21 Mayıs 2009 Perşembe

40 yıl sonra, tam tamına 40 yıl sonra "abla" ile...

Fırtınayla, yılda bir kere Selçuk'a gitmek isteği depreşen/netleşen "abla"nın, kedilere koyduğu krakerin yere değmesiyle verandanın dört bir köşesine dağılması bir olur. İçeri giren "abla", çantasına "belki..." diyerek bir mayo koyar, kapısını kilitler ve 8:00 servisi için durağa yürür.

Karaağaç'ta arabadan iner, bir kuytuya siner, çok beklemesi gerekmez; 8:30'da geçen İzmir otobüsüne atlayan "abla" rüzgârda dağılan kendini ardından aklını toparlar, bir plan yapar: İlk ihtiyaç molasında, kendisini Ocak ayında, Google'dan arayıp bulan ortaokul birinci sınıf öğretmenine telefon eder, İzmir'den geçerken uğramak istediğini bildirir.

Öğretmeninden, yaz kış oturdukları siteye nasıl ulaşacağı bilgisini alırsa da "abla", İzmir'deki mesafeler kavramına olan uzaklığı yüzünden Ildırı durağına vardığında kâhyanın, "10 dakika önce geleydin..." diyerek üzüntüyle bildirdiği, ve "her işte bir hayır vardır" dediği arabanın bir sonrakinin iki saat sonra kalkacağını öğrenir.

Üçkuyular'dan Ildırı Köyü'ne yollanan araba, katırtırnaklarıyla süslü alçacık tepelerde kıvrılarak yol alır: Germiyan Köyü'nde, "yengeye..." pazardan alınan sebze torbaları, bir kaç evlik bir başka yerleşimde iki koca lâstik indirilir; bir duvar dibinde saksılı yetişkin limon fidesi alınır, yol boyu selamlaşılarak süren, "abla"yı pek eğlendiren yolculuk bir buçuk saat sonunda Erytrai antik kentine az bir mesafede sonlanır.

40 yıl sonra, tam tamına 40 yıl sonra"abla"yı, arada yazıştıkları öğretmeniyle eşi, sevgiyle karşılarlar. Aradan geçen zamanın, bilinen konuşma formatına sığdırılabilmesi imkânsız ise de, 40 yıl öncesinin "idealist genç öğretmen"inden çok uzak görünmeyen öğretmenle, "bu çocuk kesin bir şey olur" diyerek arayıp bulduğu "abla"nın sohbeti, ülkenin vardığı nokta yüzünden gölgelenerek de olsa coşkuyla, dahası akşam saatlerinde bağlantısını koparmadığı bir diğer öğrencisi, "abla"nın sevgili arkadaşlarından birinin katılımıyla sürer.

Sakız Adası'na dek, çok geniş bir panoramayı gören, kedilerle süslü, yasemin kokulu verandanın üstündeki odada, kendisini de şaşırtan derin bir huzurla uyuyup uyanan "abla", çocukları olmamış, böylece artan zamanda bazıları özel ilgi gerektiren pek çok çocuğun eğitimini sağlayarak -ana baba olamayarak- aslında, ne kadar çok sayıda çocuğun anababası olduklarının ortaya çıktığı öykülerin anlatıldığı güzel zengin kahvaltı ardından, diktiği fıstık çamlarının yarısını "ille de sadece denizi görmek isteyen" komşuları tarafından katledilişini hüzünle anlatan öğretmeninin, muhteşem güzellikteki bahçesine kasımpatı ekmesini gözler.

Çeşme'yi gezdirdikleri "abla", Selçuk'a devam etmek üzere bir kaç dakika sonra kalkacak İzmir otobüsüne binmeye karar verince vedalaşırlar, bu buluşmanın büyüttüğü sevgiyle ayrılırlar. Gürül gürül elektrik ürettiği belli rüzgâr tribünlerini fıldır fıldır döndüren sert poyrazda İzmir otogarına varıp, bitişik perondaki Selçuk arabasına binen "abla", yolda, Belevi kavşağındaki koca ağacın gölgesinde, bir genç adamın kucağındaki bebeği, arabanın ön koltuğuna uzatmasıyla, bir gün önceki alıp vermelerin doruğu bir manzaraya şahit olur. Bir yaşına girmemiş bebek, şoförün oğlu Efe, dedesinin yanından evine Selçuk'a dönmektedir ama, emaneten bırakıldığı ön koltuktaki yolcunun kucağında, direksiyondaki babasının kucağına neden alınmadığını anlamaz, içli içli sızlanır. Böylece kalan 12 km., şoför babanın, "tamam oğlum, tamam Efe, az kaldı bak, düüüüüt!" diyerek durumu idare etme çabasıyla tamamlanır.

Müzenin arkasına düşen, 15 yıldır, Selçuk'a her gidişinde kaldığı pansiyona yollanan "abla", eski bir dost gibi karşılanır, demircilik de yapan pansiyon sahiplerinin ferforjelerle süsledikleri odasına yerleştirilir.

Üzerine, turistlerin atlamadan fotoğrafladıkları leyleklerin yerleştiği sütunların arasından çarşıya yollanan "abla", iki yıl önceki son gidişinde güzel ev yemekleri yediği lokantayı bulur, gebe sarmanla paylaştığı yemeğini yer, internet cafeye girer.

Hiç yorum yok: