21 Ekim 2011 Cuma

Peru gezisinin onuncu gününde “abla” grubu, Titicaca Gölü’nde Uros ve Taquile Adalarını, bir de Sillustani mezarlarını ziyaret eder.

6 Eylül 2011 Salı sabahı başka turistlerle paylaştıkları arabalarına binen grup 20.000 kişilik Puno Stadı yanından geçerken Sülema “Ama hiç dolmadı” der, futbol takımları kötüymüş ve şoförden aldığı istihbarata göre, Bolivya’ya son maçta da yenilmişler.

Bindikleri tekne 07:45’te hareket eder; “Göl oldukça kirli, yağmurla pislik göle boşalıyor, alt yapı sağlam değil” der Sülema, suları yararken tuhaf biçimde dalgalanan sazları göstererek Tortora, suyu filtre ediyor, diple bağlantılı, derinlik 3 m’den fazla ise tutunamıyor. Sazlık kendi mikro klimasını yaratıyor, 80’den fazla kuş türü var.”

“Abla” grubuyla birlikte 15-20 turist, iki yanda, üzerinde domuzlar gezinen katılaşmış çöp adacıkları arasındaki temizlenmiş kanalda yol alırken, Uros Adaları halkının organizasyonu giriş kontrol kulesini, sağlık ocağını geçer; yüksekçe gözlem kulesi altında kendilerini el sallayarak karşılayan şeker pembe, türkuaz mavi, altın sarı, narçiçeği kırmızı etekli kadınların önündeki iskeleye yanaşır, 60 adadan ikincisiJacha Tata’nın kuru saz zeminine ayak basarlar.

Kilimlerle örtülmüş büyük at nalı şekilli rulo hasıra buyur edilen turistler, günün ilk yarısını ziyaretçilere ayıran adalar halkından Jacha Tata’nın -ve tüm adaların- tertemiz beyaz gömlekli başkanının anlatacaklarını, Sülema’dan (Reyhan’dan) naklen dinlemeye hazırlanırlar:


“Burada doğan ve evlenenler için yapılanların eklenmesiyle giderek çoğalan, şu anda 60 adada yaklaşık 2000 kişi yaşıyor, bu adada 6 aile, 22 kişi var.” Sülema, yanlarına gelen, “first lady” diyerek tanıttığı başkanın eşi Katalina’nın şapkası altından uzanan saç örgüleri ucundaki püskülleri göstererek “parlak renkliler bekâr ya da beraber yaşıyor, koyu renkliler evli demek, tek eşlidirler, evlilik önemli değil, çocuk varsa ayrılmazlar. Aymara konuşurlar, ortalama ömür 65-70, erkekler daha uzun yaşıyor, nedeni daha hareketliler, kadınlar oturarak çalışıyor.”


Başkan ziyaretçileri “Kamisaraki” (hoş geldiniz) diyerek selamlar, “adama geldiğiniz için teşekkür ederim, bizim için onurdur.” Ayağı dibinde araladığı sazların içinden bir karış genişliğinde bir tahta çıkarır suya ulaşır, uzunluğu 3 m’den fazla kamışı batırır, çeker, ıslak kısmını gösterir; Sülema “bunu, gerçek yüzen ada olduğunu kanıtlamak için yaptı, diğer adalarda daha büyük deliklerden dalıp göle çıkıyorlar” derken, başkan bu kez, ucuna bıçak bağlı kamışla –altı zamanla çürüyüp eskiyen adalar karaya çekilip gübre olarak kullanılırken 60-70 yılda bir yenilenen- adanın, tortora kökleri sarmaşmış 50 cm kalınlığındaki temelinden bir parça kesip çıkarır. Son olarak, uzun bir ipe bağlı taşı delikten atarak gölün derinliğini ölçer, ıslak ipi sayarak kulaçlayıp çeker; 14.5 kulaç -yaklaşık 15 m-, adanın kalınlığı 3 m.


“Kadınla erkek ayrı adalardan ise, düğünleri adalarını birbirine yaklaştırarak yaparlar, isterlerse keserek ayırırlar” diye devam eder Sülema, “Gölün dibine bağlı sazlar 2 yıl canlı kalır, sonra dipten ayrılır mantar gibi yüzmeye başlar. Köylüler bunları toplayıp bloklar oluşturuyorlar, bu ada 18 blok, blokları ortalarına çaktıkları okaliptüs kazıklara bağladıkları naylon halatlarla birleştiriyorlar. Naylon ip öncesi, sazdan yaptıkları ipleri kullanıyorlarmış ama çok dayanıksız o yüzden tek ada inşa ediyorlarmış. Bloklarla yaptıkları adayı giderek kısalan kuru sazla bir kat enine bir kat boyuna döşüyorlar. Ara sıra manzara değişikliği için, iki motorla iterek adaların yerlerini değiştiriyorlar. Adaları demirlemezlerse Bolivya’da uyanabilirler.”


“Aymaralar özgürlüklerine çok düşkünler, Incalardan, savaşlardan uzak kalmak için yaşamlarını göle taşıdılar… Uru insanları Pukina konuşuyorlardı, Aymaralarla sonra karıştılar… En büyük sorun nem, romatizma. Yatak odalarının altına bir kat daha yapıyorlar.” Başkan dirseğe kadar sazların içine soktuğu elini çıkarır, gösterir, ıslaktır; “yağmur geceleri, yağar gündüz kurur, 2-3 kat sazla örtülü çatılar yağmuru geçirmez. Evler dairesel, zemini metal ya da olan yer mutfak. Adaların her birindeki gözlem kuleleri yangın olasılığını gözler.” Sülema, sazdan yapılmış geleneksel formlu tekne maketini göstererek “Taksi, okul servisi,” diye anlatır, “balık avı için daha büyük olanlar kullanılıyor.” Kenarında siyah geniş süs olan tekneler, “Mercedes; cenaze, düğün, yarışlar için”.


Grubu, yere serdikleri örtüde çanaklar, sepetler içinde yiyeceklerini sergileyen ada halkı çevresine toplayan Sülema, sazın dibinden kestikleri 15-20 cm’lik bembeyaz kısmı ikram eder; yerlilerle birlikte yedikleri süngerimsi, tatlımsı sap “kereviz gibi yemeği çorbası yapılıyor, dişleri de temizliyor; patates, arpa, bakla, mısır… balık, kamış karşılığı Puno’dan alınıyor, baharat yok sadece sarımsak, soğan… tuzları iyotsuz olduğu için guatr’a sık rastlanıyor. Ölüler karaya gömülüyor, sularını akıntının temiz olduğu bir yerden, gölden alıyorlar, küçük tuvalet için evlerin arkasına, büyük için bir tekneyle bu iş için deliği olan başka bir adaya gidiyorlar.”


“Abla” grubu ile İspanyol, Puerto Rico’lu, Amerikalı ve İngilizlerden mürekkep turistler, isimlerini ve ülkelerini söyledikçe alkış aldıkları, aralarında bir çocuğun da bulunduğu ada halkının birlikte seslendirdiği Aymara şarkıyı alkışlarlar.


Ada halkı bir yandan, sazdan ürettikleri tekne, ev, hayvan, nazarlık türünden el işleri, nakışlı ahşap seramik kaplar, kumaşlar üzerine nakşettikleri –birinde oturan bir kadının saç örgüsünün dört parmak dışarı sarktığı- yaşamları konulu panoları satışa sunarken grup, evleri de ziyarete davet edilir.


O ara ailenin seyahat gurusu, bu konudaki muhteşem yeteneğiyle bir kara kedi ile bir gözü çapaklı bebesini bulur; ada halkı arasında minik fareler de vardır.


“Abla”nın kardeşleriyle birkaç basamak çıkarak girdikleri, ardına dek açılmış saz örme kapısı örgü iple duvara bağlı, ahşap zemini saz örtülü yatak odasında saz duvarlar dokuma, nakış pano, ucu değişik renkli püsküllü saç bantlarıyla, gerili bir ip de nazarlıklarla süslü. Odanın, dipteki yer yatağı, ufak masa, bir gözünde iri müzik seti bulunan komodinden ibaret alçakgönüllü mobilyası geceleri, üçgen saz tavandan sarkan, enerjisini dışarıdaki güneş panelinden alan eko ampulle aydınlanmakta.


Adanın ortasındaki minik gölün kenarı kurutulmaya konmuş uzun sazlar, hasırlara serilmiş kurutulmakta balık, ufak el işi tezgâhlarıyla sarılı.


Titicaca Gölü’nün kuytu köşesini işgal eden Uros Adaları çemberinde bir göl gezintisi için, kocaman iki hasır puma başlı tekneye binen turistlerden –“abla” grubu dâhil- bir kaçı küçük merdivenle yukarı güverteye çıkar, hasır rulolara otururlar. Direkleri, Peru yanında yerli bayrağı wipala ile süslü teknenin iki puma başı dibinde iki adam kürek çeker; diğer adalarda her biri farklı, sanat eseri –dibinde eşinenden daha gerçek bir flamingo, tekne, balık, lama… görünümünde- gözlem kulelerini hayranlıkla seyrederek bir tur atan grup, Urosluların, uzun birkaç saz sapla ürettikleri tepeden bağlayıp bazen bir güneşle süsledikleri giriş kapısı, tâk önüne dizilip söyledikleri şarkılarla, el sallanarak uğurlanırlar.


Günün ikinci durağı, gerçek sahipleri yerliler satın almadan önce bir dönem sahibi olan İspanyol’un adıyla anılan Taquile Adası: Teknenin rahat esnek sandalyelerle dolu güvertesi üşüyen yolcularca terk edilir. Aşağı kapalı kısma inenler arasında “abla” yoktur; o bir başına, Taquile Adası’na dek, San Blas’tan aldığı, Qechua yerli kadınların ördüğü sıcacık yün beresi başında, eldivenleri ellerinde, yanağında minik bir tomar coca, Dünya’nın üzerinde tekne yüzebilen bu en yüksek gölü üzerinde, Aymara olmanın ne olabileceğinihayal ederek yolculuk eder.


İnecekleri, 280 m derinlikli minik limana yaklaşırken Sülema kıyıdaki kayalıkları göstererek, “%10 tuzlu su altta, üzeri tatlı su” der, “hafta sonları burası çamaşırhane oluyor”


Taş döşeli bir yolla tırmanıp, taraçalar halinde bahçelerden geçerek vardıkları, Dünyanın yuvarlaklığını tartışmasız sergileyen geniş ufukla denize bakan terasın, bir yanındaki uzun sedire sıralanan turistler, siyah pantolon, beyaz gömlek, ince motifli bere ve geniş bel kuşaklı adamı izlemeye başlarlar: Sülema’nın,bir kaktüs cinsi olduğunu söylediği Cuho bitkisini taş üzerinde taşla ezerek yeşilimsi macun haline getiren yerli, bir kap içinde eklediği suyla köpürtür, elindeki kirli yünü içine batırır çalkalar, çıkarır sıkar; kalanı, tertemiz doğal rengindeki yünden, silkelenince dökülen temizleyici “doğal deterjan, şampuan”dır.


Öte yanda, başı, beline dek siyah örtülü bir kadın tezgâhında yerde, bir sıra beyaz bir sıra siyah dar kuşak dokumakta: Sülema “…beyaz sıra koyun yünü, siyah sıra ise kadın saçı, evlenme yaşına geldiklerinde kadınlar saçlarını keserler, başlarını da o yüzden örterler” diye anlatır “erkekler ise, aile isimlerini incecik motiflerle birleştirip nakışlı kısmı örerler, kadının dokuduğuyla erkeğin ördüğü ortadan bitiştirilir; birlikte yaşamaya başlamadan yapılan bu seremoni evlilik yüzüğü gibi… Motifli kısım dışta kalıyor, saçın bulunduğu parça içte kalıyor, saç sert olduğundan erkeğin belini koruyor, taşıyıcı hayvan beslemiyorlar, her şeyi sırtlarında taşıdıklarından bele destek… Kuşak genellikle 2-3 yıl içinde sertliğini, işlevini yitiriyor, yenilenmesi gerekiyor. Çocuk saçı da kullanıyorlar, aile sahibi erkekler gösteriş için törenlerde karılarının saçından örgü postiş de kullanıyorlar.”


