Selçuk'ta Müze arkasındaki, bacasında bir çift leyleğin nöbetleşe kuluçkaya yattığı, karnını doyuranın "lak! lak!"layarak gelip nöbeti devraldığı, küçük, orta taş avlusu dut ağaçlı, girişlerden birinde, bir kuytuda dört yavrunun ağız açık bekledikleri kırlangıç yuvalı, her yanı ferforjelerle süslü eski Rum evi, banyo kapısı çerçeveleri standardında kapı olmadığından perdeli pansiyonun, arka avlusunda yemyeşil, serin kameriye altında kahvaltı eden "abla" bakar vakit var; yola çıkmadan önce Anton Kallinger Caddesi'nin palmiyeli kaldırımını izleyerek İsa Bey Camii'ne yollanır.
Yıllar önce ortanca kızkardeşiyle ve kızıyla, kızı, Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi, resim yetenek sınavına sokmaya Kütahya'ya giderlerken uğradıkları Selçuk'ta kaldıkları pansiyon, izinle yapılan tamiratlar dışında hiç değişiklik geçirmemiş. "Abla"nın, 15 yıl öncesi Selçuk'undan unutamadığı, "temizliiiiik!" melodisiyle çöp toplayan kamyon, bir gece yürüyüşü sırasında birdenbire karşılarına çıkan, aydınlatılmış görkemli taş bedeniyle burun buruna gelip hayran kaldıkları İsa Bey Camii, bir de garajdan Meryemana'ya çıkmak üzere bindikleri, yol boyu içinde, bir film yıldızı varmış gibi, bakışları sürükleyerek yolculuk ettikleri, muhteşem 59 model Chevrolet!
İki yıl önce, yüklüce bir siparişi tamamlar tamamlamaz, Şubat sonu, kendini Selçuk'ta bulan, uğradığında restorasyonda olduğu için bahçesiyle yetindiği İsa Bey Camii, Alman bir turist grubunca gezilmekte olduğundan, başını örtüp içeri giren "abla", beklerken arkasındaki duvarda asılı Hz. Muhammed'in Veda Hutbesi'ni görür; "Emaneti sahibine teslim edin... Faiz kaldırılmıştır... Kan davası kaldırılmıştır... Kadınlar hususunda Allah'tan korkunuz ve onlar hakkında iyilik dileyiniz... Tebliğ ettim mi? Allahım şahid ol!.." diyen, yasa ve öğütlerle dolu güzel metni okur. Alman grubun ayrılışıyla, iç mekânın ferahlığı ortaya çıkan, çok yüksek tavanlı, bir kenarı paravanla kadınlar kısmı olarak ayrılmış, tertemiz, özenli restorasyon görmüş, bir kaç vantilatörle sıcak günler için tedbir alınmış, çok sade İsa Bey Camii, Selçuk'un, Aydınoğlu Beyliği'nin bir dönem merkezi Ayasuluğ adını taşıdığı zamanda, İsa Bey tarafından yaptırılıp, 13 Mart 1375'te ibadete açılmış. Kapısındaki panoda yazıldığına göre Anadolu'da, iki minareli, revaklı ve şadırvanlı avlulu camilerin, ilk örneklerinden...
Bahçedeki, neredeyse saldırgan, iç bayıltan güzel kokusuyla, minik yıldızlara benzer alçakgönüllü çiçeklerinin örttüğü dalları yere değen geniş gölgeli iğde altında, ne kadar olduğunu kestiremediği bir süre oturan "abla", kalkar; geniş cephesiyle yarattığı geniş gölgeli camiin, taş işçiliği sade, güzel, yüksek kapısından çıkar, caddenin sağında teller ardında kalan, zamanında camiin bir parçası olarak yapılmış hamama göz atar, pansiyona döner.
Temiz, titiz, civa gibi hareketli Cemile Hanım ile, ikrâm ettiği Nescafe'yi içerlerken camiden açılan "öte taraf, atlanan ibâdet, günahlar..." konulu sohbet, "abla"nın, "elimden geldiğince dürüst, kimseye zarar vermeden yaşamaya çalıştım, şu kadar ibâdet eksiğin var derlerse, hiç bakmam, pazarlık ederim" diyerek kaygıyı savuşturmasını umduğu gülüşmelerle sona erer, iki kadın sarılarak vedalaşırlar.
Dolmuşla İzmir Merkez Otogar'a, oradan, ucu ucuna yakaladığı Edremit Belediyesi otobüsüyle Karaağaç'a varan "abla", aksilik, sitenin iki saatte bir geçen arabasını 10 dakika farkla kaçırır. Taksiyle evine varır, cüzdanındaki son 20 TL'yi şoföre verirken içi rahattır. Bozukluklar, ertesi sabah emekli maaşının geri kalanını almak üzere, onu, bankaya ulaştırmaya yeter; parasız öğrencilik günlerinden kalma bir heyecen!
Vakıfbank ATM'sinde, bu defa, hesap dışı bir heyecan; ekranda görünen, ancak, kredi seçeneğini onaylarsa maaşının gerisini alabileceği uyarısı üzerine şubeye giren, uzun görüşmeler sonucu problemi çözülemeyen, sonunda kendisini müdürün karşısında bulan "abla"ya, babacan müdür, bilgisayarında gördüğü manzarayı anlatır: "Fatma Hanım" der, "siz, kredi kullanmışsınız, hem de çok uzun zamandır, az az ama, uzun zaman..." Paraya para ödememek prensibinin hararetli savunucusu "abla" direnir, "nasıl olur?" der, "çok sıkı kontrol ediyorum.." Müdür, "banka böyle bir olanak yarattı, bir maaş kadar kredi..." Adamın sözünü, "benim onayım olmadan, böyle bir uygulamayı nasıl yapabilirsiniz?" diye diklenir "abla", "eskiden" der, "genç, güzel kızların üstüne başına bir şeyler alıp onlara senet imzalatır, kötü yola düşürürlerdi, bu da aynı!" "estağfurullah!" derken dayanamayıp gülen müdür ekle, "ekran sizi uyarır, eksilere dikkat etmeliydiniz... zaten şikâyetler artınca onlar da kredi lâfını koydu"
Hz. Muhammed'in, 16 yüzyıl önce koyduğu faiz yasağından söz eden Veda Hutbesi'ni okuyalı 24 saat olmadan, günün faiz uygulamasıyla bayağı tatsız biçimde karşılaşan "abla", üzerinde, ona iyilik, güzellik, sükûnet telkin eden Şirince, Meryemana tozu olmasa, bayağı gürültü koparacak!..
28 Mayıs 2009 Perşembe
23 Mayıs 2009 Cumartesi
52. yaşının ilk gününde, kendine hediye ettiği Şirince ziyaretinin sonunda "abla"...
Selçuk'taki üçüncü günü sabahında, bir gece önce pansiyoncu hanımın verdiği puf yorgandan sıyrılmakta zorlanan "abla", "mekânlarından uzakta, tamamen yalnız, ilk doğum gününü yatakta mı geçireceksin" der, "fırla!". Kahvaltıda, sevecen pansiyoncu karı-koca ile, ilkokula giden oğullarının büyükanne etkisiyle yoldan çıkması, alınası tebdirler, babanın "pazarda çalıştığımız gün ne istersek yerdik, onun dışında haftada yalnızca bir tane, ya gazoz, ya kara gazoz derdik o zaman kolaya, ya da şeker; bir çeşidine izin vardı, seçerdik, öteki için öbür haftayı beklerdik, şimdi bir gün içinde hepsini birden..." diye dile getirdiği deneyimleri konulu sohbetin ardından toparlanıp garaja giden "abla"nın hedefi Şirince.
Saydığı kadarı beşinci gidişinde "abla", Şirince'yi, iki yıl önce Şubat sonunda gittiğinde bıraktığı gibi bulur. Yaşlı teyzelerin derin bir köşesinde üretime devam ettiği sağlı sollu elişi tezgâhları arasından, şarap tadımı önerilerini nâzikçe reddederek yavaş yavaş tırmanır, kiliseyi gezer, harikulâde iğde kokusuyla tıkanmış bayırı tüketir, diğer ucu ormana varan köy yolunda, beyaz atıyla bir aşağı bir yukarı koşuşturan oğlanın "çınarın ordan..." diye tarif ettiği küçük düzlüğü bulur. Bir saat belki daha fazla, düzgün desenlerle işlenmiş tepelerin arasına tam bir uyumla, bol pencereli bembeyaz güzel evleriyle serilmiş güzelim köyü seyreder.
Acıkır; tırmanırken okuduğu tabelalardan birinde gözüne ilişen kabak çiçeği dolmasının çağrısına uyar, köye iner. Yanında yaprak sarma, bir de tanışmak üzere peynirli biber dolması isteyen "abla", ev yapımı hafif şuruplu ev baklavasıyla taçlandırdığı öğle yemeğinden, özellikle ilk kez denediği, yanında yağda şöööyle bir çevrilip üzerine çörek otu serpilmiş domatesle sunulan, çökelek doldurulduktan sonra kızartılmış çarliston biber dolmasından pek memnun kalır. Koca bir gaz tenekesi aslanağzı dibindeki masasında, püfür püfür esintili taraçada, aşağıdan gelen geçeni gözleyerek yediği yemeği öder, kenarda harıl harıl yaprak saran hanımlara teşekkür eder, köyün merkezine doğru inmeye devam eder.
Yere döşeli taşları ışıl ışıl parlatan güneş tepededir: İlk gelişinde dikkatini çeken, her defasında bir avuç toplayıp götürdüğü ışıltılı taşlar, "abla"nın, anında, yarı değerli taşlarla üretim yapan bir dükkâna dalıp, adının gnays olduğunu öğrendiği ufak çaplı bir araştırmaya neden olur. Gnaysın, granitin yüksek sıcaklık ve basınç altında değişime uğraması yani metamorfize olması sonucu oluştuğunu öğrenen "abla"nın hayâl gücü, tüm yaratıcılığıyla, bilcümle imkânlarını seferber ederek ayaklanır; bildiği kadarı burası volkanik bir bölge değildir! "O zaman" der kendi kendine, "yüksek sıcaklık ve basıncın kaynağı ne ola?" Yeni Çağ literatürüne dalıp, Şirince'nin çok önemli kozmik bir merkez olduğunu öğreneli, kaynakla ilgili açıklamalara da ulaşan "abla"nın merakı tatmin olsa da bu, onun konuşmaya/anlatmaya/paylaşmaya bayıldığı konu, çoğunlukla hafif ürkek bir tebessümle karşılanır.
İnternetten yaptığı araştırmayla, Şirince'de pansiyonda geceleme fiyatlarının, ortalama 100 TL olduğunu gören "abla", göze daha alçakgönüllü görünenlerin, keseye de uygun olabileceği fikriyle sokak aralarında dolaşarak telefon numarası toplar. Köy meydanındaki asmalı, loş, serin kahvede mola verir, orada çoktandır, hayâlkırıklığına uğramaktan korktuğu bir projeyi gündeme getirir, tüm cesaretiyle damla sakızlı Türk kahvesi ısmarlar; korktuğuna uğramaz, hatta bu kadar kritik bir karışımın başarısına şaşar!
Okul gezilerinin neşeyle tıkadığı sokaklarda, adım başı rastlanan şarap dükkânlarından birine giren "abla", sonradan dükkânın adından esinlenip uzun bir Giritlilik sohbeti tutturduğu oğlana "en hatırlı misafirinize hangisinden ikrâm ediyorsanız" der, "o şaraptan alacağım". "Öküzgözü..." diye başlayan oğlanın hızını, meyve şarabı istediğini söyleyerek kesen "abla", vişne şarabı önerisini de evde nasıl yaptığını anlatarak karşılar ve bir sonraki seçeneğin ne olduğunu sorar, "karadut!" yanıtı alır.
Çantası ağırlaşan, 52. yaşının ilk gününde kendine hediye ettiği, her yönüyle muhteşem!, Şirince ziyaretinin sonuna yaklaşan "abla", onu getiren arabayla, aura görme yeteneği taşıyanların lâcivert ışıdığını gördüklerinin söylendiği tepeler arasından kıvrıla büküle, Selçuk'a döner.
Saydığı kadarı beşinci gidişinde "abla", Şirince'yi, iki yıl önce Şubat sonunda gittiğinde bıraktığı gibi bulur. Yaşlı teyzelerin derin bir köşesinde üretime devam ettiği sağlı sollu elişi tezgâhları arasından, şarap tadımı önerilerini nâzikçe reddederek yavaş yavaş tırmanır, kiliseyi gezer, harikulâde iğde kokusuyla tıkanmış bayırı tüketir, diğer ucu ormana varan köy yolunda, beyaz atıyla bir aşağı bir yukarı koşuşturan oğlanın "çınarın ordan..." diye tarif ettiği küçük düzlüğü bulur. Bir saat belki daha fazla, düzgün desenlerle işlenmiş tepelerin arasına tam bir uyumla, bol pencereli bembeyaz güzel evleriyle serilmiş güzelim köyü seyreder.
Acıkır; tırmanırken okuduğu tabelalardan birinde gözüne ilişen kabak çiçeği dolmasının çağrısına uyar, köye iner. Yanında yaprak sarma, bir de tanışmak üzere peynirli biber dolması isteyen "abla", ev yapımı hafif şuruplu ev baklavasıyla taçlandırdığı öğle yemeğinden, özellikle ilk kez denediği, yanında yağda şöööyle bir çevrilip üzerine çörek otu serpilmiş domatesle sunulan, çökelek doldurulduktan sonra kızartılmış çarliston biber dolmasından pek memnun kalır. Koca bir gaz tenekesi aslanağzı dibindeki masasında, püfür püfür esintili taraçada, aşağıdan gelen geçeni gözleyerek yediği yemeği öder, kenarda harıl harıl yaprak saran hanımlara teşekkür eder, köyün merkezine doğru inmeye devam eder.
Yere döşeli taşları ışıl ışıl parlatan güneş tepededir: İlk gelişinde dikkatini çeken, her defasında bir avuç toplayıp götürdüğü ışıltılı taşlar, "abla"nın, anında, yarı değerli taşlarla üretim yapan bir dükkâna dalıp, adının gnays olduğunu öğrendiği ufak çaplı bir araştırmaya neden olur. Gnaysın, granitin yüksek sıcaklık ve basınç altında değişime uğraması yani metamorfize olması sonucu oluştuğunu öğrenen "abla"nın hayâl gücü, tüm yaratıcılığıyla, bilcümle imkânlarını seferber ederek ayaklanır; bildiği kadarı burası volkanik bir bölge değildir! "O zaman" der kendi kendine, "yüksek sıcaklık ve basıncın kaynağı ne ola?" Yeni Çağ literatürüne dalıp, Şirince'nin çok önemli kozmik bir merkez olduğunu öğreneli, kaynakla ilgili açıklamalara da ulaşan "abla"nın merakı tatmin olsa da bu, onun konuşmaya/anlatmaya/paylaşmaya bayıldığı konu, çoğunlukla hafif ürkek bir tebessümle karşılanır.
İnternetten yaptığı araştırmayla, Şirince'de pansiyonda geceleme fiyatlarının, ortalama 100 TL olduğunu gören "abla", göze daha alçakgönüllü görünenlerin, keseye de uygun olabileceği fikriyle sokak aralarında dolaşarak telefon numarası toplar. Köy meydanındaki asmalı, loş, serin kahvede mola verir, orada çoktandır, hayâlkırıklığına uğramaktan korktuğu bir projeyi gündeme getirir, tüm cesaretiyle damla sakızlı Türk kahvesi ısmarlar; korktuğuna uğramaz, hatta bu kadar kritik bir karışımın başarısına şaşar!
Okul gezilerinin neşeyle tıkadığı sokaklarda, adım başı rastlanan şarap dükkânlarından birine giren "abla", sonradan dükkânın adından esinlenip uzun bir Giritlilik sohbeti tutturduğu oğlana "en hatırlı misafirinize hangisinden ikrâm ediyorsanız" der, "o şaraptan alacağım". "Öküzgözü..." diye başlayan oğlanın hızını, meyve şarabı istediğini söyleyerek kesen "abla", vişne şarabı önerisini de evde nasıl yaptığını anlatarak karşılar ve bir sonraki seçeneğin ne olduğunu sorar, "karadut!" yanıtı alır.
Çantası ağırlaşan, 52. yaşının ilk gününde kendine hediye ettiği, her yönüyle muhteşem!, Şirince ziyaretinin sonuna yaklaşan "abla", onu getiren arabayla, aura görme yeteneği taşıyanların lâcivert ışıdığını gördüklerinin söylendiği tepeler arasından kıvrıla büküle, Selçuk'a döner.
Etiketler:
aura,
damla sakızlı Türk kahvesi,
gnays,
kabak çiçeği dolması,
peynirli biber dolması,
Şirince,
Yeni Çağ
22 Mayıs 2009 Cuma
"Abla"nın tanık olduğu kıyamet alâmeti: Selçuk'ta gökten kurbağa yağar!
Bir gece önce, internet cafe'de yazısını yazarken atıştıran yağmurla sır olan neşeli sokak kalabalığının sırrına, içinden geçtiği parkın ardındaki yokuşa sarıp pansiyona yürürken, önü sıra, yerde zıplayan küçük şeylere basmamaya çalışıp en az onlar kadar hoplayıp zıplayan, eğilip baktığında, en büyüğü başparmak boğumunu kadar küçük kurbağaları görünce vâkıf olan "abla", açıklamayı, ertesi sabah kahvaltıda pansiyon sahibinden alır.
"Abla"nın, aman ezmeyeyim! özeniyle 20 dakikada aldığı 5 dakikalık yolu örten kurbağalar, pansiyonun girişini de kaplamışlar; öyle ki karı-koca, bir saatlik mesaiyle, süpürge-faraş marifetiyle, gece yarısı bir kova hayvancık toplarlar. "Gökten kurbağa yağması" fikrine alışmaya çalışan "abla"ya, "geçende bir profesör çıktı televizyona, o anlattı" der adam, "hava akımları, su birikintilerinin yüzeyinden bunları topluyor, bulutların üzerine taşıyormuş, sonra aynı dolu gibi..." Ardından, babasının yamacında oturan, iki yıl önceye göre bir karış uzamış oğlanın, "abla"nın çilek reçeline bayıldığı anası ekler "bir seferinde de çekirge yağmıştı Selçuk'ta." Yuvarlak ahşap yer sofralarının olduğu odaya, göbeği kendinden çok önce giren iri yarı sarışın adamla, yerel halk hırka düzenindeyken yarı çıplak oluşundan turist olduğu belli karısının çarpık "günaydııın!"larıyla bölünen sohbet arası'nda sokağa çıkmaya yeltenen "abla"nın hızı, "fotoğrafçı gelecek, bizim kartlar bitmiş, yeni fotoğraf çekecek, az oyalan" bilgisiyle kesilir.
"Abla"nın ilk hedefi, bankaya yatan maaşından destek almak üzere -Vakıflar Bankası'nın en yakın ulaşılabilir noktası orada olduğundan- Kuşadası. Yola, yarı dolu çıkan dolmuş, Pamucak'tan sonraki otellerden birinden binen yanık, neşeli turistlerle dolar; yirmi dakika sonra az eğimli, barışsever eğilimli tepeleri aşıp denize, oradan da kent kılıklı Kuşadası'na varır. Bankomat aranarak merkeze yürüyen "abla", bir kargo kamyonetinin kasasında oturan adamı gözüne kestirir, yanaşır: Selâmsız sabahsız küt! diye lâfa girip kurduğu, yargısız, savunmasız, dürüst, masum ilişkinin muhteşem sonuçlarını defalarca denediğinden, "adamım sensin!" der, "bir banka şubesinin yerini senden iyi kim bilir?" Sen'li ben'li direkt soruyla afallayan ilk ifadesi, gülümseyince yumuşayan adam "şu caddeyi devam et abla" diye yanıtlar, "Adliye'nin yanında."
Selçuk'a, solunda oturan, "bu sezon işsiz olduğunu" söyleyen turizmci genç kızla ve sağındaki terliyken soğuk kola içtiğinden yataklara düşmüş yorgun kadınla söyleşerek dönen "abla", günün ikinci hedefini gerçekleştirmek üzere, Hans takma isimli taksiciyle gidiş-geliş 50 TL'ye anlaşır, yola koyulurlar. Meryemana'nın, kozmik bir merkez olduğunu bilen, orada olmanın bedenine sağladığı dinginliği neredeyse ölçebilen "abla", elinden gelse orada yatacak; "en geç ne zaman gelebilirsen o zaman" der, kartını veren Hans'la "18:30..." diye kararlaştırırlar.
Yavaş yavaş, adım adım, ulaşabildiği her köşeyi gezen, arada, biri turistlerle, diğeri bir rahiple iki rahibenin tesbih duası sırasında olmak üzere iki kez huzura çıkan "abla", kendisiyle ilgili, farkına vardığı değişiklikleri beyan ettiği içsel görüşmeler yapar; bulunduğu yerle ilgili, -"size şah damarınızdan yakınım" diyen Tanrı'nın bir parçasını içinde taşıdığı fikrine varalı- yönü pek net olmayan şükranlarını sunar.
Siyah beyaz küçük kediyle oynar, çamları dinler, sincapları gözler, dünyanın her yanından gelen insanları izler. Biri aşk, diğeri para, sonuncusu sağlık dileklerini karşıladığı söylenen kaynak suyundan içer, dileğini yazdığı kâğıdı, tıklım tıkış panoda ite kaka bir yere bağlar, dışarıya alınmış camlı kabinlerde, kumu örten suya diktiği mumlarını yakar, genç bir çiftin video ve fotoğrafını çeker.
Ve nihayet, yarım gündür dolanıp gelip tünediği banklarda, Meryemana evinin girişinde kalabalığın akışını düzenleyen görevlinin dikkatini çeken "abla" uzaktan seslenerek "iki yılda bir" diye açıklar "yarım gün!.." Ortalığın tenhalaştığı ara, genç görevliyle tutturduğu, okumakta olduğu, Atatürk'ün çevirttiği Kayıp Kıta Mu, Maya takvimine göre zamanların sonu, ezoterizm... konulu sohbete dahil etmeye çalıştığı, arkasında 83 yazılı t-shirt'le sıradan bir genç iken, üzerine giydiği yanık kahve cübbeyle bir anda boyutlararası bir değişiklik sergileyen genç rahibe, "abla" sorar; "elbette, bana anlatacağınızı sanmıyorum ama" der, "sizinkiler yaklaşan kıyamet meselesine nasıl yaklaşıyorlar?" Kısacık saçlı, temiz yüzlü genç rahip "abla"yı yanıltmaz ve "ne olacaksa" der "yaşayıp göreceğiz".
"Abla", çocuklarıyla akran, bayağı okuduğu anlaşılan konuları konuşmaktan zevk aldığı belli, yaşına göre epey birikimli, içten görevliden, kendisini almaya gelen Hans olmasa, hiç ayrılmayacak, sabaha kadar bir o, bir kendi, konuşacak da konuşacak!...
"Abla"nın, aman ezmeyeyim! özeniyle 20 dakikada aldığı 5 dakikalık yolu örten kurbağalar, pansiyonun girişini de kaplamışlar; öyle ki karı-koca, bir saatlik mesaiyle, süpürge-faraş marifetiyle, gece yarısı bir kova hayvancık toplarlar. "Gökten kurbağa yağması" fikrine alışmaya çalışan "abla"ya, "geçende bir profesör çıktı televizyona, o anlattı" der adam, "hava akımları, su birikintilerinin yüzeyinden bunları topluyor, bulutların üzerine taşıyormuş, sonra aynı dolu gibi..." Ardından, babasının yamacında oturan, iki yıl önceye göre bir karış uzamış oğlanın, "abla"nın çilek reçeline bayıldığı anası ekler "bir seferinde de çekirge yağmıştı Selçuk'ta." Yuvarlak ahşap yer sofralarının olduğu odaya, göbeği kendinden çok önce giren iri yarı sarışın adamla, yerel halk hırka düzenindeyken yarı çıplak oluşundan turist olduğu belli karısının çarpık "günaydııın!"larıyla bölünen sohbet arası'nda sokağa çıkmaya yeltenen "abla"nın hızı, "fotoğrafçı gelecek, bizim kartlar bitmiş, yeni fotoğraf çekecek, az oyalan" bilgisiyle kesilir.
