10 Eylül 2010, Cuma sabahı, Kyoto'dan ayrılıp Tokyo'ya yönelen grup, Hakone'ye gitmek için yol üzerindeki Atami'de inmek amacıyla, son kez kurşun trene biner.
Rehberin, istasyona yolculuk sırasında anlattıkları: "4 sayısını sevmezler, ölümü çağrıştırdığından. 7, 8 zenginlik, uzun ömür demek."
"...Bonsai, ciddi konsantrasyon gerektiren bir iş. 11. yy'da bir savaşçı kaya arasına sıkışmış bir bitki görüyor, onu yerinden ayırmadan kendi şartlarında bakıyor, çocuk büyütmek gibi, müdahale etmeden yönlendirerek... İyi bonsaiciler hangi kökün hangi dalı beslediğini bilerek budar. Özal döneminde Japonların hediyesi 1300 sakura, Göksu Parkı'na dikilmiş ama tümü kurumuş..."
İstasyonda, dükkânların önünde, genizden, incecik sesleriyle çığırtkanlık yapan genç kızlar arasından, seri biçimde perona ulaşan grup Hikari 464 ile 8:56'da yola koyulur. İnecekleri 4. istasyondan bir önceki, rehberin demesine göre "Shizuoka, ülkenin en çok çay üretilen kenti, ve kanser oranının en düşük olduğu yer."
11:00'de, büyük otellerin yerleştiği dağlık Atami'de inen, farbelalı perde, kristal tavan lambası ve aplikleriyle pek şık otobüse yerleşip Aşi krater gölü kıyısındaki Hakone'ye yollanan gruba rehber, "Hakone, Tokyo'nun haftasonu termal merkezi, insanlar sokaklarda yukata ve takunya ile dolaşır," diye anlatır, "Batı tarzı bir büyük otelde, bu alışkanlığı sürdüren yaşlı bir Japon'u uyardıklarına tanık olmuştum"
Otobüsün, ara sıra buluta dalıp, dolanarak yükseldiği yolun kenarları, bir park kadar bakımlı ağaçlarla, bambu ormanlarıyla sarılı. Yaklaşık 950 m. yükseklikteki, -şekli ayağa benzediğinden (aşi: ayak)- Aşi Gölü (Aşiko) kıyısındaki Hakone'den, "...önceden rezervasyon yaptırdığımız teleferiğe bineceğiz" diye anlatır rehber, "burada herşey rezervasyonla; bu yüzden, Türkiye'nin yarısı kadar ülkede, iki katı nüfusla hiç karışıklık olmadan, düzenli biçimde yaşıyorlar"
Komagateke Ropeway denilen teleferiğe binen grup, 1800 m.lik yolu, dağlara çökelmiş bulutlar arasından 8 dakikada alarak, deniz seviyesinden 1327 m. yükseklikteki gözlem noktasına ulaşır. Taraçada, -buharlaşmanın az, havanın soğuk olduğu dar bir zaman aralığı dışında kendini göstermeyen, (sönmüş volkan)- Fujiyama'yı fotoğraflamak ne kelime!.. Katılımcılar, birbirlerinin fotoğrafını bile zar zor çekerken, gözlem dürbünleri önüne yerleştirdikleri, teleferik bileti üzerindeki Fujiyama fotoğrafı epey neşeye yol açar.
Teleferik dönüş noktasında çok sayıda bedensel engelli görüp soruşturan "abla"ya rehber, "evlerde tutulmazlar, hayatın içindedirler, çok iyi bakılırlar" yanıtını verir. Eşcinselliğe karşı tutumlarını bilmek istediğinde "hoşgörülü oldukları" yanıtını alır. Cinsel taciz sorusu, "var elbette, metroda bir olay yaşanmıştı, bir kadın tacize uğradığını iddia etti, mahkemelik oldular, o ara erkekler elleri görünecek şekilde, havada yürüdüler hep, kadınlar için de, Green Car denen bir vagon ayrıldı, fiyatı biraz daha pahalı... İdam cezası... bir adam anaokulu basıp 6 çocuğu bıçakladı, çocukluğumdan beri hayalim bu okulda okumaktı, babamın parası yetmedi, gelip öldürdüm dedi, onu idamla yargıladılar."
17. yy.da, Tokaido kontrol noktalarından önemli biri olan Hakone'den tekneye binip Aşi Gölü'ne açılan grup, geride bıraktıkları manzarayı fotoğraflarken, havanın pusuna meydan okuyan turuncu parlak rengiyle sudan yükselen güzel Şinto kapısı, ardındaki, ağaçlar arasında belli belirsiz, turuncu sütunlu küçük bir tapınağa gidenlere, hafif meyilli iskeleyle yol gösterir.
2.5 saat sürecek Tokyo yolculuğuna başlayan gruba rehber, metro haritası dağıtırken "Tokyo tam bir metropoldür," der, "mimarî açıdan mükemmel bir şehir, sırf müzelerle ilgili toplu biletler iki parmak kalınlığında..."
Rehberin, "İmparator 1933, karısı, un fabrikatörünün kızı, 1934 doğumlu, kocamın yemeklerini ben yapacağım deyince kıyamet koptu... İmparator saray bahçesindeki sembolik bahçeye pirinç eker, pirinç mevsimini açar, imparatoriçe ipek böcekçiliğiyle ilgilenir" bilgisiyle dağıttığı fotoğraflar elden ele geçirilerek incelenir.
Mola'da, tuvaletlerin sayısı -rehberin "sizi şaşırtabilir"- dediği kadar var: Bir köşede paravanla ayrılmış, minik lavabosu ve pisuvarıyla çok şirin küçük oğlan tuvaleti, pedagog teyzenin ilgisini hakederek özenle fotoğraflanır. Önü, altında çanta koyma yeri bulunan raflı makyaj aynaları, yeterli sayıda çok işlevsel el kurutma düzeneği, el yıkama köpüğü de sensörlü lavabolar, giriş/çıkışında tahsilât yapılmaksızın temiz tuvaletler, "abla"ya kalırsa insana saygının en temel göstergesi.
Kokusuna çekilip yanaştıkları büfeden, satıcı kadının, göstergesini "abla"nın göreceği şekilde yerleştirdiği tartıya koyup sattığı (130 gr=550 yen) bizimkine göre daha yuvarlak, göbeği çizilmiş, buhar püskürtülerek kebap yapılmış kestane, küçük grubun onayıyla çok lezzetli bulunur.
Şehrin önemli merkezlerinden biri Shinjuku'da, Tokyo Belediye Binası'na bakan, geniş caddeler, bahçeler arasında hiç de rahatsızlık vermeden yükselen çok katlı otellerine ulaşan, oda anahtarları yanında, şehrin metro haritası, otelin yakın çevresinin krokisi, bir de kartının bulunduğu zarflarını alıp odalara dağılan grup, daha sonra, gece görüntüsü için Belediyenin 45. katına çıkmak üzere yeniden bir araya gelir.
Şehrin, baktıkları yönündeki binaların, gündüz ve gece görüntüleri üzerine isimleri yazılı panoları izlerken gördükleri yapılar arasında "abla"nın gönlünü çalan, Tasarım Okulu binası Cocoon olur. Gezi notları aldığı defterine, 10.9.10 tarihli "buradan baktım" yazılı olduğunu sandıkları damgayı da basar, Tokyo'yu gezecekleri ertesi güne hazırlık için dinlenmek üzere odalarına çekilirler.
29 Eylül 2010 Çarşamba
26 Eylül 2010 Pazar
"Abla" grubu, Japonya'daki altıncı -bayramın ilk- günlerinde, Kyoto'da gezerler.
9 Eylül 2010, Perşembe sabahı, katılımcıları otobüste, "dün Nakazato'dan rica ettim, bize macadamia'lı çikolata ile yatsuhaşi getirmiş, bir de Türkiye'den teyzenin getirdiği lokum var" diyerek karşılayan rehber ikramları yapar; grup bayramlaşırken Nijo Kalesi'ne varırlar.
Su bendiyle çevrili, taş duvarlı kalenin ilk kapısı sade, ikincisi süslü: "1600 tarihli şogun kalesinin öncesinde de, burada bir kale vardı, 1800'lü yıllarda önemli bir karargâh..." Ayakkabılar çıkarılarak girilen, basıldıkça özel biçimde döşenmiş zeminin kuş gibi cıvıldaması, güvenlik amaçlı bir tür alarm... "Duvar resimlerindeki hayvanlar, belli ki, bunları hiç görmemiş ressamlarca çizilmiş. İnce bez, tutkalla incecik tuvaller haline getirilir, altın varakla sıvanır, sonra eskitilerek resimlenir."
İyi dilek ve hediye sunum odası; "çam ağacı -matsunoki- varak zemin, işlemeli tavana yakın ahşap oyma paneller, odalar arası havalandırma amaçlı, resimler pastel tonlu, pencerelerde hafiflik ve deprem düşünülerek kâğıt kullanılıyor, kirlenince değiştiriyorlar. Paneller açıldığında, şogun, bahçeyi en geniş açıdan seyredebiliyor. Kano Tanyu resimde bir ekol, halâ sürüyor." Oymalarda "tavuskuşu çok kıymetli..."
"Hediye gelenekleri sürer; okazukai dedikleri bir şey var, yolluk gibi; babaanne uzağa giden torununa, diyelim 10.000 yen vermişse bunun %7'si torunun, %3'ü babaanneye hediyedir. Para zarfa ya da mendil içine konarak verilir."
Bekleme odası; "toplu ziyaretlerde kabul, belli bir hiyerarşiye göre... birden fazla derebeyi geldiğinde başka başka odalara alınırlardı, birden çok bekleme odası vardır. Şogunluk babadan oğula geçer, 7-10-18 yaşında şogunlar var, tabii arkalarında naipler..."
Kabul odası, "şoguna en yakın oturan page boy, onun suikaste karşı yakın koruması, eskiden panellerin arkası da samuray doluymuş... Şogunluğun bitişi, 1867'de bu odadan, son şogunun ağzından ilân edildi."
Şogun'un ofisi, "Duvar resimlerini Kano ekolünden başka bir ressam yapmış, kendine yakın olanları kabul ettiği, dinlendiği odadır, dört kadın hizmet eder. Kadınlar, kuşaklarındaki kamayı, baskın anında boğazına saplar, kendini koruma ya da intihar amaçlıdır."
Grubun dikkatini önceki odalarda gördükleri, havalandırma amaçlı oymalara çeken rehber "her iki yönde farklı konular işlenmiştir" der, "meşe ve selvi çok kullanılıyor, belli standarttaki ağaçlar 10-20 yıldır çok azalmış, eskiden çapı 1 metreyi aşan ağaçlar varken şimdi yok, Tayland'dan ithâl edilenleri ise kullanmadan 20 yıl bekletmek gerekiyormuş."
Silahların alıkonduğu oda, "Şogunun iki ayrı boyda iki kılıcı var, kılıcı ruhu demek, statü belirler, marifete göre, önce küçük sonra büyük kuşanılır, şogun'un kılıcına kazara çarpmak ölümle cezalandırılır."
Şogun'un imparatorun ulağını kabul ettiği oda, "bir tek burada şogun, konuğundan aşağıda oturur."
Ayakkabılarını giyip, şapkalı, formalı pırıl pırıl öğrencilerin doldurduğu bahçeye inen grup, kayalarla çevrili, nilüferli göleti, minik şelaleleri, kışın donmasın diye pirinç yapraklarıyla sarmalanan palmiyeyi fotoğraflarlar.
Grup fotoğrafı sonrasında, etraflarını saran, tüm fotoğraflarda -ille de- "V" işareti yapan Japon öğrencilerin öğretmeni, Türkiye'den geldiklerini öğrenince, sempatiyle "so far!" der. "Abla"nın, 7 Ocak 2010 akşamı katıldığı, Japonya Başkonsolosu'nun, 120. yılında, Ertuğrul Fırkateyni faciası nedeniyle paylaşılan acı ile, THY'nın Irak savaşından kurtardığı Japonların vefa duygularını belirttiği açılış konuşmasıyla ilişkilendirdiği bu ilgi, gezinin geri kalanında da "Turko!" olduklarını öğrenen herkesten sevgi saygı biçiminde yansıyacak...
"Nijo Kalesi'nde bahçe ile 2500 metrekarelik alanda, Honmaru denen gezdiğimiz bölüm dışında, 1912'ye dek imparator ailesinin kullandığı Ninomaru isimli yazlık saray var. Savaşta ofis olarak kullanılmış sonra müze olmuş."
Otobüsten, yıldız şeklinde traşlanmış tepeyi gösteren rehber, "8. ayın 17'si, Daimonji Festivali'nde, orada odunlar yığılır yakılır, Tanrı maketi omuzlarda taşınır, geiko ve maikolar giyinir süslenir, yürürler." diye anlatır.
1397'de 8. şogun Yoşimitsu'nun yaptırttığı Kinkaku-ji, Altın Tapınak, üç katlı, alt katı Zen tarzı döşenmiş, üç kez Nobel adayı olmuş Mişima'nın üst bürokrat babasının "ben bu Dünyada, Altın Tapınak'tan güzel birşey görmedim" dediği kadar var. "1950'de bir üniversite öğrencisi, intihar niyetiyle Altın Tapınak'ı yaktı. Gerekçesi, bu güzellik karşısında kendisinden nefret ettiği... idi. Mahkeme, aşağılık kompleksi içinde hareket ettiğine karar verdi."
"Zen Budizm'i öğrenmek isteyen Amerikalı bir kadınla evlenen Dr. Suzuki'nin yazıları sayesinde Batı, Zen Budizm'le tanıştı. Bu bir tarikat, bir yaşam biçimidir, kutsal metin yoktur, Tanrı yok, aklı da erteler, bu yüzden din değildir, yol göstermez, sınırlamaz; içinizi iki pürüzsüz aynanın birbirine bakışında gördüğü gibi yansıtabilirseniz özgürlüğe kavuşabilirsiniz, der. Amaç akıldaki şalteri indirip herşeye önyargısız bakabilmek... Ama hiçbir hoca şöyle yap, böyle yap demez, sinyaller verir, o kadar... Canlı sayısınca yol, yöntem olduğundan, kişinin kendi kaynaklarını değerlendirmesini bekler... Sezgiye yatırım yaptığından samuraylar arasında çok tutulmuştur. Kılıcınızı ne kadar hızlı çekerseniz ölüm size o kadar uzaktır, derler. Türkçede bu konuda en iyi kitaplar Yol Yayınları'ndan çıkmıştır, çeviriler de yazılanlar kadar iyi... "
Bahçede, min. 400 yıllık bir ağacın destekle nasıl korunduğunu fotoğraflayan grup, -kütükle geçilebilen birini, minik bir pagodanın süslediği-, kayalık, ağaçlı ufak adalar arasında iri Japon balıklarının yüzdüğü gölet kıyısında para atılan kaya oyuğunu, şogunun, nişini canlı bir ağacın süslediği çok sade çay odasını, söğüt kabuğu döşeli ufacık çatının altındaki taş koltuğu görür.
Otobüsle öğle yemeğine giderken, "Sumo'culara gelince" der rehber, "Sumo yalnızca bir spor, bir güç gösterisi değil, bir ritüel... 200 kiloluk adamlar, günde 2000 kez çöküp kalkarlar. Elitin izlediği bir spordur, biletleri min. 350 TL'dir. Başlamadan izleyicilere doğru tuz savurup, kutsar. Yakuza ile çok sıkı ilişkisi vardır. Uzun bir masanın bir ucuna oturur, kenarı boyunca dizilmiş, et, tavuk, balık tabaklarını önüne doğru ittirirler. Havayollarında özel koltuk, tuvalet düzenlenir, hatta popolarını yıkayan kızlar bile var... Yaşamları çok disiplinlidir. Kalp problemleri yüzünden 30'lu yaşlarında bırakıyorlarmış. Son zamanlarda Japonların yerini Hawaili, Moğol güreşçiler almış, güreşleri Moğollar kazanıyormuş. Popüler değil ama kıymetli bir spor..."
Öğle yemeği, Japon fondüsü de denilen Şabu Şabu, ismini, incecik et dilimlerinin, masanın ortasındaki tencerede, kayanamakta olan suya atılışı/yenilişi sırasında çıkan, şapırtılı sesten alan bir yemek. (Şabu şabu, argoda, damardan uyuşturucu almak anlamına geliyormuş.) Rehber, masa masa dolaşarak, etlerin şöyle bir çevrilerek pişirildiğini, suya daha sonra sebzeler atıldığını, minik kaplardaki, soyalı, susam ezmeli soslara banarak nasıl yenildiğini uygulayarak anlatır. Her daim pirincin eşlik ettiği yemeğin arkasından, Takao'nun, -gevrek pirinç unu yufkasına sarılmış, tarçınlı fasülye ezmesi- yatsuhaşi'si yenir.
Grup, http://www.phototravels.net/kyoto/zen-gardens-nanzen-ji.html adresinde güzel resimlerinin görülebileceği Zen bahçesine yol alırken, "Shirakava Nehri, sayfiye türü yerleşimlerin mahâli" diye anlatır rehber, "kutsal Hiei Dağı dolayısıyla, bu yöre Zen Budistlerin merkezidir. Tapınak demelerine karşın Nanzen-ji tapınak değil; 14. yy'da, imparator Kameyama sarayındaki hayaletlerden çok rahatsız olur, bir rahip meditasyonlar yaparak sarayı temizleyince, ona büyük bir ev hediye eder."
Japonların, sakuranın tersine, yapraklarının kızarışını, Kuzey'den Güney'e izledikleri akçaağaç bahçesinden geçerek, bir öğrencinin projesine göre yapılmış, Biva Gölü'nden su taşıyan kemerler ardından eve ulaşan grup ayakkabılarını çıkarır; 500 yen verip, açık panoların sergilediği minik şelaleli bahçeyi seyreden çiftin bulunduğu odaya girmeyip, yere oturamayan yabancılar için düzenlenmiş, duvar saatli, Türk halılı, masa ve altı sandalyeyle döşeli oda önünden geçer, gri seramik kiremit döşeli akar çatının örttüğü verandaya dağılır, bir zaman, fonunda bulutlu tepeyle çok güzel, yer yer yosun, çimenle renklenmiş, serili çakılla desenli bahçeye bakarlar.
Gezi, resimli panoların böldüğü pek çok huzur odası, kanepeli bir başka kabul odası, bahçede taş fenerler, göletler, çiçek öbekleri, kutsal su arınma yalakları, oluklardan yere suyu sakince indiren çan figürlü zincirler geride bırakılarak sona erer.
Bir sonraki durak, 15 dakika süren, kimonodan çok zarafet defilesi ile, Kimono Okulu; üst katta, erbabının hayran kalacağı tekstil alışverişi sürerken, "abla" ile kardeşleri alt katta değişik nebatın satıldığı reyonu incelerler; kendilerine uzun uzun açıklamalar yapan tezgâhtarlardan, -biraz merak, biraz da nezaketen, ne olduğunu pek de anlamadıkları- iki paket sebze (?) almak isteyen kardeşlere, kadınların, -belli ki durumu sezerek-, küçük paketleri önerip satmaları, dürüstlükleri ile ilgili pek güzel bir gösterge sayılsa gerektir.
Otobüsle geçtikleri köprüden, nehir kıyısında jimnastik yapan bir grup okul çocuğunu gösteren rehber, "okul sistemi bizdeki gibi, anaokulundan itibaren sınavla, ada ülkesi olduklarından mı nedir, dil eğitimi kötü... Londra'da dil okullarında 70.000 Japon okuyor" diye anlatır, "Son zamanlarda bebeklerini doğumda terkeden anneler artmış, hastanelere bebek odaları yapmışlar, bebek bırakıldıktan bir kaç dakika, bırakan uzaklaşacak kadar bir süre sonra, alarm çalıyor, soruşturmadan alıp bakıyorlar, doğurganlık çok düşük, bebek kıymetli..."
Akşam yemeğini, (Kyoto'da Geiko, Tokyo'da Geisha Evi) O-chaya'da yemek üzere yola koyulan, -beyleri mütebessim- gruba, rehberin anlattıkları: "Başlangıcı 11.yy'a dek uzanır, çayhaneler samurayların sosyalleşmesi için... köylüler çok fakir, kızlarını çayhaneye veriyorlar, kızlar burada şiir, şarkı öğreniyor, genel kültür ediniyor, evli samurayları karıları teşvik ediyor, kızlardan moda hakkında birşeyler öğrenip gelip anlatsın diye... çayhaneden bir kız almak onur meselesi, 14-15 yaşında kızın, ailesiyle birlikte karar verilir, 20 yaşına dek maiko'dur, kazancı, evin annesine, okami'ye gider, ev değiştirilmez, sadakat esastır. Sonra geiko (Tokyo'da geisha) olurlar. Bizdeki imajı yanlıştır. Özel yemeklerde eşlik ederler, sosyal dayanışmada aracıdırlar, saygındırlar; A beye hizmet eden kıza B bey el koymaz, cinsellik kadının onayı olmadan asla gerçekleşmez. Sevgili olarak da ayrılıp gidemez... Bu evler kayıtlıdır, çok ciddi, sabır gerektiren eğitimi var. Artık kızlar yapmak istemiyorlar."
Küçük güzel bir Zen bahçesi içinden, irice taşlara basarak ulaştıkları, yerden yüksek, panoların bahçeden ayırdığı mekâna, tatami döşeli sade odaya ayakkabılarını çıkararak giren, yer masaları çevresine, arkalıklı ayaksız sandalyelere yerleşen gruba ilk servis -tüm yolculukta olduğu gibi- sıcak, mis kokulu, ıslak havlu ve sürahiyle bardaklara buzlu su, ardından yeşil çay...
Sake siparişi verilirken, kırmızı ruj ve pembe farlı yüzleri beyaz boyalı, kimonolu, bir maiko Tanewakasan, bir geiko Miehinasan, yanlarında şamisen çalgıcısı çok yaşlı bir hanımla gelir, masalara dağılırlar.
Masanın başındaki "abla"nın minik sake kadehini, boşalmasına fırsat kalmadan doldurup, "iç" işareti yapan çalgıcı hanımın bu davranışının nedeni; rehberin anlattığına göre "Japonya'da gelenektir, insanlar karşılıklı birbirlerinin içki kadehlerini doldururlar."
"Abla" grubuna yakın oturan, katılımcıların en genci güzel kızın yanına zarifçe ilişen Tanewaka, sınırlı İngilizcesiyle onu çok güzel bulduğunu belirterek, yumuşacık konuşmasıyla sohbet başlatır; 16 yaşından beri maiko, şimdi 19 yaşında olduğunu, 20 yaşına gelince geiko olacağını anlatır, "ayda iki kez senin gibi giyiniyorum" der, onun dışında, eğitimi, yaşamı, geleneksel giysi, saç ve makyajla sürüyormuş.
Yemek sürer; yeşil yoğun sıvıda altta patlıcan, üzerinde sebze püresi, onun da üzerinde incecik bir dilim balık, başka bir kapta bir damla altın varaklı pişmiş bir dilim havuç, pirinç, bir başka balık, sebze, tatlı, her biri farklı, kapaklı kapaksız, bazısı ayaklı porselen, toprak, ahşap kaplarda, kapak içleri bile motifli... Yiyecekler, o küçücük kaplarda, ya yaprak ya da kâğıt üzerinde, yanında ya minik bir dal kır çiçeği, ya bir gül goncası; daha minik kaplar soslar için. "Abla"nın gördüğü yemekten çok resim; bu yüzden, bu çok özel mutfağın yemeklerini anlatma işine soyunmaz bile; bir tek, okurunu, tabağın kenarına konan küçük yeşil öbeğin, hardal efektiyle çok acı, soya sosuyla karıştırılınca muhteşem bir sos olan, -Japonya'da ölen eski kız arkadaşından miras kızıyla (Ryoko Hirosue) başı belâda polisin (Jean Reno), eğlenceli hikâyesini anlatan Luc Besson filmine adını veren- wasabi konusunda uyarmayı boynunun borcu bilir.
Derken, bu kez Miehina, "abla"nın karşısına, kardeşlerinin arasına katılır; ismini sorduklarında lâtin alfabesiyle yazar, "abla"nın ricasını kırmaz, defterine Japon alfabesine göre bir kez daha yazar. Anlamını bilmek istediklerinde "beautiful" olduğunu söyleyince, "abla" nın, Türkçe'deki karşılığını yazıp kendisine verdiği kağıdı, kimonosunun göğsüne yerleştirir, bin teşekkürle masadan ayrılır.
18:30'da başlayan yemeğin sonlarına doğru, çalgıcı hanımın şamisenle çalıp söylediği sararmış yapraklardan sözeden hüzünlü aşk şarkısına, zarif hareketlerle dans eden Miehina; Gion Bölgesi'nden sözeden şarkıya da, bir bölümü dizler üzerinde, sözlerle uyumlu, yumuşacık dansıyla Tanewaka eşlik eder.
Yere yayılan kırmızı örtü üzerinde, kızların ortasında fotoğraf çektirme faslı da sona erdiğinde sıra, günün son atraksiyonuna gelir: Şamisenin ritmik melodisi eşliğinde, kızlarla karşılıklı, yere konan ayaklı, yastıklı küçük masa üzerinde, yuvarlak bir objenin sırayla konup kaldırıldığı, boş masaya elini yumruk yapmadan koyanın yandığı eğlenceli oyun, oynayanlar kadar izleyenleri de eğlendirir.
Su bendiyle çevrili, taş duvarlı kalenin ilk kapısı sade, ikincisi süslü: "1600 tarihli şogun kalesinin öncesinde de, burada bir kale vardı, 1800'lü yıllarda önemli bir karargâh..." Ayakkabılar çıkarılarak girilen, basıldıkça özel biçimde döşenmiş zeminin kuş gibi cıvıldaması, güvenlik amaçlı bir tür alarm... "Duvar resimlerindeki hayvanlar, belli ki, bunları hiç görmemiş ressamlarca çizilmiş. İnce bez, tutkalla incecik tuvaller haline getirilir, altın varakla sıvanır, sonra eskitilerek resimlenir."
İyi dilek ve hediye sunum odası; "çam ağacı -matsunoki- varak zemin, işlemeli tavana yakın ahşap oyma paneller, odalar arası havalandırma amaçlı, resimler pastel tonlu, pencerelerde hafiflik ve deprem düşünülerek kâğıt kullanılıyor, kirlenince değiştiriyorlar. Paneller açıldığında, şogun, bahçeyi en geniş açıdan seyredebiliyor. Kano Tanyu resimde bir ekol, halâ sürüyor." Oymalarda "tavuskuşu çok kıymetli..."
"Hediye gelenekleri sürer; okazukai dedikleri bir şey var, yolluk gibi; babaanne uzağa giden torununa, diyelim 10.000 yen vermişse bunun %7'si torunun, %3'ü babaanneye hediyedir. Para zarfa ya da mendil içine konarak verilir."
Bekleme odası; "toplu ziyaretlerde kabul, belli bir hiyerarşiye göre... birden fazla derebeyi geldiğinde başka başka odalara alınırlardı, birden çok bekleme odası vardır. Şogunluk babadan oğula geçer, 7-10-18 yaşında şogunlar var, tabii arkalarında naipler..."
Kabul odası, "şoguna en yakın oturan page boy, onun suikaste karşı yakın koruması, eskiden panellerin arkası da samuray doluymuş... Şogunluğun bitişi, 1867'de bu odadan, son şogunun ağzından ilân edildi."
Şogun'un ofisi, "Duvar resimlerini Kano ekolünden başka bir ressam yapmış, kendine yakın olanları kabul ettiği, dinlendiği odadır, dört kadın hizmet eder. Kadınlar, kuşaklarındaki kamayı, baskın anında boğazına saplar, kendini koruma ya da intihar amaçlıdır."
Grubun dikkatini önceki odalarda gördükleri, havalandırma amaçlı oymalara çeken rehber "her iki yönde farklı konular işlenmiştir" der, "meşe ve selvi çok kullanılıyor, belli standarttaki ağaçlar 10-20 yıldır çok azalmış, eskiden çapı 1 metreyi aşan ağaçlar varken şimdi yok, Tayland'dan ithâl edilenleri ise kullanmadan 20 yıl bekletmek gerekiyormuş."
Silahların alıkonduğu oda, "Şogunun iki ayrı boyda iki kılıcı var, kılıcı ruhu demek, statü belirler, marifete göre, önce küçük sonra büyük kuşanılır, şogun'un kılıcına kazara çarpmak ölümle cezalandırılır."
Şogun'un imparatorun ulağını kabul ettiği oda, "bir tek burada şogun, konuğundan aşağıda oturur."
Ayakkabılarını giyip, şapkalı, formalı pırıl pırıl öğrencilerin doldurduğu bahçeye inen grup, kayalarla çevrili, nilüferli göleti, minik şelaleleri, kışın donmasın diye pirinç yapraklarıyla sarmalanan palmiyeyi fotoğraflarlar.
Grup fotoğrafı sonrasında, etraflarını saran, tüm fotoğraflarda -ille de- "V" işareti yapan Japon öğrencilerin öğretmeni, Türkiye'den geldiklerini öğrenince, sempatiyle "so far!" der. "Abla"nın, 7 Ocak 2010 akşamı katıldığı, Japonya Başkonsolosu'nun, 120. yılında, Ertuğrul Fırkateyni faciası nedeniyle paylaşılan acı ile, THY'nın Irak savaşından kurtardığı Japonların vefa duygularını belirttiği açılış konuşmasıyla ilişkilendirdiği bu ilgi, gezinin geri kalanında da "Turko!" olduklarını öğrenen herkesten sevgi saygı biçiminde yansıyacak...
"Nijo Kalesi'nde bahçe ile 2500 metrekarelik alanda, Honmaru denen gezdiğimiz bölüm dışında, 1912'ye dek imparator ailesinin kullandığı Ninomaru isimli yazlık saray var. Savaşta ofis olarak kullanılmış sonra müze olmuş."
Otobüsten, yıldız şeklinde traşlanmış tepeyi gösteren rehber, "8. ayın 17'si, Daimonji Festivali'nde, orada odunlar yığılır yakılır, Tanrı maketi omuzlarda taşınır, geiko ve maikolar giyinir süslenir, yürürler." diye anlatır.
1397'de 8. şogun Yoşimitsu'nun yaptırttığı Kinkaku-ji, Altın Tapınak, üç katlı, alt katı Zen tarzı döşenmiş, üç kez Nobel adayı olmuş Mişima'nın üst bürokrat babasının "ben bu Dünyada, Altın Tapınak'tan güzel birşey görmedim" dediği kadar var. "1950'de bir üniversite öğrencisi, intihar niyetiyle Altın Tapınak'ı yaktı. Gerekçesi, bu güzellik karşısında kendisinden nefret ettiği... idi. Mahkeme, aşağılık kompleksi içinde hareket ettiğine karar verdi."
"Zen Budizm'i öğrenmek isteyen Amerikalı bir kadınla evlenen Dr. Suzuki'nin yazıları sayesinde Batı, Zen Budizm'le tanıştı. Bu bir tarikat, bir yaşam biçimidir, kutsal metin yoktur, Tanrı yok, aklı da erteler, bu yüzden din değildir, yol göstermez, sınırlamaz; içinizi iki pürüzsüz aynanın birbirine bakışında gördüğü gibi yansıtabilirseniz özgürlüğe kavuşabilirsiniz, der. Amaç akıldaki şalteri indirip herşeye önyargısız bakabilmek... Ama hiçbir hoca şöyle yap, böyle yap demez, sinyaller verir, o kadar... Canlı sayısınca yol, yöntem olduğundan, kişinin kendi kaynaklarını değerlendirmesini bekler... Sezgiye yatırım yaptığından samuraylar arasında çok tutulmuştur. Kılıcınızı ne kadar hızlı çekerseniz ölüm size o kadar uzaktır, derler. Türkçede bu konuda en iyi kitaplar Yol Yayınları'ndan çıkmıştır, çeviriler de yazılanlar kadar iyi... "
Bahçede, min. 400 yıllık bir ağacın destekle nasıl korunduğunu fotoğraflayan grup, -kütükle geçilebilen birini, minik bir pagodanın süslediği-, kayalık, ağaçlı ufak adalar arasında iri Japon balıklarının yüzdüğü gölet kıyısında para atılan kaya oyuğunu, şogunun, nişini canlı bir ağacın süslediği çok sade çay odasını, söğüt kabuğu döşeli ufacık çatının altındaki taş koltuğu görür.
Otobüsle öğle yemeğine giderken, "Sumo'culara gelince" der rehber, "Sumo yalnızca bir spor, bir güç gösterisi değil, bir ritüel... 200 kiloluk adamlar, günde 2000 kez çöküp kalkarlar. Elitin izlediği bir spordur, biletleri min. 350 TL'dir. Başlamadan izleyicilere doğru tuz savurup, kutsar. Yakuza ile çok sıkı ilişkisi vardır. Uzun bir masanın bir ucuna oturur, kenarı boyunca dizilmiş, et, tavuk, balık tabaklarını önüne doğru ittirirler. Havayollarında özel koltuk, tuvalet düzenlenir, hatta popolarını yıkayan kızlar bile var... Yaşamları çok disiplinlidir. Kalp problemleri yüzünden 30'lu yaşlarında bırakıyorlarmış. Son zamanlarda Japonların yerini Hawaili, Moğol güreşçiler almış, güreşleri Moğollar kazanıyormuş. Popüler değil ama kıymetli bir spor..."
Öğle yemeği, Japon fondüsü de denilen Şabu Şabu, ismini, incecik et dilimlerinin, masanın ortasındaki tencerede, kayanamakta olan suya atılışı/yenilişi sırasında çıkan, şapırtılı sesten alan bir yemek. (Şabu şabu, argoda, damardan uyuşturucu almak anlamına geliyormuş.) Rehber, masa masa dolaşarak, etlerin şöyle bir çevrilerek pişirildiğini, suya daha sonra sebzeler atıldığını, minik kaplardaki, soyalı, susam ezmeli soslara banarak nasıl yenildiğini uygulayarak anlatır. Her daim pirincin eşlik ettiği yemeğin arkasından, Takao'nun, -gevrek pirinç unu yufkasına sarılmış, tarçınlı fasülye ezmesi- yatsuhaşi'si yenir.
Grup, http://www.phototravels.net/
Japonların, sakuranın tersine, yapraklarının kızarışını, Kuzey'den Güney'e izledikleri akçaağaç bahçesinden geçerek, bir öğrencinin projesine göre yapılmış, Biva Gölü'nden su taşıyan kemerler ardından eve ulaşan grup ayakkabılarını çıkarır; 500 yen verip, açık panoların sergilediği minik şelaleli bahçeyi seyreden çiftin bulunduğu odaya girmeyip, yere oturamayan yabancılar için düzenlenmiş, duvar saatli, Türk halılı, masa ve altı sandalyeyle döşeli oda önünden geçer, gri seramik kiremit döşeli akar çatının örttüğü verandaya dağılır, bir zaman, fonunda bulutlu tepeyle çok güzel, yer yer yosun, çimenle renklenmiş, serili çakılla desenli bahçeye bakarlar.
Gezi, resimli panoların böldüğü pek çok huzur odası, kanepeli bir başka kabul odası, bahçede taş fenerler, göletler, çiçek öbekleri, kutsal su arınma yalakları, oluklardan yere suyu sakince indiren çan figürlü zincirler geride bırakılarak sona erer.
Bir sonraki durak, 15 dakika süren, kimonodan çok zarafet defilesi ile, Kimono Okulu; üst katta, erbabının hayran kalacağı tekstil alışverişi sürerken, "abla" ile kardeşleri alt katta değişik nebatın satıldığı reyonu incelerler; kendilerine uzun uzun açıklamalar yapan tezgâhtarlardan, -biraz merak, biraz da nezaketen, ne olduğunu pek de anlamadıkları- iki paket sebze (?) almak isteyen kardeşlere, kadınların, -belli ki durumu sezerek-, küçük paketleri önerip satmaları, dürüstlükleri ile ilgili pek güzel bir gösterge sayılsa gerektir.
Otobüsle geçtikleri köprüden, nehir kıyısında jimnastik yapan bir grup okul çocuğunu gösteren rehber, "okul sistemi bizdeki gibi, anaokulundan itibaren sınavla, ada ülkesi olduklarından mı nedir, dil eğitimi kötü... Londra'da dil okullarında 70.000 Japon okuyor" diye anlatır, "Son zamanlarda bebeklerini doğumda terkeden anneler artmış, hastanelere bebek odaları yapmışlar, bebek bırakıldıktan bir kaç dakika, bırakan uzaklaşacak kadar bir süre sonra, alarm çalıyor, soruşturmadan alıp bakıyorlar, doğurganlık çok düşük, bebek kıymetli..."
Akşam yemeğini, (Kyoto'da Geiko, Tokyo'da Geisha Evi) O-chaya'da yemek üzere yola koyulan, -beyleri mütebessim- gruba, rehberin anlattıkları: "Başlangıcı 11.yy'a dek uzanır, çayhaneler samurayların sosyalleşmesi için... köylüler çok fakir, kızlarını çayhaneye veriyorlar, kızlar burada şiir, şarkı öğreniyor, genel kültür ediniyor, evli samurayları karıları teşvik ediyor, kızlardan moda hakkında birşeyler öğrenip gelip anlatsın diye... çayhaneden bir kız almak onur meselesi, 14-15 yaşında kızın, ailesiyle birlikte karar verilir, 20 yaşına dek maiko'dur, kazancı, evin annesine, okami'ye gider, ev değiştirilmez, sadakat esastır. Sonra geiko (Tokyo'da geisha) olurlar. Bizdeki imajı yanlıştır. Özel yemeklerde eşlik ederler, sosyal dayanışmada aracıdırlar, saygındırlar; A beye hizmet eden kıza B bey el koymaz, cinsellik kadının onayı olmadan asla gerçekleşmez. Sevgili olarak da ayrılıp gidemez... Bu evler kayıtlıdır, çok ciddi, sabır gerektiren eğitimi var. Artık kızlar yapmak istemiyorlar."
Küçük güzel bir Zen bahçesi içinden, irice taşlara basarak ulaştıkları, yerden yüksek, panoların bahçeden ayırdığı mekâna, tatami döşeli sade odaya ayakkabılarını çıkararak giren, yer masaları çevresine, arkalıklı ayaksız sandalyelere yerleşen gruba ilk servis -tüm yolculukta olduğu gibi- sıcak, mis kokulu, ıslak havlu ve sürahiyle bardaklara buzlu su, ardından yeşil çay...
Sake siparişi verilirken, kırmızı ruj ve pembe farlı yüzleri beyaz boyalı, kimonolu, bir maiko Tanewakasan, bir geiko Miehinasan, yanlarında şamisen çalgıcısı çok yaşlı bir hanımla gelir, masalara dağılırlar.
Masanın başındaki "abla"nın minik sake kadehini, boşalmasına fırsat kalmadan doldurup, "iç" işareti yapan çalgıcı hanımın bu davranışının nedeni; rehberin anlattığına göre "Japonya'da gelenektir, insanlar karşılıklı birbirlerinin içki kadehlerini doldururlar."
"Abla" grubuna yakın oturan, katılımcıların en genci güzel kızın yanına zarifçe ilişen Tanewaka, sınırlı İngilizcesiyle onu çok güzel bulduğunu belirterek, yumuşacık konuşmasıyla sohbet başlatır; 16 yaşından beri maiko, şimdi 19 yaşında olduğunu, 20 yaşına gelince geiko olacağını anlatır, "ayda iki kez senin gibi giyiniyorum" der, onun dışında, eğitimi, yaşamı, geleneksel giysi, saç ve makyajla sürüyormuş.
Yemek sürer; yeşil yoğun sıvıda altta patlıcan, üzerinde sebze püresi, onun da üzerinde incecik bir dilim balık, başka bir kapta bir damla altın varaklı pişmiş bir dilim havuç, pirinç, bir başka balık, sebze, tatlı, her biri farklı, kapaklı kapaksız, bazısı ayaklı porselen, toprak, ahşap kaplarda, kapak içleri bile motifli... Yiyecekler, o küçücük kaplarda, ya yaprak ya da kâğıt üzerinde, yanında ya minik bir dal kır çiçeği, ya bir gül goncası; daha minik kaplar soslar için. "Abla"nın gördüğü yemekten çok resim; bu yüzden, bu çok özel mutfağın yemeklerini anlatma işine soyunmaz bile; bir tek, okurunu, tabağın kenarına konan küçük yeşil öbeğin, hardal efektiyle çok acı, soya sosuyla karıştırılınca muhteşem bir sos olan, -Japonya'da ölen eski kız arkadaşından miras kızıyla (Ryoko Hirosue) başı belâda polisin (Jean Reno), eğlenceli hikâyesini anlatan Luc Besson filmine adını veren- wasabi konusunda uyarmayı boynunun borcu bilir.
Derken, bu kez Miehina, "abla"nın karşısına, kardeşlerinin arasına katılır; ismini sorduklarında lâtin alfabesiyle yazar, "abla"nın ricasını kırmaz, defterine Japon alfabesine göre bir kez daha yazar. Anlamını bilmek istediklerinde "beautiful" olduğunu söyleyince, "abla" nın, Türkçe'deki karşılığını yazıp kendisine verdiği kağıdı, kimonosunun göğsüne yerleştirir, bin teşekkürle masadan ayrılır.
18:30'da başlayan yemeğin sonlarına doğru, çalgıcı hanımın şamisenle çalıp söylediği sararmış yapraklardan sözeden hüzünlü aşk şarkısına, zarif hareketlerle dans eden Miehina; Gion Bölgesi'nden sözeden şarkıya da, bir bölümü dizler üzerinde, sözlerle uyumlu, yumuşacık dansıyla Tanewaka eşlik eder.
Yere yayılan kırmızı örtü üzerinde, kızların ortasında fotoğraf çektirme faslı da sona erdiğinde sıra, günün son atraksiyonuna gelir: Şamisenin ritmik melodisi eşliğinde, kızlarla karşılıklı, yere konan ayaklı, yastıklı küçük masa üzerinde, yuvarlak bir objenin sırayla konup kaldırıldığı, boş masaya elini yumruk yapmadan koyanın yandığı eğlenceli oyun, oynayanlar kadar izleyenleri de eğlendirir.
23 Eylül 2010 Perşembe
"Abla" grubu, Japonya'daki beşinci günlerinde, Nara'ya gider.
İstanbul'dan, damadın, -aynasına, Japonya'dan gelme safe driving muskası asılı- yeni arabasıyla Kuzey Ege'deki evine yaptıkları yolculukta, coPilot kızının, dibinden geçtikleri koskoca Balıkesir tabelasını boşlayıp, cep telefonundan aktardığı enformasyonla, nasıl yol aldıklarını gözlemek, yol boyu "abla"yı pek eğlendirir.
8 Eylül 2010, Çarşamba sabahı, Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Nara'ya yollanan gruba rehberin anlattıkları: "Çay töreni bir ritüel, 14. yy'dan bu yana, hangi bölgenin çayı en güzel yarışmaları yapılır, 468 yabanî çay türü var, en önemli Çay Okulu Urasenke fidan bulur, izler. Maccha denen çayın, en üstteki ilk yaprağı çok değerli, imparatora gidiyor. 710-790 yıllarında aristokrasi Çin'den çok şey alıyor. Bir rahip eğitim alıp döndüğünde, "bu çay öyle bir bitkidir ki başınız ağrısa ağrısını geçirir" diyor, Şogun'un tedavisinden sonra da iyice ünleniyor. Her genç kızın çay törenini bilmesi gerekiyor. Samuraylar için çay törenleri çok özel, çayevlerinde şarkılar söylenir, şiirler okunurmuş; yaşamlarını kiraz çiçeğine benzetiyorlar, çok güzelken bir esintide kiraz yaprakları nasıl uçar, samuraylar da hiç beklemezken ölümle karşılaşıyorlar. Aileler şimdilerde, bir çayevini kapatıyor, pahalı bir hoca tutuyor, bahçeye bakarak ikram yapıyorlar, meditasyon gibi... Çay bizdeki gibi kavrulup fermente edilmiyor; su fokurdarken kapatılır, ısısı 75-80 dereceye düşünce yavaşça dökülür, 3-4 dakika demlenir."
Uji'ye varan grup, 12'şerli iki gruba ayrılarak, küçük, güzel bir bahçe içindeki eve, girişte, Japonya'da pekçok yerde -okullar, tapınaklar, hastaneler...- olduğu gibi, ayakkabılarını çıkararak girer: 90x180 cm tatami döşeli zemin üzerine, eğitimsiz dizleri elverdiği ölçüde çökerek çepeçevre dizilir, çay seremonisi amaçlı, çok sade odada, makimono denen aile yadigârı kaligrafik panonun asıldığı, dibinde ikebana ile düzenlenmiş minik bir vazo bulunan nişin önünde, eğitimi 10 yıl süren zarif hareketlerle çay servisine hazırlanan hanımı izlemeye başlarlar.
Kimonosunun kol yenlerinden, kuşağından çıkardığı -her birinin amacı farklı- bembeyaz bezlerle kapları silen hanım suyu hazırlar, yeşil toz çayı kaselere koyup özel bir fırçayla çırparken, bir başkası, daldan düşen çiçek isimli yeşil renkli, yuvarlak, lezzetli bir tatlı sunar. Takımlar 5'er kişilik, kaseler ayrı desen ve renklerde... "selamla öne konan kase sol elle alınır, avuca yerleştirilir" diye anlatır rehber, "sağdan sola iki kez çevrilerek, ikram sırasında önünüze gelen motifin dışa bakması sağlanır, kabı resimleyen ustaya beğeni ve saygı belirtilir, evsahibinin konukseverliği övülür, daha sonra çay içilir."
Diğer grup çay seremonisi için içeri girerken, basamak amaçlı geniş yumuşacık kayaya basarak hasır minderli sekiye geçip ayakkabılarını giydikten sonra bahçeye inen "abla" grubu, beklerken, yağmurla puslu nehir kenarında yürür, fotoğraf çeker.
Rehberin gruba sürprizi, Budist Byodoin Tapınağı'na giderken dikkatlerini çeken, evlerin duvarlarına dayalı, yaklaşık 1 metre yüksekliğindeki, yay gibi eğilmiş bambu panoların, yağmura ve köpeklerin işemesine karşı ahşap duvarı koruma amaçlı, pencerelere asılı hasırların ise ısı yalıtımı için olduğunu öğrenirler.
On kuruşların arkasında resmi olan (Byodo=eşitlik, hoin= zümrüdüanka) tapınağın çatıları, gri (yüksek ısıda pişmiş) seramik kiremitle örtülü; nilüferli havuz çevresi, çiçekler, Fuji denen mor salkım çardakları, yaseminle örülü geniş bir duvarla sarılı. Tapınağa ait ahşap boyalı kapıların, heykellerin, takıların sergilendiği müzenin görevlisi hanım, ilk kez Türk grup tarafından ziyaret edildiklerini, bir sonraki gelişlerini bildirirlerse, İngilizce broşür hazır edeceğini söyler.
Müzenin, çok sade düzenlenişi ile ilgili, rehber bir örnek verir: "Topkapı Sarayı'ndan gelen tepesi saatli, zümrütlü kamayı, dönen pleksi levhada dikey olarak çok güzel sergilediler, duyurusunu da günler önceden yaptılar, ilk gün 17.000 kişi gördü."
Uji'den 40-45 dakika uzaklıktaki "...Nara, 710-790 arası, ilk yerleşik başkent, sonra Kyoto, en son Edo (Tokyo)... M.Ö. 11 Şubat 661'den, 700'lere dek 125 imparator var. İmparatora, yarı Tanrı, yarı insan anlamında tenno diyorlar. Japonya oligarşik demokrasi, imparator sembolik, gonga vurur senatonun açılışını yapar, o kadar..."
Kasuga Tapınağı, eskileri, üzerleri yosun kaplı 2000'inden fazla, -bağışçının adının mor renkle yazılı olduğu, 15 Ağustos'ta ve 2-3-4 Şubat'ta yakılan- taş fenerle dolu bahçelerle çevrili. İç bahçedeki çardağın önündeki listeye, yıllara göre mor salkım boyları işlenmiş. Takao ile ince ince hesaplayarak bildirdiği -2005'te en uzun mor salkım 1.72 m.- tarihi, "imparator değiştikçe yılların adı değişir" diye açıklar rehber, "diyelim imparator Ali'nin iktidarının 13. yılında doğmuşsan, sen, Ali 13 doğumlusun"
Gülmeyen, fotoğraf çektirmeyen, saçı mor salkım figürüyle süslü tokalı dinî okul öğrencisi kızlardan alınan biletle geçilen yapının, "...anne, baba ve 2 oğuldan oluşan 4 Şinto Tanrısı'nın yaşadığı yer olduğuna inanılıyor. Tapınakta, vaftiz, nikâh dışında, nazara karşı ya da kendini iyi hissetmeyenlerin kutsandıkları küçük törenler yapılıyor. Arındıktan sonra rahip sırayla iki omuzuna dokunur, gonga vurulur, okunan duaları onlar da anlamaz; Budizm'de aracı yok, gider, eğilir, arınır, dönersin."
Bedenine sarılı eski halata dizili beyaz kedimerdivenlerinin kutsal alanı gösterdiği, 23 m. yüksekliğinde, 8 metre çaplı anıt ağaçtan sonra rastladıkları flamalar, altın (yeni), döküm (eski) fenerler, sağlı sollu taraçalara dizili içki fıçıları, bağışçılarının isimlerini taşımakta.
Video'da gösterilen evlenme töreninde gelinin başındaki, "kıskançlık boynuzlarını saklama başlığı" imiş, "yüz, duyguları gizleme amacıyla beyaza boyanır." Hep güzel bir ahşap kokusunun eşlik ettiği yürüyüş sonunda, çatıların, özgün saz örtüsünün yapılış-döşenişiyle ilgili video gösterimi ve panoları önünden bahçeye geçen grup, para attıkları otomattan aldıkları bisküviyi, etraflarına toplanan geyiklere ikram ederken, beyaz gömlek, siyah pantalonlu üç ortaokul öğrencisi oğlanın -öğretmenlerinin verdiği İngilizce ödevi için yardım arayıp- kıvrandığını gören rehber, önceki gelişlerinden bildiği durumu gruba aktarınca, üç beş satırlık mesajın da istendiği ödevler kolayca tamamlanır.
Öğle yemeği ardından grup, Japonya'nın en büyük Buda'sının olduğu, ahşap Todaiji Tapınağı'na gider. Bir çok yangın geçirmesine ve üç kez yeniden -bazı değişikliklerle- yapılmasına karşın muhteşem tapınak, Budist Kegon Tarikatı'na adanmış. "Bir delikanlı" diye anlatır rehber, "aydınlanma yolculuğuna çıkar, bu yolda 53 kişiyle karşılaşır, öğrendiklerini Kegon=çiçek demeti olarak adlandırır."
Devasa ahşap kapının sağında solunda iyiliğin, korkunç ifadeli bekçileri, neredeyse yarım metre yüksekliğindeki, hastalık, pislik ve kötülüğü engelleyen eşiği aşanları gözlemekte. Sakura bahçesinden geçen yolla, arınma mangalından saçılan tütsü dumanı ardından kalabalık tapınağa ulaşanları, girişin sağında, kırmızı solmuş elbisesiyle oturmuş, -rehbere göre kışın boynuna atkı takılan- Buda karşılar.
Şinto, Budizm çatışmasının yoğun olduğu dönemde, Kegon Tarikatı'nın gövde gösterisi olarak, imparatorluk bütçesini sarsma pahasına, ülkedeki tüm metal ve değerli şeyler toplanarak 752'de tamamlanan tapınağın ortasında, lotüsler, meyveler, hediye ve yanan mumlar ardında oturan, belden altı 8. yy'dan kalma devasa Buda heykelinin gözleri 1'er metre genişliğinde. Sol el göğe açık, sağ el, dilekleri -gökten alıp- gerçekleştirerek sahiplerine yansıtır biçimde, bir de "bu Dünya'da korkacak hiç bir şey yok!" anlamında dik durmakta. "Solda ve sağda Bodisatva Buda var, paralar bitince koruyucu Tanrılar yapılamamış, sonradan iki tane eklenmiş..." Girişin sağındaki sütunun altındaki "delikten geçebilenin cennete gideceğine inanılıyor"; bir grup okul öğrencisi kuyruk olmuş, ite kaka şanslarını denemekte...
50 yen'e mum yakıp dilek tutan "abla" kızkardeşince fotoğraflanırken, öğretmenlerinin kendi paralarını atmalarını tenbihlediği öğrenciler, tapınağı, Buda'yı selamlayarak, sakince terkederler.
Grup göl kenarında fotoğraf çekerken, bir geyiğin yere yıkıldığını gören görevliler, bir araca nazikçe koydukları hayvanı tedavi için götürürler.
Kyoto'ya dönüşte, 19:00'dan sonra vardıklarından, Japon mutfağının esrarengiz nebatatını barındıran bir kaç dükkân dışında kapalı Nişiki Pazarı'na gözatıp, daha hareketli Teramachi Caddesi'ne giden "abla" grubu, gezinirken Turkish Restaurant Cappadocia'yaya rastlarlar.
Caddenin çıkışına yakın Japon lokantası Watami'ye giren, yönlendirildikleri üst katta, çıkardıkları ayakkabıları, bir yanı yivli el kadar tahta "anahtar"ların açıp kapadığı metal dolaplara koyarlar. Yerden bir-iki karış yüksek masanın altına bir çukur yaparak hem görünüşü kurtaran, hem de "diz çökerek oturma" özürlüsü müşterilerini mutlu eden lokantanın menüsünden, kendisine en tanıdık gelen, fırında kremalı pirinci çok lezzetli bulan (418 yen) "abla" gibi, grubun diğer üyeleri de siparişlerinden memnun kalır.
Masanın yanında hiçbir şeyle bağlantısı yokmuş gibi masumca duran, ısrarla basmasına koşan garsondan -neyse ki- hesap istedikleri beyaz düğme, "abla"yı pek şaşırtır.
Yatmaya gitmeden uğradıkları otelin barı Haven'da birer kokteyl içerken gözledikleri, yan masada içtikçe samimiyetin arttığı grupta, birbirleriyle güreşir gibi şakalaşan Japonlar, rehberin sözünü ettiği, "geleneksellikleri yanında en ekstrem uluslardandır, hep uç noktalardadırlar; bir adam çok çalışmaktan öldü, ailesi devlete tazminat davası açtı, iyi de para aldılar, bunun üzerine devlet fazla mesai işini ele almaya karar verdi." diye anlattığı durumun yorduğu insanlardan olsalar gerek...
8 Eylül 2010, Çarşamba sabahı, Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Nara'ya yollanan gruba rehberin anlattıkları: "Çay töreni bir ritüel, 14. yy'dan bu yana, hangi bölgenin çayı en güzel yarışmaları yapılır, 468 yabanî çay türü var, en önemli Çay Okulu Urasenke fidan bulur, izler. Maccha denen çayın, en üstteki ilk yaprağı çok değerli, imparatora gidiyor. 710-790 yıllarında aristokrasi Çin'den çok şey alıyor. Bir rahip eğitim alıp döndüğünde, "bu çay öyle bir bitkidir ki başınız ağrısa ağrısını geçirir" diyor, Şogun'un tedavisinden sonra da iyice ünleniyor. Her genç kızın çay törenini bilmesi gerekiyor. Samuraylar için çay törenleri çok özel, çayevlerinde şarkılar söylenir, şiirler okunurmuş; yaşamlarını kiraz çiçeğine benzetiyorlar, çok güzelken bir esintide kiraz yaprakları nasıl uçar, samuraylar da hiç beklemezken ölümle karşılaşıyorlar. Aileler şimdilerde, bir çayevini kapatıyor, pahalı bir hoca tutuyor, bahçeye bakarak ikram yapıyorlar, meditasyon gibi... Çay bizdeki gibi kavrulup fermente edilmiyor; su fokurdarken kapatılır, ısısı 75-80 dereceye düşünce yavaşça dökülür, 3-4 dakika demlenir."
Uji'ye varan grup, 12'şerli iki gruba ayrılarak, küçük, güzel bir bahçe içindeki eve, girişte, Japonya'da pekçok yerde -okullar, tapınaklar, hastaneler...- olduğu gibi, ayakkabılarını çıkararak girer: 90x180 cm tatami döşeli zemin üzerine, eğitimsiz dizleri elverdiği ölçüde çökerek çepeçevre dizilir, çay seremonisi amaçlı, çok sade odada, makimono denen aile yadigârı kaligrafik panonun asıldığı, dibinde ikebana ile düzenlenmiş minik bir vazo bulunan nişin önünde, eğitimi 10 yıl süren zarif hareketlerle çay servisine hazırlanan hanımı izlemeye başlarlar.
Kimonosunun kol yenlerinden, kuşağından çıkardığı -her birinin amacı farklı- bembeyaz bezlerle kapları silen hanım suyu hazırlar, yeşil toz çayı kaselere koyup özel bir fırçayla çırparken, bir başkası, daldan düşen çiçek isimli yeşil renkli, yuvarlak, lezzetli bir tatlı sunar. Takımlar 5'er kişilik, kaseler ayrı desen ve renklerde... "selamla öne konan kase sol elle alınır, avuca yerleştirilir" diye anlatır rehber, "sağdan sola iki kez çevrilerek, ikram sırasında önünüze gelen motifin dışa bakması sağlanır, kabı resimleyen ustaya beğeni ve saygı belirtilir, evsahibinin konukseverliği övülür, daha sonra çay içilir."
Diğer grup çay seremonisi için içeri girerken, basamak amaçlı geniş yumuşacık kayaya basarak hasır minderli sekiye geçip ayakkabılarını giydikten sonra bahçeye inen "abla" grubu, beklerken, yağmurla puslu nehir kenarında yürür, fotoğraf çeker.
Rehberin gruba sürprizi, Budist Byodoin Tapınağı'na giderken dikkatlerini çeken, evlerin duvarlarına dayalı, yaklaşık 1 metre yüksekliğindeki, yay gibi eğilmiş bambu panoların, yağmura ve köpeklerin işemesine karşı ahşap duvarı koruma amaçlı, pencerelere asılı hasırların ise ısı yalıtımı için olduğunu öğrenirler.
On kuruşların arkasında resmi olan (Byodo=eşitlik, hoin= zümrüdüanka) tapınağın çatıları, gri (yüksek ısıda pişmiş) seramik kiremitle örtülü; nilüferli havuz çevresi, çiçekler, Fuji denen mor salkım çardakları, yaseminle örülü geniş bir duvarla sarılı. Tapınağa ait ahşap boyalı kapıların, heykellerin, takıların sergilendiği müzenin görevlisi hanım, ilk kez Türk grup tarafından ziyaret edildiklerini, bir sonraki gelişlerini bildirirlerse, İngilizce broşür hazır edeceğini söyler.
Müzenin, çok sade düzenlenişi ile ilgili, rehber bir örnek verir: "Topkapı Sarayı'ndan gelen tepesi saatli, zümrütlü kamayı, dönen pleksi levhada dikey olarak çok güzel sergilediler, duyurusunu da günler önceden yaptılar, ilk gün 17.000 kişi gördü."
Uji'den 40-45 dakika uzaklıktaki "...Nara, 710-790 arası, ilk yerleşik başkent, sonra Kyoto, en son Edo (Tokyo)... M.Ö. 11 Şubat 661'den, 700'lere dek 125 imparator var. İmparatora, yarı Tanrı, yarı insan anlamında tenno diyorlar. Japonya oligarşik demokrasi, imparator sembolik, gonga vurur senatonun açılışını yapar, o kadar..."
Kasuga Tapınağı, eskileri, üzerleri yosun kaplı 2000'inden fazla, -bağışçının adının mor renkle yazılı olduğu, 15 Ağustos'ta ve 2-3-4 Şubat'ta yakılan- taş fenerle dolu bahçelerle çevrili. İç bahçedeki çardağın önündeki listeye, yıllara göre mor salkım boyları işlenmiş. Takao ile ince ince hesaplayarak bildirdiği -2005'te en uzun mor salkım 1.72 m.- tarihi, "imparator değiştikçe yılların adı değişir" diye açıklar rehber, "diyelim imparator Ali'nin iktidarının 13. yılında doğmuşsan, sen, Ali 13 doğumlusun"
Gülmeyen, fotoğraf çektirmeyen, saçı mor salkım figürüyle süslü tokalı dinî okul öğrencisi kızlardan alınan biletle geçilen yapının, "...anne, baba ve 2 oğuldan oluşan 4 Şinto Tanrısı'nın yaşadığı yer olduğuna inanılıyor. Tapınakta, vaftiz, nikâh dışında, nazara karşı ya da kendini iyi hissetmeyenlerin kutsandıkları küçük törenler yapılıyor. Arındıktan sonra rahip sırayla iki omuzuna dokunur, gonga vurulur, okunan duaları onlar da anlamaz; Budizm'de aracı yok, gider, eğilir, arınır, dönersin."
Bedenine sarılı eski halata dizili beyaz kedimerdivenlerinin kutsal alanı gösterdiği, 23 m. yüksekliğinde, 8 metre çaplı anıt ağaçtan sonra rastladıkları flamalar, altın (yeni), döküm (eski) fenerler, sağlı sollu taraçalara dizili içki fıçıları, bağışçılarının isimlerini taşımakta.
Video'da gösterilen evlenme töreninde gelinin başındaki, "kıskançlık boynuzlarını saklama başlığı" imiş, "yüz, duyguları gizleme amacıyla beyaza boyanır." Hep güzel bir ahşap kokusunun eşlik ettiği yürüyüş sonunda, çatıların, özgün saz örtüsünün yapılış-döşenişiyle ilgili video gösterimi ve panoları önünden bahçeye geçen grup, para attıkları otomattan aldıkları bisküviyi, etraflarına toplanan geyiklere ikram ederken, beyaz gömlek, siyah pantalonlu üç ortaokul öğrencisi oğlanın -öğretmenlerinin verdiği İngilizce ödevi için yardım arayıp- kıvrandığını gören rehber, önceki gelişlerinden bildiği durumu gruba aktarınca, üç beş satırlık mesajın da istendiği ödevler kolayca tamamlanır.
Öğle yemeği ardından grup, Japonya'nın en büyük Buda'sının olduğu, ahşap Todaiji Tapınağı'na gider. Bir çok yangın geçirmesine ve üç kez yeniden -bazı değişikliklerle- yapılmasına karşın muhteşem tapınak, Budist Kegon Tarikatı'na adanmış. "Bir delikanlı" diye anlatır rehber, "aydınlanma yolculuğuna çıkar, bu yolda 53 kişiyle karşılaşır, öğrendiklerini Kegon=çiçek demeti olarak adlandırır."
Devasa ahşap kapının sağında solunda iyiliğin, korkunç ifadeli bekçileri, neredeyse yarım metre yüksekliğindeki, hastalık, pislik ve kötülüğü engelleyen eşiği aşanları gözlemekte. Sakura bahçesinden geçen yolla, arınma mangalından saçılan tütsü dumanı ardından kalabalık tapınağa ulaşanları, girişin sağında, kırmızı solmuş elbisesiyle oturmuş, -rehbere göre kışın boynuna atkı takılan- Buda karşılar.
Şinto, Budizm çatışmasının yoğun olduğu dönemde, Kegon Tarikatı'nın gövde gösterisi olarak, imparatorluk bütçesini sarsma pahasına, ülkedeki tüm metal ve değerli şeyler toplanarak 752'de tamamlanan tapınağın ortasında, lotüsler, meyveler, hediye ve yanan mumlar ardında oturan, belden altı 8. yy'dan kalma devasa Buda heykelinin gözleri 1'er metre genişliğinde. Sol el göğe açık, sağ el, dilekleri -gökten alıp- gerçekleştirerek sahiplerine yansıtır biçimde, bir de "bu Dünya'da korkacak hiç bir şey yok!" anlamında dik durmakta. "Solda ve sağda Bodisatva Buda var, paralar bitince koruyucu Tanrılar yapılamamış, sonradan iki tane eklenmiş..." Girişin sağındaki sütunun altındaki "delikten geçebilenin cennete gideceğine inanılıyor"; bir grup okul öğrencisi kuyruk olmuş, ite kaka şanslarını denemekte...
50 yen'e mum yakıp dilek tutan "abla" kızkardeşince fotoğraflanırken, öğretmenlerinin kendi paralarını atmalarını tenbihlediği öğrenciler, tapınağı, Buda'yı selamlayarak, sakince terkederler.
Grup göl kenarında fotoğraf çekerken, bir geyiğin yere yıkıldığını gören görevliler, bir araca nazikçe koydukları hayvanı tedavi için götürürler.
Kyoto'ya dönüşte, 19:00'dan sonra vardıklarından, Japon mutfağının esrarengiz nebatatını barındıran bir kaç dükkân dışında kapalı Nişiki Pazarı'na gözatıp, daha hareketli Teramachi Caddesi'ne giden "abla" grubu, gezinirken Turkish Restaurant Cappadocia'yaya rastlarlar.
Caddenin çıkışına yakın Japon lokantası Watami'ye giren, yönlendirildikleri üst katta, çıkardıkları ayakkabıları, bir yanı yivli el kadar tahta "anahtar"ların açıp kapadığı metal dolaplara koyarlar. Yerden bir-iki karış yüksek masanın altına bir çukur yaparak hem görünüşü kurtaran, hem de "diz çökerek oturma" özürlüsü müşterilerini mutlu eden lokantanın menüsünden, kendisine en tanıdık gelen, fırında kremalı pirinci çok lezzetli bulan (418 yen) "abla" gibi, grubun diğer üyeleri de siparişlerinden memnun kalır.
Masanın yanında hiçbir şeyle bağlantısı yokmuş gibi masumca duran, ısrarla basmasına koşan garsondan -neyse ki- hesap istedikleri beyaz düğme, "abla"yı pek şaşırtır.
Yatmaya gitmeden uğradıkları otelin barı Haven'da birer kokteyl içerken gözledikleri, yan masada içtikçe samimiyetin arttığı grupta, birbirleriyle güreşir gibi şakalaşan Japonlar, rehberin sözünü ettiği, "geleneksellikleri yanında en ekstrem uluslardandır, hep uç noktalardadırlar; bir adam çok çalışmaktan öldü, ailesi devlete tazminat davası açtı, iyi de para aldılar, bunun üzerine devlet fazla mesai işini ele almaya karar verdi." diye anlattığı durumun yorduğu insanlardan olsalar gerek...
Etiketler:
Byodoin Tapınağı,
ikebana,
Kasuga Tapınağı,
Kegon Tarikatı,
Maccha,
makimono,
Nara,
Nişiki Pazarı,
tenno,
Todaiji Tapınağı
21 Eylül 2010 Salı
"Abla" grubu, Japonya'daki dördüncü günlerinde, Kyoto'ya geçer.
Bir gün önce Tepebaşı'nda Pera Müzesi kapısında buluşup, 3 Ekim'de sona erecek Japonya Medya Sanatları Festivali kapsamındaki sergileri dolaşan "abla" ile küçük kız kardeşi, düğmeli küçük bir panelde parmaklarını gezdirerek yaptıkları müziği kulaklıkla dinler, parfüm şişelerinden sıktıkları kokuyu koklattıkları sensörlerin ürettiği, her biri ayrı çiçek motiflerini izler; yanındaki masada üzerine konan nesne renginde resimlerden pano düzenleyen bir başka düzeneği, ötede, ekranına girilen motifi tişörte işleyen, bunu da naklen görüntüleyeni, karanlıkta, ellerle yönetilen gereçlerin yarattığı büyülü zemini, belli düzende düşen çelik bilyelerin armonisini, yumuşak plastik ağızlı müzik gerecini...çok eğlenceli bulurlar. Bir alt katta muhteşem manga çizimlerini içeren serginin altındaki katta oyunlar, onun da altında Japon resim sanatı Nihonga'nın en önemli temsilcilerinden Ikuo Hirayama'nın 40'tan fazla yolculuk yaptığı İpek Yolu'ndan, -Türkiye'den Ihlara, Efes, İstanbul...-, çok güzel resimlerin bulunduğu sergi, kızkardeşlere, bu güzelim ülkeyi bir kez daha yaşatır.
7 Eylül 2010, Salı sabahı, Ryokan oteldeki, bir tarafı -başın, ensenin terlemesini önlemek amacıyla- içine tohum konmuş yastıklı, yumuşacık yer yataklarından uyanıp birer yeşil çay içen kardeşler, denizin iyice yükseldiği, her gidişte farklı tapınağa yürürler. Dönüşte, 1.995 yen'e, yandan düğmeli sade biçimli Japon önlüğü alan "abla"nın küçük grubu, balık, pirinç, yosun içeren özgün Japon kahvaltısının, daha çok meyve kısmıyla ilgilenir.
Hiroşima'ya gidecek feribota kadar, görevli hanımın eşlik edip güleryüzle uğurladığı Kyoto yolcularına, "...Kiyomori isimli bir adam, kıyıda, suya dayanıklı turuncu boyalı, selvi ağacından Şinto kapısını yaptırır," diye anlatır rehber, "o dönem korsanlar, adalar arası ticareti baltalıyorlar. Kiyomori, korsanları da dahil ederek "tüm denizcilerin tanrısı bu adada oturuyor" diyor, böylece birlik ve gelişme sağlanıyor. ...Bu adanın en büyük sorunu erken kapanması, Japonlar akşam yemeklerini 18:00'de yerler. Adanın arka tarafında yerleşik 1500 kişi yaşar, 6 Budist tapınağı, 3-5 kişilik sınıflı bir de ilkokul vardır, istiridye tarımı yaparlar. "
"İmparator ailesinin geldiği söylenen Güneş Tanrıçası Amaterasu, kardeşinin kötü işlerinden yılıp bir mağaraya saklanıyor, Tanrılar çıkmasını sağlamak için mağara kapısına bir ayna koyuyorlar, bu gelenek tapınak girişlerine konan yuvarlak metal ya da aynayla sürdürülüyor. Amaterasu'nun evi İse Tapınağı'nda, imparatorluk nikâh törenleri en saf biçimde yapılıyor. Yalnızca prens, prenses ve dini görevlilerin katıldığı törende, ilk çocuk oğlan olsun diye, gelinin karnına sasaki dallarıyla vurdular. Prenses Masako, 4-5 yıl sonra -aşk çocuğu anlamına- kızı Ayko'yu doğurdu. Tarihte 9 imparatoriçe var, 1868'de taht kızlara yasaklandı, yasayı tam kızlara göre değiştireceklerdi ki, 40 yaşındaki eltisi bir oğlan doğurdu..."
Binecekleri -bu kez Nozomi 204- Kurşun Treni beklerken Hiroşima İstasyonu'nda dolaşan "abla" grubu, kapısında orijinal sinyal lambasıyla çok şirin, oyuncak trenlerle ilgili akla gelebilecek herşeyin yanısıra, kondüktör şapkaları da satılan dükkân ile karşısına kurulu oyun parkına gözatarlar.
11:37'de hareket edip, rehberin çerez ikramına bira ekleyerek yaptıkları yolculukla 13:14'te Kyoto'ya varan grup, Kyoto İstasyonu'nun 1 otel, 1000'den fazla restoran barındıran devasa binasındaki bir İtalyan restoranında öğle yemeği yer, Budist, 33 kez/aşama/görünüm anlamına Sanjusen-Gen-do Tapınağı'na giderler:
"33, reenkarnasyonun bitiş sayısıdır, kişi 33 görünümle Dünya'ya gelir gider. Ortada lotüs üzerinde oturan Buda'nın 11 sağ 11 sol kolu var, aydınlanıp ışığa karışmış olduğu için başında hare yok, ardındaki 1001 Buda heykelinin başından ışınlar çıkması, onların aydınlanmaya birer adım kalmış Bodisatva'lar olduklarını gösterir. Diğer yanlarda Yön Tanrıları ve muhafızlar var. Tapınak son halini 1333'te aldı. Ok yarışmaları bir ritüeldir. 3 gün aralıksız 24 saat ok atarlar. ...Yarışmada 15 yaşında bir oğlan 120 metre ok atmış, binanın boyunu böyle saptamışlar."
"Budizm her insanın içinde bir tohum vardır, kiminde kıvılcım bir çakar aydınlanır, kimi çalışıp meditasyonlarla ulaşır, kimi hiç ulaşamaz der. Konfüçyüs, itaat, sadakat ve ataya saygı başta kurallarla yaşamayı önerir; Tao, kurallar kondukça insanın özünden uzaklaştığını, kirlendiğini söyler. Şogun döneminde, ana-babaya itaatsizlik ve şiddet, patrona saygısızlık, bir de zimmete para geçirmenin cezası ölümdü."
Kyomizu-dera (Kutsal Su) Budist Tapınağı, ejderli arınma yalağı önünden geçen grup, "beylerin, eşlerinden başka hanımlarla birlikte olmamalarını garantiye alan" zincirle bağlı metal takunyaların başında epeyce eğlenir.
Aşağıda, sıraya girmiş bir çok kişinin ulaşmayı beklediği, yukarıdan akan kutsal Üç Su Çeşmesi'ne bakan, Sahne denen taraça, sık bitki örtüsüyle muhteşem bir manzara sergilemekte. Japonlar birşeyi çok istediklerinde "...kendimi, tapınağın sahnesinden atacak kadar çok..." derlermiş.
Yağmur altında, irili ufaklı birkaç kutsal mekân arasından geçip, gözleri kapalı bir genç kızın, halatla çevrili bir taşa ulaşmaya çalıştığı küçük platforma varan gruba, rehberin anlattıkları: "Halatla çevrili taşlar arası 18 m., birine dokunduktan sonra, gözleri kapalı diğerine ulaşıp dokunan, hayatının aşkını bulurmuş"
Kutsal su kuyruğunu geçip, yağmurla puslu, taze toprak kokulu bahçeler arasında ilerlerken rastladıkları, kırmızı minik birer önlük bağlanmış irili ufaklı taş kabartmaların "0-1 yaş arası ölen bebeklerin koruyucu Buda'sına..." olduğunu aktaran rehber, "eskiden gömme vardı, sonra ölülerini yakmaya başladılar, küller kavanozlarda saklanıyor" diye anlatır; "Ağustos'un 15'inde, Obon gününde Ohaka mairi denen mezar ziyaretleri yaparlar."
Akşam yemeği, seyahat acentesinden bir güzellik: Bir yakitori restoranında tavuk çöp şiş ve bira.
7 Eylül 2010, Salı sabahı, Ryokan oteldeki, bir tarafı -başın, ensenin terlemesini önlemek amacıyla- içine tohum konmuş yastıklı, yumuşacık yer yataklarından uyanıp birer yeşil çay içen kardeşler, denizin iyice yükseldiği, her gidişte farklı tapınağa yürürler. Dönüşte, 1.995 yen'e, yandan düğmeli sade biçimli Japon önlüğü alan "abla"nın küçük grubu, balık, pirinç, yosun içeren özgün Japon kahvaltısının, daha çok meyve kısmıyla ilgilenir.
Hiroşima'ya gidecek feribota kadar, görevli hanımın eşlik edip güleryüzle uğurladığı Kyoto yolcularına, "...Kiyomori isimli bir adam, kıyıda, suya dayanıklı turuncu boyalı, selvi ağacından Şinto kapısını yaptırır," diye anlatır rehber, "o dönem korsanlar, adalar arası ticareti baltalıyorlar. Kiyomori, korsanları da dahil ederek "tüm denizcilerin tanrısı bu adada oturuyor" diyor, böylece birlik ve gelişme sağlanıyor. ...Bu adanın en büyük sorunu erken kapanması, Japonlar akşam yemeklerini 18:00'de yerler. Adanın arka tarafında yerleşik 1500 kişi yaşar, 6 Budist tapınağı, 3-5 kişilik sınıflı bir de ilkokul vardır, istiridye tarımı yaparlar. "
"İmparator ailesinin geldiği söylenen Güneş Tanrıçası Amaterasu, kardeşinin kötü işlerinden yılıp bir mağaraya saklanıyor, Tanrılar çıkmasını sağlamak için mağara kapısına bir ayna koyuyorlar, bu gelenek tapınak girişlerine konan yuvarlak metal ya da aynayla sürdürülüyor. Amaterasu'nun evi İse Tapınağı'nda, imparatorluk nikâh törenleri en saf biçimde yapılıyor. Yalnızca prens, prenses ve dini görevlilerin katıldığı törende, ilk çocuk oğlan olsun diye, gelinin karnına sasaki dallarıyla vurdular. Prenses Masako, 4-5 yıl sonra -aşk çocuğu anlamına- kızı Ayko'yu doğurdu. Tarihte 9 imparatoriçe var, 1868'de taht kızlara yasaklandı, yasayı tam kızlara göre değiştireceklerdi ki, 40 yaşındaki eltisi bir oğlan doğurdu..."
Binecekleri -bu kez Nozomi 204- Kurşun Treni beklerken Hiroşima İstasyonu'nda dolaşan "abla" grubu, kapısında orijinal sinyal lambasıyla çok şirin, oyuncak trenlerle ilgili akla gelebilecek herşeyin yanısıra, kondüktör şapkaları da satılan dükkân ile karşısına kurulu oyun parkına gözatarlar.
11:37'de hareket edip, rehberin çerez ikramına bira ekleyerek yaptıkları yolculukla 13:14'te Kyoto'ya varan grup, Kyoto İstasyonu'nun 1 otel, 1000'den fazla restoran barındıran devasa binasındaki bir İtalyan restoranında öğle yemeği yer, Budist, 33 kez/aşama/görünüm anlamına Sanjusen-Gen-do Tapınağı'na giderler:
"33, reenkarnasyonun bitiş sayısıdır, kişi 33 görünümle Dünya'ya gelir gider. Ortada lotüs üzerinde oturan Buda'nın 11 sağ 11 sol kolu var, aydınlanıp ışığa karışmış olduğu için başında hare yok, ardındaki 1001 Buda heykelinin başından ışınlar çıkması, onların aydınlanmaya birer adım kalmış Bodisatva'lar olduklarını gösterir. Diğer yanlarda Yön Tanrıları ve muhafızlar var. Tapınak son halini 1333'te aldı. Ok yarışmaları bir ritüeldir. 3 gün aralıksız 24 saat ok atarlar. ...Yarışmada 15 yaşında bir oğlan 120 metre ok atmış, binanın boyunu böyle saptamışlar."
"Budizm her insanın içinde bir tohum vardır, kiminde kıvılcım bir çakar aydınlanır, kimi çalışıp meditasyonlarla ulaşır, kimi hiç ulaşamaz der. Konfüçyüs, itaat, sadakat ve ataya saygı başta kurallarla yaşamayı önerir; Tao, kurallar kondukça insanın özünden uzaklaştığını, kirlendiğini söyler. Şogun döneminde, ana-babaya itaatsizlik ve şiddet, patrona saygısızlık, bir de zimmete para geçirmenin cezası ölümdü."
Kyomizu-dera (Kutsal Su) Budist Tapınağı, ejderli arınma yalağı önünden geçen grup, "beylerin, eşlerinden başka hanımlarla birlikte olmamalarını garantiye alan" zincirle bağlı metal takunyaların başında epeyce eğlenir.
Aşağıda, sıraya girmiş bir çok kişinin ulaşmayı beklediği, yukarıdan akan kutsal Üç Su Çeşmesi'ne bakan, Sahne denen taraça, sık bitki örtüsüyle muhteşem bir manzara sergilemekte. Japonlar birşeyi çok istediklerinde "...kendimi, tapınağın sahnesinden atacak kadar çok..." derlermiş.
Yağmur altında, irili ufaklı birkaç kutsal mekân arasından geçip, gözleri kapalı bir genç kızın, halatla çevrili bir taşa ulaşmaya çalıştığı küçük platforma varan gruba, rehberin anlattıkları: "Halatla çevrili taşlar arası 18 m., birine dokunduktan sonra, gözleri kapalı diğerine ulaşıp dokunan, hayatının aşkını bulurmuş"
Kutsal su kuyruğunu geçip, yağmurla puslu, taze toprak kokulu bahçeler arasında ilerlerken rastladıkları, kırmızı minik birer önlük bağlanmış irili ufaklı taş kabartmaların "0-1 yaş arası ölen bebeklerin koruyucu Buda'sına..." olduğunu aktaran rehber, "eskiden gömme vardı, sonra ölülerini yakmaya başladılar, küller kavanozlarda saklanıyor" diye anlatır; "Ağustos'un 15'inde, Obon gününde Ohaka mairi denen mezar ziyaretleri yaparlar."
Akşam yemeği, seyahat acentesinden bir güzellik: Bir yakitori restoranında tavuk çöp şiş ve bira.
19 Eylül 2010 Pazar
"Abla" grubu, Japonya'daki üçüncü günlerinde, Hiroşima'yı gezer, Miyajima'da konaklarlar.
6 Eylül 2010, Pazartesi sabahı, rehberin, önceki günlerde "Takkyubin denen bagaj servisini arıyorsun, hızlı trende yer yok, bagajını evinden alıp gideceğin yere iletiyorlar." diye anlattığı yöntemle bavulları Kyoto'ya yollanan grup, otobüste birgün öncekinden farklı yerlerini alır. Sokaklardan siyah pantolon, beyaz gömlek, omuzda asılı laptop çantası, kulaklarda kulaklık, tertemiz, jöleli saçlı erkekler, makyajlı, bakımlı, şemsiyeli kadınlar, bisikletle, metroyla işlerine giden neredeyse bir örnek, disiplinli kalabalık, sakin bir ırmak gibi akmakta. Rehberin "gözü kaymış insan rastlayamazsınız" dediği kadar var.
Mermi tren de denen Shinkansen deneyimi eşiğindeki grubu "Hızlı trenin istasyonu 30 dakika mesafede, Şin (yeni) Osaka'da, 14 no.lu vagona bineceğiz, yerde ve üstte yazar, orada durursanız... hiç oradan oraya koşuşturmayın." diyerek aydınlatan rehber, istasyona yolculuk sürerken devam eder, "saatte 500 km yaptı ama limitleri zorlamazlar, bir fırtına çıkmıştı treni hemen durdurdular, onlar için epey sıkıntı oldu..."
"Metro büyük şehirlerde çok başka, yukarıda ne varsa aşağıda da var, evinizden çıkıp metroda alışverişinizi yapıp, yukarı hiç çıkmadan evinize dönmeniz mümkün..."
"Kartvizit, isim karşıdakinin okuyacağı biçimde iki elle verilir, süslü güzel kızlar patronlarının yanında durur, kartvizitlerini gümüş tepside sunarlar. Toplantıların simulasyonu yapılır, süre, ikram, oturma planı ince ince hesaplanır, içeri bir sinek girecek olsa, onun bile hesabı yapılır. İçeriği olmasa da gövde gösterisidir. Amerikalılar son dönemde, perde arkasında Japon danışmanlarla çalışıyorlar."
Grup, yönlendirmeleri çok başarılı kalabalıkça istasyona iner: 10 satış noktasından aynı anda otomatik bilet alınabilen uzun banko, önünden geçerken dile gelen danışma/satış noktaları, aydınlık dükkânların vitrinlerinde ahşap kutular içinde, üzerinde kalorisi ve fiyatı yazılı mumdan modelleri bulunan, herbiri birer resim güzelliğindeki düzenlemeleriyle değişik yiyecekler, numaraları söylenip alınmayı beklemekte...
Hakata-Tokyo hattındaki istasyonda 3 dakika durup yolcusunu alıp, 9:29'da hareket eden Nozomi 007, burnu yunusa benzeyen, pencere ve kapıları uçaklarınki gibi ufak; içi, ayak ucunda, üzerinde AC100V/2A/60 Hz yazısıyla bigisayar, cep telefonu ikonu bulunan prizlerin bulunduğu ferah koltuk aralarıyla sade bir tren. Dışarıda, bol tünelli yolda arada bir gözüken geniş pirinç ve lotüs kökü tarlaları hızla akıp giderken, içerde, huzurlu yolcular bu hızdan hiç de etkilenmişe benzemezler. Bilet kontrolü sonrası kondüktör kompartmandan çıkarken geri döner, yolcuları selamlar, aynı şeyi yiyecek satan görevli kızlar da büyük sadakatle tekrarlarlar, hem de her seferinde...
Tarifede belirtildiği gibi tam 10:58'de, 1.100.000 kişinin yaşadığı yemyeşil, Hiroşima (hiro düz ve geniş alan, şima ada anlamında)'ya varan yolcular, Beyzbol takımıyla tanınmış Hiroşima Stadı önünden geçerek, Barış Parkı'na yollanırlar.
"Burası, Çinlilerle, Ruslarla savaşta, 2. Dünya Savaşında hep askerî bir bölgedir." der rehber, "Kamikaze Tanrı'nın Rüzgârı demek, ilk olarak 22 Ekim 1944'te kullanıldı. Hikâyesi Moğollara dayanır: 13. yy'da Kubilay, Japonlardan yüz bulamayınca sitemkâr bir mektup yazıyor, bu mektubu şogunluğun durdurduğu iddia edilir, hediye ve bağlılık talep eden ikinci mektuba da yanıt gelmeyince Moğollar geliyor, karaya çıkıp epey ilerliyorlar, gece gemilerde konaklamışken çıkan fırtınada büyük zarara uğruyorlar, buna İlahî Rüzgâr adını veriyorlar. 1941'de Pearl Harbor'a baskın yapıp Amerikan donanmasına büyük zarar veren Japonya, daha sonra savaş ilân etti. 1944'te, "Güneş İlâhesinin Oğlu (imparator) sizi ölmeye davet ediyor" çağrısına uyan, ailesi olmayan 17-18 yaşlarında 2500 genç eğitiliyor. Gözcü uçakları eşliğinde dalışa geçmeden önce 5-6 kişilik gruplar halinde törenle uğurlanıyorlar, son mektupları alınıyor, kutsal içki sake ikram ediliyor. Hedefi vuramamak büyük utanç, raporlarda geçen bir ifadede "ölmemek ölmekten daha zor!" denilmiş. Ailesi olmayan kamikazeler bitince gönüllüler sıraya giriyor. Bir kamikaze annesi, "sen oğlumsun ama benim değil, imparatorun oğlusun", bir baba da kızına yazdığı son mektupta "arkadaşlarının babaları olması seni kızdırmasın, baban bir Tanrı oldu" diyor.
"Hiroşima düz bir alan, radyasyonun sonuçları 2 km çaplı alanda incelendi; etkilenen ve daha sonra yıllarca izlenen, insan, araç, ağaç, hatta bir sonraki kuşağa Hibakuşa deniyor."
Hiroşima Barış Parkı'na ulaşan grup, bir Çek mimarın yaptığı Endüstri Ürünleri Sergisi binasının, -bir yaklaşıma göre bomba bu binanın kubbesi üzerinde patlamış- kalıntısı önünde durup yıkıntıyı fotoğraflarken rehber, gruptan gelen, "Japonlar Amerikalılara kinlenmiyorlar mı?" sorusunu, "bu soruya net cevap alamadık," diye yanıtlar, "biz bundan çok ders çıkardık" diyorlar... birlikte çalıştığımız bir mühendis saçsızlığının nedenini dört yıl sonra açıklamıştı."
Üzerinde bir melek bulunan çocuk kurban ve çocuk işçilere adanmış anıt önünden geçen grup, Nazım'ın Kız Çocuğu şiiri için ilham veren çocuklardan Sadako anıtına ulaşır: "Bombadan 10 yıl sonra kan kanserine yakalanan 11 yaşındaki Sadako, origamiyle yapmak istediği 1000 turnadan 645'inciyi yarım bırakarak ölür. Daha sonra kurulan 1001 Turna Derneği'nin 2007'deki düzenlediği törene, Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı katıldı."
Mimar Kenzo Tange'nin tasarladığı, hiç sönmeyen kutsal ateşle, Endüstri Ürünleri Sergisi binasının yıkık kubbesini bir hizada gören görkemli, sade düzenleme yanından yürüyüp Müze'ye ulaşan grup, bir saatlik video gösterimi ardından, iki maketin bulunduğu salonda, Hiroşima'nın bombalanmadan önceki halini gösterene yanaşırlar: Gördükleri, 10 Budist Tapınak, 1 okul, sinema, hastane ve evleriyle bir güzel kent iken, ikinci maket sonrasını, -köprü hedeflenirken 300 m. yanılmayla, kırmızı bir kürenin havada asılı durduğu- hastane üzerinde, 3000-4000 derece ısı üreterek patlayan (demir 1500 derecede eriyor) bombanın yarattığı, bir iki yanık ağaç, yıkıntı dışında hiçbir şey kalmamış dümdüz manzarayı gösterir.
17 Temmuz 1945'te denenip, 6 Ağustos 1945'te saat 8:00'de, pilot Paul Tibbets'in annesinin adını verdiği Enola Gay adlı uçaktan Hiroşima'ya atılan Fat Man isimli ilk atom bombası, 1 km çaplı alanda anında 100.000 ölüme neden olur, sonraki 4 ayda 140.000 ölüm daha, hasar nesilden nesile sürer. Şimdi 75-76 yaşlarında olan bir kadın, 20 kanser ameliyatı geçirmiş.
Kömürleşmiş yemeğin bulunduğu teneke kutu, erimiş şişe, kiremit, bisiklet, yanık giysiler, yaralı insan fotoğraflarıyla katlanılması zor sergi, okul çocuklarının düzenli olarak getirildikleri yerlerden; çocuklar, bomba kurbanları gibi gördüklerinin/yaşadıklarının resmini yaparak kendilerini sağaltıyorlarmış. Annesi sekiz aylık hamileyken, sabah çamaşır astığı sırada düşen bombanın ardından yaşadıklarını, tanık olduklarının acısını, hıncını, çizerek çözme yoluna gitmiş Keiji Nakazawa'nın Doğan Yayıncılık'tan çıkan Yalınayak Gen isimli 5-6 dizilik mangasını, "sanatsal değer taşımasa da..." diyerek öneren rehber "kimse atom bombasını bilmediğinden," der, "Tokyo'ya "Hiroşima'ya birşey oldu!" haberi gidiyor. Anlaşıldığında 15-16 kategoride tepki oluştu. İki hafta sonra toplanan jüri Barış Parkı'nı düzenliyor"
"70 yıl ot bitmez denen yerde 15 gün sonra yaprak veren zambak...", sözleriyle dikkati çekilen grup, bahçedeki zambak anıt önünden geçip, üzerlerindeki ağır duygu yükünü sürüyerek otobüse biner.
Yol boyu gruba, kitaplar öneren rehber hanım, sinemada Japonya'dan da sıkça sözeder: Marlon Brando'nun oynadığı Çayhane, Alain Resnais filmi Hiroşima Mon Amor, iç burkan öyküsüyle Narayama Türküsü, Kurosawa'nın tüm filmleri yanısıra Japon hala ile, Amerikalı yeğenin (Richard Gere) dil engeline karşın kurdukları muhteşem diyalogu resmeden Ağustos'ta Rapsodi, bir yaşam güzellemesi Ikıru (Yaşamak), "abla"nın Ocak ayında izlediği Japon filmleri arasında yer alan, akıldan kolay çıkmayacak Dün Hiroşima'da Bugün Hiroşima'da, not etmeye ancak yetişebildikleri...
Seto İç Denizi (Setokai), ufak bir feribotla 7 dakikada aşılır; grup, Unesco Kültür Mirası listesinde yer alan manastırlar adası Miyajima'ya iner. Kendilerini karşılayan, Tanrı'nın binip indiğine inanılan, -bizim sokak kedi ve köpekleri örneği- sereserpe gezinen, ellerinde beyaz poşet olanlara yiyecek beklentisiyle sokulup ardına takılan, özel bisküviyle beslenen, postları beyaz benekli geyikler, "mayıs ayında tüy dökünce çok çirkin oluyorlar..."mış.
Toprak yolun sağında ve solunda, sütunlar üzerine oturmuş, kedi ifadeli aslan heykeli muhafız komainu'ların ardında bir Şinto kapısından geçip, yoldan yüksekçe duvarla ayrılmış tabanda, denizin, incecik dereciklerle, yavaşça içerilere ilerleyişini gözleyerek, deniz tanrıçası Tagori'ye adanmış 1400 yıllık Itsukujima Tapınağı'na yollanan gruba, "tapınakların vergiden muaf olmalarından ötürü, derebeylerin topraklarını hibe ettiklerini" aktaran rehber, bir arınma yalağı önünde durur, kenara dizili kepçelerin "ellerin ve ağzın, -bizdeki gibi gargara şeklinde değil- yıkandıktan sonra, suyun, biraz sağa, biraz sola, en son sapa sızdırılıp tutulan yer temizlenerek" nasıl kullanıldığı anlatır.
"Kutsal alan olduğu için balık tutulmayan, sular çekildiğinde yosun toplanan" denizden, ayaklar üzerinde yükseltilmiş taraçalara yayılmış, dayanıklı selvi kabuğu döşeli çatılarla örtülü mekânlardan birinde, önündeki ızgaralı sandığa para atanların, selam verdikten sonra iki kez el çırpıp dua ettikleri, bir kez daha selam verip ayrıldıkları Şinto tapınma tarzına tanık olan "abla", sade mekânlardan birinde satılan rengarenk muskalardan safe driving olanını (500 yen) damadına alır, ilerlemiş grubu, yükseltilmiş dört köşe bir platform önünde yakalar.
Sahne karşısına düşen, denizden gerçeküstü bir figür gibi yükselen, görkemli turuncu Şinto kapısını göstererek, teknelerin ışıklarıyla birlikte çok güzel bir manzara yarattığını söyleyen rehber, "Temmuz'daki yortuda burada," diye anlatır , "tek kişinin, maskeyle oynadığı, Noh Tiyatrosu sahnelenir, aristokratlar içindir, Kabuki halk içindir, kadın rollerini erkeklerin oynadığı çok oyunculu oyunlardır... Herşey Tanrı olduğu için, mekânlar boş. Güneş doğarken karşılama, batarken uğurlama yaparlar, sonbahara bize kestane getirdin diye teşekkür ederler"
Arta kalan zamanda adanın minik çarşısına dağılanlardan "abla" grubu, meşhur -haşlanmış pirinç için ideal, düz- tahta kaşıklar, ahşap ürünler, hediyelik eşya yanında birkaç dükkânın girişinde bayağı yer kaplayan uzun makine parklarının, akçaağaç yaprağı formlu minik kalıplara dökülen krep hamuru ortasına tatlı fasülye ezmesi konulup kapatılarak yapılan momici tezgâhı olduğunu öğrenirler; -rehberin "halkın içinde görünmek istemezler" diye anlattığı imparatorluk ailesinin, imparatoriçenin hafif öksürük rahatsızlığı üzerine ziyaretine giden oğlu, gelini ve torununu gösteren TV haberini izlerken- adedi 70 yen'e tadına bakarlar.
"Abla"nın çok özendiği geleneksel yaşam tarzının deneyimleneceği, ayakkabılar çıkarılıp, terlikle -tuvalette ayrı bir çift-, bir basamak çıkılan, sürülerek açılan pano/kapıdan girilen, zemini tatami denen özel dokunmuş, kenarı kumaş bantla çevrilmiş kalın hasırla döşeli, ortasında, arkalıklı oturma yeri bulunan ayaksız iki sandalye arasında yerden iki karış yüksek, üzerinde zarif bir çay takımı bulunan geniş masanın bulunduğu Ryokan otel odası, duvarlardan birinde, önünde minik bir vazo ve panoyla süslü bir girinti, diğerinde yukataların durduğu dolap, sürgülü pencere karşısına rastlayan dolap ise içinde yatak yorgan ve yastıkların konduğu "yüklük" ile derli toplu, sade ve bir o kadar da işlevsel.
Dörtlü, akşam yemeği için hazırlanır; akçaağaç yaprağı desenli eflatun yollu yukatalarını, rehberden aldıkları tüyo ile, sol taraf üstte kalacak biçimde giyer, lacivert enli kuşakla da göbek üzerine birer kurdele kondururlar.
Ayakkabılarını çıkararak girdikleri tatami döşeli geniş salonda, yerden bir buçuk karış yükseklikteki sehpa ardına, ayaksız sandalyede oturarak yenecek geleneksel akşam yemeği, mideden çok göze seslenen bir şölen: Sağında yerde, demlenecek pirinç dolu tahta kapaklı güvecin olduğu -her bir- sehpanın üzeri, içinde sosların, -daha sonra altı yandığında çırpılarak balığa eklenecek- çiğ yumurtanın durduğu, hepsi farklı minik güzel kaplarla dolu. Bira, soğuk ya da sıcak pirinç rakısı sake servisi ardından güleryüzlü iki kadının, dizleri üzerinde, selamlamalarla sürdürdüğü zengin, zarif yemek süreci, "abla"ya karışık gelen bir dizi talimat içerir; öyle ki, iki kadın, sehpa sehpa dolaşıp güveçlerin altını yakmasa, yumurta balığa tam zamanında eklenmese, pirincin demlendiği, elle yeme işareti yapılarak belirtilmese, suşi, leblebi tozu serpilmiş hafif tatlı pirinç peltesi ve yeşil çay içeren bu güzelim özel yemeğin trajik biçimde sonuçlanması işten değil!
Günün sonuna yaklaşırken, otelin girişindeki salonda, üç farklı boy davulla bir de "kalp atışı" anlamına Kodo gösterisi izleyen grup, uykuya çekilmeden önce, toprak yolu taş fenerlerle aydınlatılmış tapınağa yürür, şaşırtıcı hızla yükselmiş denizin ortasında, karanlıkta çok daha etkileyici, muhteşem turuncu anıt/kapıyı hayranlıkla izlerler.
Mermi tren de denen Shinkansen deneyimi eşiğindeki grubu "Hızlı trenin istasyonu 30 dakika mesafede, Şin (yeni) Osaka'da, 14 no.lu vagona bineceğiz, yerde ve üstte yazar, orada durursanız... hiç oradan oraya koşuşturmayın." diyerek aydınlatan rehber, istasyona yolculuk sürerken devam eder, "saatte 500 km yaptı ama limitleri zorlamazlar, bir fırtına çıkmıştı treni hemen durdurdular, onlar için epey sıkıntı oldu..."
"Metro büyük şehirlerde çok başka, yukarıda ne varsa aşağıda da var, evinizden çıkıp metroda alışverişinizi yapıp, yukarı hiç çıkmadan evinize dönmeniz mümkün..."
"Kartvizit, isim karşıdakinin okuyacağı biçimde iki elle verilir, süslü güzel kızlar patronlarının yanında durur, kartvizitlerini gümüş tepside sunarlar. Toplantıların simulasyonu yapılır, süre, ikram, oturma planı ince ince hesaplanır, içeri bir sinek girecek olsa, onun bile hesabı yapılır. İçeriği olmasa da gövde gösterisidir. Amerikalılar son dönemde, perde arkasında Japon danışmanlarla çalışıyorlar."
Grup, yönlendirmeleri çok başarılı kalabalıkça istasyona iner: 10 satış noktasından aynı anda otomatik bilet alınabilen uzun banko, önünden geçerken dile gelen danışma/satış noktaları, aydınlık dükkânların vitrinlerinde ahşap kutular içinde, üzerinde kalorisi ve fiyatı yazılı mumdan modelleri bulunan, herbiri birer resim güzelliğindeki düzenlemeleriyle değişik yiyecekler, numaraları söylenip alınmayı beklemekte...
Hakata-Tokyo hattındaki istasyonda 3 dakika durup yolcusunu alıp, 9:29'da hareket eden Nozomi 007, burnu yunusa benzeyen, pencere ve kapıları uçaklarınki gibi ufak; içi, ayak ucunda, üzerinde AC100V/2A/60 Hz yazısıyla bigisayar, cep telefonu ikonu bulunan prizlerin bulunduğu ferah koltuk aralarıyla sade bir tren. Dışarıda, bol tünelli yolda arada bir gözüken geniş pirinç ve lotüs kökü tarlaları hızla akıp giderken, içerde, huzurlu yolcular bu hızdan hiç de etkilenmişe benzemezler. Bilet kontrolü sonrası kondüktör kompartmandan çıkarken geri döner, yolcuları selamlar, aynı şeyi yiyecek satan görevli kızlar da büyük sadakatle tekrarlarlar, hem de her seferinde...
Tarifede belirtildiği gibi tam 10:58'de, 1.100.000 kişinin yaşadığı yemyeşil, Hiroşima (hiro düz ve geniş alan, şima ada anlamında)'ya varan yolcular, Beyzbol takımıyla tanınmış Hiroşima Stadı önünden geçerek, Barış Parkı'na yollanırlar.
"Burası, Çinlilerle, Ruslarla savaşta, 2. Dünya Savaşında hep askerî bir bölgedir." der rehber, "Kamikaze Tanrı'nın Rüzgârı demek, ilk olarak 22 Ekim 1944'te kullanıldı. Hikâyesi Moğollara dayanır: 13. yy'da Kubilay, Japonlardan yüz bulamayınca sitemkâr bir mektup yazıyor, bu mektubu şogunluğun durdurduğu iddia edilir, hediye ve bağlılık talep eden ikinci mektuba da yanıt gelmeyince Moğollar geliyor, karaya çıkıp epey ilerliyorlar, gece gemilerde konaklamışken çıkan fırtınada büyük zarara uğruyorlar, buna İlahî Rüzgâr adını veriyorlar. 1941'de Pearl Harbor'a baskın yapıp Amerikan donanmasına büyük zarar veren Japonya, daha sonra savaş ilân etti. 1944'te, "Güneş İlâhesinin Oğlu (imparator) sizi ölmeye davet ediyor" çağrısına uyan, ailesi olmayan 17-18 yaşlarında 2500 genç eğitiliyor. Gözcü uçakları eşliğinde dalışa geçmeden önce 5-6 kişilik gruplar halinde törenle uğurlanıyorlar, son mektupları alınıyor, kutsal içki sake ikram ediliyor. Hedefi vuramamak büyük utanç, raporlarda geçen bir ifadede "ölmemek ölmekten daha zor!" denilmiş. Ailesi olmayan kamikazeler bitince gönüllüler sıraya giriyor. Bir kamikaze annesi, "sen oğlumsun ama benim değil, imparatorun oğlusun", bir baba da kızına yazdığı son mektupta "arkadaşlarının babaları olması seni kızdırmasın, baban bir Tanrı oldu" diyor.
"Hiroşima düz bir alan, radyasyonun sonuçları 2 km çaplı alanda incelendi; etkilenen ve daha sonra yıllarca izlenen, insan, araç, ağaç, hatta bir sonraki kuşağa Hibakuşa deniyor."
Hiroşima Barış Parkı'na ulaşan grup, bir Çek mimarın yaptığı Endüstri Ürünleri Sergisi binasının, -bir yaklaşıma göre bomba bu binanın kubbesi üzerinde patlamış- kalıntısı önünde durup yıkıntıyı fotoğraflarken rehber, gruptan gelen, "Japonlar Amerikalılara kinlenmiyorlar mı?" sorusunu, "bu soruya net cevap alamadık," diye yanıtlar, "biz bundan çok ders çıkardık" diyorlar... birlikte çalıştığımız bir mühendis saçsızlığının nedenini dört yıl sonra açıklamıştı."
Üzerinde bir melek bulunan çocuk kurban ve çocuk işçilere adanmış anıt önünden geçen grup, Nazım'ın Kız Çocuğu şiiri için ilham veren çocuklardan Sadako anıtına ulaşır: "Bombadan 10 yıl sonra kan kanserine yakalanan 11 yaşındaki Sadako, origamiyle yapmak istediği 1000 turnadan 645'inciyi yarım bırakarak ölür. Daha sonra kurulan 1001 Turna Derneği'nin 2007'deki düzenlediği törene, Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı katıldı."
Mimar Kenzo Tange'nin tasarladığı, hiç sönmeyen kutsal ateşle, Endüstri Ürünleri Sergisi binasının yıkık kubbesini bir hizada gören görkemli, sade düzenleme yanından yürüyüp Müze'ye ulaşan grup, bir saatlik video gösterimi ardından, iki maketin bulunduğu salonda, Hiroşima'nın bombalanmadan önceki halini gösterene yanaşırlar: Gördükleri, 10 Budist Tapınak, 1 okul, sinema, hastane ve evleriyle bir güzel kent iken, ikinci maket sonrasını, -köprü hedeflenirken 300 m. yanılmayla, kırmızı bir kürenin havada asılı durduğu- hastane üzerinde, 3000-4000 derece ısı üreterek patlayan (demir 1500 derecede eriyor) bombanın yarattığı, bir iki yanık ağaç, yıkıntı dışında hiçbir şey kalmamış dümdüz manzarayı gösterir.
17 Temmuz 1945'te denenip, 6 Ağustos 1945'te saat 8:00'de, pilot Paul Tibbets'in annesinin adını verdiği Enola Gay adlı uçaktan Hiroşima'ya atılan Fat Man isimli ilk atom bombası, 1 km çaplı alanda anında 100.000 ölüme neden olur, sonraki 4 ayda 140.000 ölüm daha, hasar nesilden nesile sürer. Şimdi 75-76 yaşlarında olan bir kadın, 20 kanser ameliyatı geçirmiş.
Kömürleşmiş yemeğin bulunduğu teneke kutu, erimiş şişe, kiremit, bisiklet, yanık giysiler, yaralı insan fotoğraflarıyla katlanılması zor sergi, okul çocuklarının düzenli olarak getirildikleri yerlerden; çocuklar, bomba kurbanları gibi gördüklerinin/yaşadıklarının resmini yaparak kendilerini sağaltıyorlarmış. Annesi sekiz aylık hamileyken, sabah çamaşır astığı sırada düşen bombanın ardından yaşadıklarını, tanık olduklarının acısını, hıncını, çizerek çözme yoluna gitmiş Keiji Nakazawa'nın Doğan Yayıncılık'tan çıkan Yalınayak Gen isimli 5-6 dizilik mangasını, "sanatsal değer taşımasa da..." diyerek öneren rehber "kimse atom bombasını bilmediğinden," der, "Tokyo'ya "Hiroşima'ya birşey oldu!" haberi gidiyor. Anlaşıldığında 15-16 kategoride tepki oluştu. İki hafta sonra toplanan jüri Barış Parkı'nı düzenliyor"
"70 yıl ot bitmez denen yerde 15 gün sonra yaprak veren zambak...", sözleriyle dikkati çekilen grup, bahçedeki zambak anıt önünden geçip, üzerlerindeki ağır duygu yükünü sürüyerek otobüse biner.
Yol boyu gruba, kitaplar öneren rehber hanım, sinemada Japonya'dan da sıkça sözeder: Marlon Brando'nun oynadığı Çayhane, Alain Resnais filmi Hiroşima Mon Amor, iç burkan öyküsüyle Narayama Türküsü, Kurosawa'nın tüm filmleri yanısıra Japon hala ile, Amerikalı yeğenin (Richard Gere) dil engeline karşın kurdukları muhteşem diyalogu resmeden Ağustos'ta Rapsodi, bir yaşam güzellemesi Ikıru (Yaşamak), "abla"nın Ocak ayında izlediği Japon filmleri arasında yer alan, akıldan kolay çıkmayacak Dün Hiroşima'da Bugün Hiroşima'da, not etmeye ancak yetişebildikleri...
Seto İç Denizi (Setokai), ufak bir feribotla 7 dakikada aşılır; grup, Unesco Kültür Mirası listesinde yer alan manastırlar adası Miyajima'ya iner. Kendilerini karşılayan, Tanrı'nın binip indiğine inanılan, -bizim sokak kedi ve köpekleri örneği- sereserpe gezinen, ellerinde beyaz poşet olanlara yiyecek beklentisiyle sokulup ardına takılan, özel bisküviyle beslenen, postları beyaz benekli geyikler, "mayıs ayında tüy dökünce çok çirkin oluyorlar..."mış.
Toprak yolun sağında ve solunda, sütunlar üzerine oturmuş, kedi ifadeli aslan heykeli muhafız komainu'ların ardında bir Şinto kapısından geçip, yoldan yüksekçe duvarla ayrılmış tabanda, denizin, incecik dereciklerle, yavaşça içerilere ilerleyişini gözleyerek, deniz tanrıçası Tagori'ye adanmış 1400 yıllık Itsukujima Tapınağı'na yollanan gruba, "tapınakların vergiden muaf olmalarından ötürü, derebeylerin topraklarını hibe ettiklerini" aktaran rehber, bir arınma yalağı önünde durur, kenara dizili kepçelerin "ellerin ve ağzın, -bizdeki gibi gargara şeklinde değil- yıkandıktan sonra, suyun, biraz sağa, biraz sola, en son sapa sızdırılıp tutulan yer temizlenerek" nasıl kullanıldığı anlatır.
"Kutsal alan olduğu için balık tutulmayan, sular çekildiğinde yosun toplanan" denizden, ayaklar üzerinde yükseltilmiş taraçalara yayılmış, dayanıklı selvi kabuğu döşeli çatılarla örtülü mekânlardan birinde, önündeki ızgaralı sandığa para atanların, selam verdikten sonra iki kez el çırpıp dua ettikleri, bir kez daha selam verip ayrıldıkları Şinto tapınma tarzına tanık olan "abla", sade mekânlardan birinde satılan rengarenk muskalardan safe driving olanını (500 yen) damadına alır, ilerlemiş grubu, yükseltilmiş dört köşe bir platform önünde yakalar.
Sahne karşısına düşen, denizden gerçeküstü bir figür gibi yükselen, görkemli turuncu Şinto kapısını göstererek, teknelerin ışıklarıyla birlikte çok güzel bir manzara yarattığını söyleyen rehber, "Temmuz'daki yortuda burada," diye anlatır , "tek kişinin, maskeyle oynadığı, Noh Tiyatrosu sahnelenir, aristokratlar içindir, Kabuki halk içindir, kadın rollerini erkeklerin oynadığı çok oyunculu oyunlardır... Herşey Tanrı olduğu için, mekânlar boş. Güneş doğarken karşılama, batarken uğurlama yaparlar, sonbahara bize kestane getirdin diye teşekkür ederler"
Arta kalan zamanda adanın minik çarşısına dağılanlardan "abla" grubu, meşhur -haşlanmış pirinç için ideal, düz- tahta kaşıklar, ahşap ürünler, hediyelik eşya yanında birkaç dükkânın girişinde bayağı yer kaplayan uzun makine parklarının, akçaağaç yaprağı formlu minik kalıplara dökülen krep hamuru ortasına tatlı fasülye ezmesi konulup kapatılarak yapılan momici tezgâhı olduğunu öğrenirler; -rehberin "halkın içinde görünmek istemezler" diye anlattığı imparatorluk ailesinin, imparatoriçenin hafif öksürük rahatsızlığı üzerine ziyaretine giden oğlu, gelini ve torununu gösteren TV haberini izlerken- adedi 70 yen'e tadına bakarlar.