Meleğin Trompeti gibi kırmalı bebek berelerinin “…tepesi kahverengi olanı kız, beyaz olan erkek bebek için, kulaklığı iri olan bere liderler için, bekâr erkek üstü beyaz altı incecik çiçek motifli, bekâr kadın tümü çiçekli bere takar… Rengârenk püsküllü coca yaprağı taşıma heybesi aile sahibi erkekler için, çocuksuz erkek ciddiye alınmaz, selamlaştıktan sonra ve vedalaşıp ayrılırken birbirlerine coca yaprağı verirler. Coca kokain değil, en basit olarak asetona yatırarak elde ediyorlar ama kokain için uzun proses gerekli. Coca yaprağı %16 protein, %16 mineral içerdiğinden çok iyi bir besin, bir ilaç. Külle birlikte çiğnendiğinde alkoloidi bloke ediyor, bağımlılığı engelliyor. 2000 m’de yetiştiğinden burada pahalı.”


Kadınların ellerinde örekeler ha bire yün eğirip dokuduğu adada erkekler, ellerinde incecik şişler, boyunlarından attıkları ipler ve ceplere konmuş yumaklarla harıl harıl örgü örmekteler; “Kızları etkilemek için çok hızlı ve sıkı örüyorlar,” diye anlatır Sülema, “kız babası damat adayının ördüğü bereye su koyup dener, sızdırırsa geri çevirir; içinden bira bile içilecek kadar başarılısını seçmek için bereler arası yarışmalar yapılırmış, şampiyon iyi koca, iyi baba…”


Upuzun masada Birleşmiş Milletler karması turist tayfası, quinoa çorbası, balık şekilli güveçte alabalık, muna çayından mürekkep yemek bitiminde; tanıdık ritmle çalınan davula, trampet, flüt ilâvesiyle kulağa aşina müzik eşliğinde bir genç yere sapladığı bayrağı önünde yine tanıdık ayak hareketleriyle eli beli ardında dans eder. Başları siyah örtülü kadınlar, siyah pantolon, beyaz gömlek, cepkenli erkekler, müzik… nedense “abla” burada, bir Yunan adasındaymış duygusu içinde.


Yolları üzerinde, solmuş çiçeklerle kaplı, bazılarından parlak taşla işlenmiş gözlerin baktığı, harçsız ince taş kemerler altından geçerek 200 m tırmanan grup, -meydanın bir yanında fotomontaj gibi duran modern görünüşlü- belediye, kilise ile binlerce yıllık ortak belleğe kayıtlı muhteşem zenginlikteki el işi ürünlerini sattıkları kooperatifin çevrelediği, yaklaşık 4000 m’deki köy meydanına çıkar. Sülema, “City Hall’ü kullanan yok” der, “okula bilgisayar yollamış devlet, elektrik yok, insanların nasıl yaşadığını bilmiyorlar.”


Turistler geldiklerinin aksi yönde dar taş yolu izleyerek, kooperatife ait lokanta, folklor müzesi, birbirlerine uzaktan seslenerek haberleşen köylülerin inek ve koyunlarını otlattığı otlaklar, ekili taraçalar arasından, tembelliğe sevk eder diye taşıma hayvanı beslemeyip yüklerini limandan yukarı –inşaat için kereste, turistler için bira, cola- taşıyanlarla karşılaşarak, aşağıda teknelerin pirinç kadar göründüğü, 11 yıl öncesine dek adaya tek giriş noktası, çok dik limana basamaklarla iner, yine kooperatife ait teknelerle dönüşe geçerler.


Günün üçüncü, gezinin son rotası, otelde minik bir moladan sonra yollandıkları Sillustani mezarları: Otelin önündeki, kentin en eski ana caddesi üzerinde 1821’de yapılan tâkın altından geçerek yola koyulan gruba Sülema “Doktor işi organize ama” diye anlatmaya başlar, “halk şaman ve ebeye, doğal ilaçlara daha çok güveniyor; bazen bu tersine işliyor. Haziran’da çocuklarda zatürre, doğumlarda da plasenta temizlenmediğinden ya da çok yüksek tansiyon yüzünden ölümler oluyor.”


“Titicaca Gölü, 1986’da El Nino nedeniyle 3.5 metre yükseldi, deprem heyelan yok ama ya aşırı yağmurlar ya da kuraklıkla karşı karşıyayız.”


“Abla”nın usanmadan ısıttığı gölün dibindeki yapılar sorusuna Güneş Adası tarafında gölün daha sığ olduğu döneme ait bazı yapılara rastlandığını söyleyen Sülema, “Qechua erkekleri” der, “isyankâr yapılarından ötürü Aymara kadınlarıyla pek evlenmezler.” Kuzeye gelen İngiliz ve Almanlarla karışmışkıvırcık saçlı, yeşil gözlü, yakışıklı mestizo Qechua kocası ile üniversitede tanışmışlar, evlendiklerinde herkes şaşırmış. Kocası, evde patron Sülema’nın çalışkanlığını seviyormuş; “kadının evde patron olması genel bir durum, 6. duyusu sayesinde kadın daha geniş daha derin düşünebiliyor.” Kız tarafının Aymara, oğlan tarafının İspanyolca konuştuğu düğünde alkol alınana kadar hiç kontak olmamış.


Yağmur bulutlarının abandığı Umayo Gölü kıyısındaki Sillustani mezarları alanına tırmanırken soluk soluğa kalan gruba Sülema “4200 m’deyiz, Peru’da zirve” der, basınç farkının beden üzerindeki etkileri üzerine,“biz de Amazon’a indiğimizde duşa girmiş gibi terliyoruz, bitkin oluyoruz.”


“Burası sadece mezarlık, niçin? Göl kıyısı hayatın başlangıcı, bir neden de enerji, burada manyetizma çok güçlü hissedilir, pusulalar çalışmaz.”


Inca öncesinde görülen ters konik mezarlardan, alanın dik kenarına çakılmış gibi duran en büyüğüne 12 kişiyle birlikte gömülen Inca kralının mezarı önünden yürüyüp hızlanmaya başlayan yağmurda Ay Tapınağıharabelerine, ardından yanı başındaki, ilk üç –yılan, condor, puma- basamağı orijinal Güneş Tapınağı’na varana dek epeyce ıslanan gruba Sülema, “mevsimin ilk yağmuru, bunda ıslanmak bizim için çok önemlidir” der; “21 Mayıs’ta Samanyolu kayboluyor, 21 Haziran’da basamakların bittiği yerden tapınağın merkezine gün ışığı düşüyor, ardından gökte yeniden Samanyolu beliriyor.”


Seri yağmurda defterini koruma çabasıyla not alamadığından detayını kaçırdığı meteorit ile bağlantısı olsa gerek pas rengi toprak yolla mezarlıktan çıkarken, bel çantasında her daim taşıdığı mıknatısı adım başı kontrol eden “abla” hep aynı sonucu varır; burada Kuzeyi bulmak, sabitlemek olanaksız!


Ertesi sabah ülkeye dönüşe geçecek olan, günün yoğun programı üzerine yağmur da yemiş grup otele dönerken, platoda muhteşem yağmur resimleri içinde sessizce yol alır.

“Abla”nın burçdaşı Sema’nın objektifinden:

https://picasaweb.google.com/101792565612279317346/PeruBolivyaGezisi10Gun6Eylul2011#

Hiç yorum yok: