizarro’nun külleri.


Çıkışta “abla”nın önünde merdivenlerde, en alt basamağa ulaşacağı şüpheli, çok yaşlı pembe şallı bir kadın eşlikçisinin kolunda yavaş yavaş inerken Jose Maria Arguedas Folklor Okulu öğrencileri, Amazon, Andlar ve sahil kesimini resmederek dans ve müzikle geçmeye başlar: Bir kısmı boyalı bedenleriyle yalınayak, sandaletli, kürk ayakkabılı, işlemeli yelekli, rengârenk kabarık etekli, bazısı küçük kurukafa bir grubu renkli küçük balonlarla süslü her biri başka, şapkalar, maskeler, şallar, pırıltılar ve artık grubun sıkça karşılaşacağı türkuaz mavi, narçiçeği kırmızı, ördekbaşı yeşil, safran sarısı parlak renkler içinde, oynayarak geçerler.


Sokak arasında, ardındaki iki polisin sessizce kolladığı, fosforlu sarı yeleğinin arkasında koca harflerle USD/Cura yazan gezici döviz büro/adama para bozduran, fotoğraflayan grup, İtalya’dan Fransiskenlerin, İspanya’dan Dominikenlerin gelip, ilki ile Evangelistlerin hala aktif olduğu kentte adım başı rastlanan bir Aziz ya da Azize gezdirme kalabalığına karışır. Her ayın 28’inde iş bulmak isteyenler Aziz Judas’a dua eder, eş için Yalnızlığın Azizesi’ne–“abla” son festivallerden birinde izleyip çok beğendiği Peru filmi Ekim’de gördüğü kadını, dikkatle baksa, beyaz dantel başörtülü kadınlar arasında göreceğinden emin- başvurur, belli zamanlarda tütsüler, ilâhilerle kiliseden çıkarıp sokaklarda dolaştırırlarmış.


Otoritelerini güçlendirmek isteyen Fransiskenlerin, Moorish – Arap etkisiyle ortaya çıkan İspanyol Emevi- tarzında yapıp, Sevilla’da üretilmiş seramiklerle bezeyerek, alttaki üç katlı katakompta gömülü 25 bin ölü üzerine kondurdukları Asisili Francis (Katakomplu) Kilisesi’ni gezen gruba Elisa’nın anlattıkları: “Bağışa göre hiyerarşik düzende yapılan gömüler, zamanla şehir suyuna karışıp veba salgınına neden olur, 1808’de başka mezarlık açılınca burası 1821’de kapatılır. En alt katta femur ve kafataslarıyla dolu yuvarlak çukur ile kemerler depreme karşı esneklik amaçlı.”


Katakomp girişindeki süslü, dört kollu sedyeyi geride bırakan grup, aralarında St. Leon’un koltuğu altında kendi başıyla resmedilmiş bir tablosunun da bulunduğu, duvardan duvara resim dolu, rahiplerin hazırlandıkları odayı gezer.


Hırsızlık, kaçakçılıktan uzak tutmak için Fransisken gönüllüler dışında koruması olmayan, manastırlardan toplanmış 25.000 kitabın bulunduğu kütüphaneye geçerken bahçede harika şakıyan kuş, Elisa’nın “abla”nın defterine yazdığı şekliyle Peruvian Cook of the Rocks (İsp: Gallito de la Rocas). Bir bölümü el yazması hantal görünüşlü, çok değerli kitaplardan en eskisi 1571 tarihli.


Arabayla güneye inerken Elisa anlatır; “Kadın belediye başkanı, sol partiden Susana Viaran aktiviteye önem verir. Sağda Ulusal Stadyum, elçilikler… Deprem korkusuyla fazla yüksek bina yok; 2007’deki, 7.9 şiddetindeki depremde, %45’le yerli nüfusun en yoğun olduğu Ica’da binaların sadece %20’si ayakta kaldı.”


Öğle yemeğini –kuşkonmaz çorbası, balık- Miraflores’te yiyen grup, serbest akşamüzeri saatlerini değerlendirmek üzere, öncelikli olarak, el işlerinin satıldığı, otel karşısındaki pasaja dağılır. “Abla”nın boyuna çizgili bir pantolon (20 S/.), magnet (10 S/.), dokuma şerit yumağı (5 S/.) aldığı alışveriş sonrası grup, 20 dakika yürüyerek kentin deniz kıyısıLarcomar’a varır. Okyanusa bakan kum yalıyarda üç beş katlı açık kapalı alanlarıyla yayılmış alışveriş merkezi parmaklıklarına dizilen gruba, rehberlerinin karşı tepede sis pus içinde parlayan haçı göstererek anlattıkları; “1983-1992 arası Aydınlık Yol gerillalarıyla yaşanan, geride 69.000 ölü bırakan terör olayları, Papa’nın gelip o noktadan yaptığı takdis töreni ve sonrasında savaşma seviş sloganıyla oluşturulan Aşk Parkı…”


Yorgun ve 8 saatlik fark yüzünden şaşkın bedenlerinin dayattığı 21:00’de uyuma ihtiyacı üzerine taksiye binip, otelin adını söyleyip, yaklaşık 5 dakikalık yol sonunda elle, parmak hesabıyla yapılan ödeme -10 S/.- sonrası, “abla”, adım başı buenos dias diyen güler yüzlü insanlar ülkesinde olmaktan çok memnun uykuya varır.



*http://www.youtube.com/watch?v=nqyqXhQe1bY


**http://tr.wikipedia.org/wiki/Quipu