"Abla"nın ilk hedefi, bankaya yatan maaşından destek almak üzere -Vakıflar Bankası'nın en yakın ulaşılabilir noktası orada olduğundan- Kuşadası. Yola, yarı dolu çıkan dolmuş, Pamucak'tan sonraki otellerden birinden binen yanık, neşeli turistlerle dolar; yirmi dakika sonra az eğimli, barışsever eğilimli tepeleri aşıp denize, oradan da kent kılıklı Kuşadası'na varır. Bankomat aranarak merkeze yürüyen "abla", bir kargo kamyonetinin kasasında oturan adamı gözüne kestirir, yanaşır: Selâmsız sabahsız küt! diye lâfa girip kurduğu, yargısız, savunmasız, dürüst, masum ilişkinin muhteşem sonuçlarını defalarca denediğinden, "adamım sensin!" der, "bir banka şubesinin yerini senden iyi kim bilir?" Sen'li ben'li direkt soruyla afallayan ilk ifadesi, gülümseyince yumuşayan adam "şu caddeyi devam et abla" diye yanıtlar, "Adliye'nin yanında."
Selçuk'a, solunda oturan, "bu sezon işsiz olduğunu" söyleyen turizmci genç kızla ve sağındaki terliyken soğuk kola içtiğinden yataklara düşmüş yorgun kadınla söyleşerek dönen "abla", günün ikinci hedefini gerçekleştirmek üzere, Hans takma isimli taksiciyle gidiş-geliş 50 TL'ye anlaşır, yola koyulurlar. Meryemana'nın, kozmik bir merkez olduğunu bilen, orada olmanın bedenine sağladığı dinginliği neredeyse ölçebilen "abla", elinden gelse orada yatacak; "en geç ne zaman gelebilirsen o zaman" der, kartını veren Hans'la "18:30..." diye kararlaştırırlar.
Yavaş yavaş, adım adım, ulaşabildiği her köşeyi gezen, arada, biri turistlerle, diğeri bir rahiple iki rahibenin tesbih duası sırasında olmak üzere iki kez huzura çıkan "abla", kendisiyle ilgili, farkına vardığı değişiklikleri beyan ettiği içsel görüşmeler yapar; bulunduğu yerle ilgili, -"size şah damarınızdan yakınım" diyen Tanrı'nın bir parçasını içinde taşıdığı fikrine varalı- yönü pek net olmayan şükranlarını sunar.
Siyah beyaz küçük kediyle oynar, çamları dinler, sincapları gözler, dünyanın her yanından gelen insanları izler. Biri aşk, diğeri para, sonuncusu sağlık dileklerini karşıladığı söylenen kaynak suyundan içer, dileğini yazdığı kâğıdı, tıklım tıkış panoda ite kaka bir yere bağlar, dışarıya alınmış camlı kabinlerde, kumu örten suya diktiği mumlarını yakar, genç bir çiftin video ve fotoğrafını çeker.
Ve nihayet, yarım gündür dolanıp gelip tünediği banklarda, Meryemana evinin girişinde kalabalığın akışını düzenleyen görevlinin dikkatini çeken "abla" uzaktan seslenerek "iki yılda bir" diye açıklar "yarım gün!.." Ortalığın tenhalaştığı ara, genç görevliyle tutturduğu, okumakta olduğu, Atatürk'ün çevirttiği Kayıp Kıta Mu, Maya takvimine göre zamanların sonu, ezoterizm... konulu sohbete dahil etmeye çalıştığı, arkasında 83 yazılı t-shirt'le sıradan bir genç iken, üzerine giydiği yanık kahve cübbeyle bir anda boyutlararası bir değişiklik sergileyen genç rahibe, "abla" sorar; "elbette, bana anlatacağınızı sanmıyorum ama" der, "sizinkiler yaklaşan kıyamet meselesine nasıl yaklaşıyorlar?" Kısacık saçlı, temiz yüzlü genç rahip "abla"yı yanıltmaz ve "ne olacaksa" der "yaşayıp göreceğiz".
"Abla", çocuklarıyla akran, bayağı okuduğu anlaşılan konuları konuşmaktan zevk aldığı belli, yaşına göre epey birikimli, içten görevliden, kendisini almaya gelen Hans olmasa, hiç ayrılmayacak, sabaha kadar bir o, bir kendi, konuşacak da konuşacak!...
Etiketler:
Hans,
Kayıp Kıta Mu,
Kuşadası,
Meryemana,
Pamucak
21 Mayıs 2009 Perşembe
40 yıl sonra, tam tamına 40 yıl sonra "abla" ile...
Fırtınayla, yılda bir kere Selçuk'a gitmek isteği depreşen/netleşen "abla"nın, kedilere koyduğu krakerin yere değmesiyle verandanın dört bir köşesine dağılması bir olur. İçeri giren "abla", çantasına "belki..." diyerek bir mayo koyar, kapısını kilitler ve 8:00 servisi için durağa yürür.
Karaağaç'ta arabadan iner, bir kuytuya siner, çok beklemesi gerekmez; 8:30'da geçen İzmir otobüsüne atlayan "abla" rüzgârda dağılan kendini ardından aklını toparlar, bir plan yapar: İlk ihtiyaç molasında, kendisini Ocak ayında, Google'dan arayıp bulan ortaokul birinci sınıf öğretmenine telefon eder, İzmir'den geçerken uğramak istediğini bildirir.
Öğretmeninden, yaz kış oturdukları siteye nasıl ulaşacağı bilgisini alırsa da "abla", İzmir'deki mesafeler kavramına olan uzaklığı yüzünden Ildırı durağına vardığında kâhyanın, "10 dakika önce geleydin..." diyerek üzüntüyle bildirdiği, ve "her işte bir hayır vardır" dediği arabanın bir sonrakinin iki saat sonra kalkacağını öğrenir.
Üçkuyular'dan Ildırı Köyü'ne yollanan araba, katırtırnaklarıyla süslü alçacık tepelerde kıvrılarak yol alır: Germiyan Köyü'nde, "yengeye..." pazardan alınan sebze torbaları, bir kaç evlik bir başka yerleşimde iki koca lâstik indirilir; bir duvar dibinde saksılı yetişkin limon fidesi alınır, yol boyu selamlaşılarak süren, "abla"yı pek eğlendiren yolculuk bir buçuk saat sonunda Erytrai antik kentine az bir mesafede sonlanır.
40 yıl sonra, tam tamına 40 yıl sonra"abla"yı, arada yazıştıkları öğretmeniyle eşi, sevgiyle karşılarlar. Aradan geçen zamanın, bilinen konuşma formatına sığdırılabilmesi imkânsız ise de, 40 yıl öncesinin "idealist genç öğretmen"inden çok uzak görünmeyen öğretmenle, "bu çocuk kesin bir şey olur" diyerek arayıp bulduğu "abla"nın sohbeti, ülkenin vardığı nokta yüzünden gölgelenerek de olsa coşkuyla, dahası akşam saatlerinde bağlantısını koparmadığı bir diğer öğrencisi, "abla"nın sevgili arkadaşlarından birinin katılımıyla sürer.
Sakız Adası'na dek, çok geniş bir panoramayı gören, kedilerle süslü, yasemin kokulu verandanın üstündeki odada, kendisini de şaşırtan derin bir huzurla uyuyup uyanan "abla", çocukları olmamış, böylece artan zamanda bazıları özel ilgi gerektiren pek çok çocuğun eğitimini sağlayarak -ana baba olamayarak- aslında, ne kadar çok sayıda çocuğun anababası olduklarının ortaya çıktığı öykülerin anlatıldığı güzel zengin kahvaltı ardından, diktiği fıstık çamlarının yarısını "ille de sadece denizi görmek isteyen" komşuları tarafından katledilişini hüzünle anlatan öğretmeninin, muhteşem güzellikteki bahçesine kasımpatı ekmesini gözler.
Çeşme'yi gezdirdikleri "abla", Selçuk'a devam etmek üzere bir kaç dakika sonra kalkacak İzmir otobüsüne binmeye karar verince vedalaşırlar, bu buluşmanın büyüttüğü sevgiyle ayrılırlar. Gürül gürül elektrik ürettiği belli rüzgâr tribünlerini fıldır fıldır döndüren sert poyrazda İzmir otogarına varıp, bitişik perondaki Selçuk arabasına binen "abla", yolda, Belevi kavşağındaki koca ağacın gölgesinde, bir genç adamın kucağındaki bebeği, arabanın ön koltuğuna uzatmasıyla, bir gün önceki alıp vermelerin doruğu bir manzaraya şahit olur. Bir yaşına girmemiş bebek, şoförün oğlu Efe, dedesinin yanından evine Selçuk'a dönmektedir ama, emaneten bırakıldığı ön koltuktaki yolcunun kucağında, direksiyondaki babasının kucağına neden alınmadığını anlamaz, içli içli sızlanır. Böylece kalan 12 km., şoför babanın, "tamam oğlum, tamam Efe, az kaldı bak, düüüüüt!" diyerek durumu idare etme çabasıyla tamamlanır.
Müzenin arkasına düşen, 15 yıldır, Selçuk'a her gidişinde kaldığı pansiyona yollanan "abla", eski bir dost gibi karşılanır, demircilik de yapan pansiyon sahiplerinin ferforjelerle süsledikleri odasına yerleştirilir.
Üzerine, turistlerin atlamadan fotoğrafladıkları leyleklerin yerleştiği sütunların arasından çarşıya yollanan "abla", iki yıl önceki son gidişinde güzel ev yemekleri yediği lokantayı bulur, gebe sarmanla paylaştığı yemeğini yer, internet cafeye girer.
Karaağaç'ta arabadan iner, bir kuytuya siner, çok beklemesi gerekmez; 8:30'da geçen İzmir otobüsüne atlayan "abla" rüzgârda dağılan kendini ardından aklını toparlar, bir plan yapar: İlk ihtiyaç molasında, kendisini Ocak ayında, Google'dan arayıp bulan ortaokul birinci sınıf öğretmenine telefon eder, İzmir'den geçerken uğramak istediğini bildirir.
Öğretmeninden, yaz kış oturdukları siteye nasıl ulaşacağı bilgisini alırsa da "abla", İzmir'deki mesafeler kavramına olan uzaklığı yüzünden Ildırı durağına vardığında kâhyanın, "10 dakika önce geleydin..." diyerek üzüntüyle bildirdiği, ve "her işte bir hayır vardır" dediği arabanın bir sonrakinin iki saat sonra kalkacağını öğrenir.
Üçkuyular'dan Ildırı Köyü'ne yollanan araba, katırtırnaklarıyla süslü alçacık tepelerde kıvrılarak yol alır: Germiyan Köyü'nde, "yengeye..." pazardan alınan sebze torbaları, bir kaç evlik bir başka yerleşimde iki koca lâstik indirilir; bir duvar dibinde saksılı yetişkin limon fidesi alınır, yol boyu selamlaşılarak süren, "abla"yı pek eğlendiren yolculuk bir buçuk saat sonunda Erytrai antik kentine az bir mesafede sonlanır.
40 yıl sonra, tam tamına 40 yıl sonra"abla"yı, arada yazıştıkları öğretmeniyle eşi, sevgiyle karşılarlar. Aradan geçen zamanın, bilinen konuşma formatına sığdırılabilmesi imkânsız ise de, 40 yıl öncesinin "idealist genç öğretmen"inden çok uzak görünmeyen öğretmenle, "bu çocuk kesin bir şey olur" diyerek arayıp bulduğu "abla"nın sohbeti, ülkenin vardığı nokta yüzünden gölgelenerek de olsa coşkuyla, dahası akşam saatlerinde bağlantısını koparmadığı bir diğer öğrencisi, "abla"nın sevgili arkadaşlarından birinin katılımıyla sürer.
Sakız Adası'na dek, çok geniş bir panoramayı gören, kedilerle süslü, yasemin kokulu verandanın üstündeki odada, kendisini de şaşırtan derin bir huzurla uyuyup uyanan "abla", çocukları olmamış, böylece artan zamanda bazıları özel ilgi gerektiren pek çok çocuğun eğitimini sağlayarak -ana baba olamayarak- aslında, ne kadar çok sayıda çocuğun anababası olduklarının ortaya çıktığı öykülerin anlatıldığı güzel zengin kahvaltı ardından, diktiği fıstık çamlarının yarısını "ille de sadece denizi görmek isteyen" komşuları tarafından katledilişini hüzünle anlatan öğretmeninin, muhteşem güzellikteki bahçesine kasımpatı ekmesini gözler.
Çeşme'yi gezdirdikleri "abla", Selçuk'a devam etmek üzere bir kaç dakika sonra kalkacak İzmir otobüsüne binmeye karar verince vedalaşırlar, bu buluşmanın büyüttüğü sevgiyle ayrılırlar. Gürül gürül elektrik ürettiği belli rüzgâr tribünlerini fıldır fıldır döndüren sert poyrazda İzmir otogarına varıp, bitişik perondaki Selçuk arabasına binen "abla", yolda, Belevi kavşağındaki koca ağacın gölgesinde, bir genç adamın kucağındaki bebeği, arabanın ön koltuğuna uzatmasıyla, bir gün önceki alıp vermelerin doruğu bir manzaraya şahit olur. Bir yaşına girmemiş bebek, şoförün oğlu Efe, dedesinin yanından evine Selçuk'a dönmektedir ama, emaneten bırakıldığı ön koltuktaki yolcunun kucağında, direksiyondaki babasının kucağına neden alınmadığını anlamaz, içli içli sızlanır. Böylece kalan 12 km., şoför babanın, "tamam oğlum, tamam Efe, az kaldı bak, düüüüüt!" diyerek durumu idare etme çabasıyla tamamlanır.
Müzenin arkasına düşen, 15 yıldır, Selçuk'a her gidişinde kaldığı pansiyona yollanan "abla", eski bir dost gibi karşılanır, demircilik de yapan pansiyon sahiplerinin ferforjelerle süsledikleri odasına yerleştirilir.
Üzerine, turistlerin atlamadan fotoğrafladıkları leyleklerin yerleştiği sütunların arasından çarşıya yollanan "abla", iki yıl önceki son gidişinde güzel ev yemekleri yediği lokantayı bulur, gebe sarmanla paylaştığı yemeğini yer, internet cafeye girer.
Etiketler:
Belevi,
Çeşme,
Erytrai,
Germiyan Köyü,
Ildırı,
İzmir,
Sakız Adası,
Selçuk,
Üçkuyular
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)