"Abla"nın çok özendiği geleneksel yaşam tarzının deneyimleneceği, ayakkabılar çıkarılıp, terlikle -tuvalette ayrı bir çift-, bir basamak çıkılan, sürülerek açılan pano/kapıdan girilen, zemini tatami denen özel dokunmuş, kenarı kumaş bantla çevrilmiş kalın hasırla döşeli, ortasında, arkalıklı oturma yeri bulunan ayaksız iki sandalye arasında yerden iki karış yüksek, üzerinde zarif bir çay takımı bulunan geniş masanın bulunduğu Ryokan otel odası, duvarlardan birinde, önünde minik bir vazo ve panoyla süslü bir girinti, diğerinde yukataların durduğu dolap, sürgülü pencere karşısına rastlayan dolap ise içinde yatak yorgan ve yastıkların konduğu "yüklük" ile derli toplu, sade ve bir o kadar da işlevsel.
Dörtlü, akşam yemeği için hazırlanır; akçaağaç yaprağı desenli eflatun yollu yukatalarını, rehberden aldıkları tüyo ile, sol taraf üstte kalacak biçimde giyer, lacivert enli kuşakla da göbek üzerine birer kurdele kondururlar.
Ayakkabılarını çıkararak girdikleri tatami döşeli geniş salonda, yerden bir buçuk karış yükseklikteki sehpa ardına, ayaksız sandalyede oturarak yenecek geleneksel akşam yemeği, mideden çok göze seslenen bir şölen: Sağında yerde, demlenecek pirinç dolu tahta kapaklı güvecin olduğu -her bir- sehpanın üzeri, içinde sosların, -daha sonra altı yandığında çırpılarak balığa eklenecek- çiğ yumurtanın durduğu, hepsi farklı minik güzel kaplarla dolu. Bira, soğuk ya da sıcak pirinç rakısı sake servisi ardından güleryüzlü iki kadının, dizleri üzerinde, selamlamalarla sürdürdüğü zengin, zarif yemek süreci, "abla"ya karışık gelen bir dizi talimat içerir; öyle ki, iki kadın, sehpa sehpa dolaşıp güveçlerin altını yakmasa, yumurta balığa tam zamanında eklenmese, pirincin demlendiği, elle yeme işareti yapılarak belirtilmese, suşi, leblebi tozu serpilmiş hafif tatlı pirinç peltesi ve yeşil çay içeren bu güzelim özel yemeğin trajik biçimde sonuçlanması işten değil!
Günün sonuna yaklaşırken, otelin girişindeki salonda, üç farklı boy davulla bir de "kalp atışı" anlamına Kodo gösterisi izleyen grup, uykuya çekilmeden önce, toprak yolu taş fenerlerle aydınlatılmış tapınağa yürür, şaşırtıcı hızla yükselmiş denizin ortasında, karanlıkta çok daha etkileyici, muhteşem turuncu anıt/kapıyı hayranlıkla izlerler.
18 Eylül 2010 Cumartesi
"Abla" grubu, Japonya'daki ikinci günlerinde, Kobe ve Osaka'yı gezerler.
5 Eylül 2010, Pazar sabahı, Türkiye ile 6 saat fark yüzünden mahmur grup, kahvaltıya iner inmez Japonya gerçeği hakkında bir fikir daha edinir; salona, -rehberin bir gün önce anlattığı gibi, Japonların kendi ülkelerinde gezme mevsimleri de açılmış olduğundan- sakince bekleyen saygılı insanlarla birlikte 15 dakika süren kuyruk sonrası girip kahvaltılarını yapar, otobüste, acentenin, -önceki geziler boyunca katılımcıların yer tutma eğilimi yüzünden arkalarda oturmak zorunda kalan "abla" grubunu sevindiren- kararıyla, kurayla otobüs içinde değişen yer planı uyarınca koltuklara yerleşir yola çıkmaya hazırlanırlar:
Rehber hanımın "kaptan, herkes oturmadan kalkmaz!" uyarısı ardından, Osaka Kobe arasındaki 40-45 dakikalık yolda anlattıkları: "Japonya 9 bölge, irili ufaklı adaların sayısı 4000 civarı... Avaci Adası'nı Honşu Adası'na bağlayan 1991 metrelik Akaşi Köprüsü'nü geçeceğiz, kulelerin yüksekliği 298 metre, 95'de yapıldı, daha uzunu ayakları 5 adaya uzanan, Hiroşima yakınındaki köprü, 13 km... Kobe ikinci önemli liman, yabancı şirketler burada... 17 Ocak 1995, 5:46'da Kobe'de 5 bin kişi öldü, 1999 İzmit depremiyle çok benzerlikler var, ölümler yıkıntıdan çok yangın ve dumandan oldu... Devletle, polisle içiçe çalışan, 15.000 üyesi olan Yakuza (Mafya) depremde hemen organize oldu, çok yardım ettiler. Su İşleri Müdürü zamanında su veremediği, bir üst düzey yetkili de evleri zamanında teslim edemediği için intihar etti."
Kobe Liman Kulesi'ni gören Meriken Park'ta ikinci el pazarı kurulmakta, tişört 500 yen (yarım litre su 100-120 yen)... Meydanda, biri bir yana diğeri öbür yana hüzünle eğilmiş iki sokak lambası ile, nehir kıyısında, sızan suların yosuna boyadığı kırık uzun beton platform, deprem anıtı, grup tarafından fotoğraflanır; dehşet verici detaylar sergileyen fotoğrafların bulunduğu, video gösterisini de kapsayan açık hava müzesi gezilir.
Hanım rehberin "Kobe'de elektrik telleri, ana arter dışında, ara sokaklarda makarna gibi sallanır" diyerek dikkat çektiği, "abla" grubunun "çatılara üç beş maymun poposu eklesek Hindistan'da gördüğümüzün aynı olacak" dediği manzara, Japonların, mimarîde, alt yapı teknolojisinde Dünya'daki yerlerine bakıldığında anlaşılması zor bir durum.
Öğle yemeği Kobe Beef: Rehberin "okşanan danalar" diyerek anlattığı sığırlara doğar doğmaz nüfus cüzdanı verilir, kesime dek, yağın, düzenli masajla ete yayılması sağlanırmış. Sokakta kendilerini karşılayan, beyaz yüzlü uzun siyah takma kirpikli genç kızın ardına takılan grup, kendilerine ayrılan, turşu, salata, soya sosu konmuş minik kapların olduğu -bir çeşit ocakbaşı- masalara dağılırlar. Az sonra gelen aşçı kepli tek kulağı küpeli delikanlı, temiz bir havluyla sildiği, üç kenarına "abla"dörtlüsüyle toplam altı kişinin yerleştiği masanın ortasındaki sıcak metal zeminde önce bir avuç sarımsak cipsini yağda çeviririr, ardından sırayla lokum boyutunda, yumuşaklığında, lezzetinde doğradığı eti önce, soya filizini sonra, katı ve sıvı yağ desteğiyle, danseder gibi pişirip buharda pişmiş pirinç kaseleri yanına, tabaklara dağıtır.
Yemekten sonra Avaci Adası'na yollanan gruba rehberin yolda anlattıkları: "M.Ö. 1000'lere dayanır tarih... arkeolojik buluntular, Güneş İmparatoru'nu ve birliği korumak adına, 30-40 yıl öncesine dek, halka açıklanmazdı... İlk imparator, M.Ö. 11 Şubat 660'ta... Dinleri, herşeyin Tanrı sayıldığı Şintoizm ile 552'de Kore üzerinden, "Konfüçyüs bile çözemedi" notu ve bir Buda heykeliyle gelen Budizm... İktidardakiler, 4.-5. yy'dan beri tarikatlarca desteklenir... Lady D'den sonra kilisede beyaz gelinlikle evlenmek de moda oldu...Şinto olarak doğar, kutsanır, Budist törenlerle gömülürler, en ucuz tören 25 bin Dolardan başlar, bir kutsal kişi adıyla kutsanmak istediklerinden, öneme göre bedel artar. 33 aşamalı / görünümlü reenkarnasyona inanırlar. Şinto'da, Ağustos'un 15'inde atalarının aileleri ziyaret ettiği 3 günlük bayramı kutlarlar, birbirine karışmıştır, kendileri bile net ayıramaz. 800-1000 kadar Müslüman nüfus vardır... Orta direk, nüfusun %85'idir. 30 metrekareden başlayan evlerde otururlar, zenginliği göstermeyi sevmezler, müdür 90 metrekare evde oturuyorsa patronun evi 120 metrekare... Asgarî ücret yok, min. 250 bin yen ile işe başlanır, yıllık gelir ortalama 38 bin USD, kredi kartı kullanımı az, yastık altı gelenekleri var."
"Japonya'da yemek standardı vardır, hem temiz, hem de lezzetlidir... Yiyecek kültürleri çok gelişmiştir, hem göze hem sağlığa hitabeden zenginlik... 160 gr. çok özel etin 300 USD'ye satıldığı, ilk çıkan kasımpatı goncasının sanat gibi kızartılarak yüksek fiyatla servis edildiği durumlar varsa da esas, yoksulluğun zerafeti Wabi Sabi felsefesidir, "Yeteri kadar olan bir şölendir." derler...
"Karaciğerleri bir enzim eksikle çalışır, domuz gribi bu yüzden yıkıcı olmuş."
Avaci Adası'nda, klimalı serin otobüsten inip yıkıcı sıcakla burun buruna gelen, az zaman sonra beyazlıklarını özenle sakınan Japon kadınları gibi -yağmurdan çok şems'ten sakınma amacıyla- şemsiye kullanmaya başlayan "abla"nın dikkatini ilk çeken, ilk bakışta otobüs durağı gibi görünse de dışarı süzülen dumanın ele verdiği sigara içme noktası, üç tarafı kapalı şeffaf bir kabin.
Kobe'yi Avaci Adası'na bağlayan, Dünyanın en uzun asma köprülerinden Akaşi Kaikyo Köprüsü bol bol fotoğraflanır; grup, Japonların çoluk çocuk gezmeye geldikleri, yeşillikler, bakımlı bahçelerle sarılı, bir yanı dönmedolaplı bu eğlence adasında, yerde, kıyıda köşede, -tüm yolculuk boyunca olduğu gibi- tek bir çöp görmeksizin, Osaka'ya dönmek üzere otobüslerine binerler.
Yaklaşık 20 km.de bir, adım başı görünen gişelerden birinden geçerken, "değişik firmaların yaptığı paralı yollar eskiden -3000 yen- pahalı idi, şimdilerde ucuzluyor." diyen rehber hanım "Japonlar duygularını belli etmezler" diye devam eder, "arada bir mesafe vardır, bizimki gibi değil, bir başkasının hakkına saygılı, kalabalıkta dokunmadan, şemsiye ile birbirlerinin gözünü çıkarmadan... Başlarını sallamaları "evet!" demek değil, "seni dinliyorum" anlamına gelir."
"Ana babaya yaşlılıkta büyük oğlan bakar, ölümlerinde aile yadigârı, kutsal nesneler oğlanın evine gider... Miras konusunda kız evlât eşit haklara sahip değildir, çalışma hayatında erkek eleman önceliklidir, kadın, annelik vs. gibi nedenlerle geride kalır, aldıkları ücret eşit değildir. Güçlü feminist hareketler de var... 2009'da 54 yıllık iktidarı yitiren parti "kadınlara, erkeklerle eşit ücret!" vaadinde bulunmuştu... Bildikleri kötüyü bilmedikleri iyiye tercih ederler."
Rehber hanım "Emeklilik yaşı erkeklerde 65, kadınlarda 60..." derken otobüsün anî frenle durmasının nedeni bariyeri kaldıran sensörün çalışmaması; defalarca eğilerek özür dileyen görevli, rapor etmek üzere şoförün ifadesini kaydeder.
"Ortalama yaş kadınlarda 86, erkeklerde 80; 5 bini erkek, 40 binin civarı 100 yaş üzeri Japon var... Doğum oranı hızla düşmekte, 1.37, teşvik veriyorlar... Japon kadınları yabancı erkekleri çok beğeniyorlar... 10.000'e yakın hastane var, yaşlılara iyi bakılıyor, bütçeden %25 yaşlıların bakımına... Beden teması yok, eğilerek selam verirler*. Gençlerin sözleri bozarak "oha!" diye selamlaşmaları Amerikan etkisinden... Nagaya, Kobe ve Osaka biraz taşra olup, gençlerde saçlar, makyaj, abartılı... Tokyo'da çizgi film tiplerini taklit ederler, gözler, burunlar ameliyatla büyütülür, hatta gözkapağı yapıştırılır."
"Dört imparator Tanrı anlamında" Şitennoji Tapınağı'na yürürken anlatılan: "İmparatoriçe Suiko'nun 16 yaşındaki yeğeni, faziletli insan anlamında Şotoku Taişi'nin naipliği sırasında, 6. yy'da, Kore'den bir paket çay ve bir notla birlikte bir Buda heykeli geliyor. O sıralar her derebeyi kendi ailesini, atasını en kutsal sayıp vergi vermediğinden, imparator zayıflamakta. Bu yüzden Şotoku, Budizm'i destekliyor. Kore asıllı siyaset bilimi hocası Şotoku'yu eğitiyor. 8. yy'a dek resmi dil Çince'dir. Şotoku daha 10 yaşındayken tüm sorulara yanıt veriyor, aynı anda 10 kişinin sorununu dinleyip çözümlüyor. Savaşı kazanırsam... deyip burada bir ağaç dikiyor."
"Bu ilk Budist tapınaktır." Grubun altından geçtiği her zaman parlak turuncu ahşap sütunlar üzerine yatay olarak konan yumuşak hatlı ahşap kolonları "bir Şinto kapısı" diye tanımlayan hanım rehber, girişteki sağlı sollu, korkutucu ifadeli, öfkeli iki muhafız heykelinin görevinin "kötülüğü içeri sokmamak" olduğunu söyler.
Grup, yolun iki yanına dizili, bağışçının adını taşıyan taş fenerler arasından, ortada, içinde tütsü yakılan, böylece tapınağa girmeden dumanıyla arınılan bir çeşit şadırvana ulaşır. Zen Budizm tarzında tırmıkla taranmış, basılmayan çakıl bahçelerle sarılı bina kompleksi, akan su gibi yumuşak hatlı çatılar, beş katlı bir pagoda...
Kutsal alanları belirleyen, çevresine gerili halata kedimerdiveni benzeri beyaz, özel olarak katlanmış kağıt/kumaşlar takılı. Ahşap plakalara yazılı dileklerin asıldığı panoları geçerek, önüne kaplar içinde elma, fasülye, pirinç, ambalajlı yiyecekler konmuş Buda heykelinin bulunduğu tapınağa giren gruba hanım rehber, Şotoku'yu anlatmaya devam eder: "Buda ile özdeşleştirilmiş, doğumları aynı biçimde... 620'lerde öldüğünde geride 12 çocuk bırakan Şotoku'nun ardından "sen öldüğünde Dünya karardı" diye ağıtlar yakılmış... Kadastro, anayasa, keyfi vergi ve bedensel hizmeti de düzenleyen çok önemli reformlar yaptı."
400 çeşit çiçeği olduğu söylenen -meyve vermeyen kiraz- sakura ağaçları arasından yürüyerek, iri taşlarla örülü, su dolu hendeğin sardığı, taş beden üzerinde yükselen ahşap yapı, Osaka Kalesi: Girişte, bu defa, oluktan akan temiz suyun özel kepçelerle alınarak ellerin, ağzın yıkandığı arınma yalağı var. Taş duvarlarda restorasyon farklı renkte -sarı- taşlarla yapılmış. Kaleye çıkan basamaklar, ortadaki düzenekten incecik püsküren suyla serinletilmekte.
"Beylikler döneminde, çevresinde "aptal!" diye çağırılan 17 yaşında Nobunaga isimli bir bey..." diye anlatır rehber, "topraklarından geçen zengin bir derebeyi öldürünce yıldızı parlıyor... Arkadaşı 18 yaşındaki Hideyoşi ile öldürülen beyin yardımcısı 22 yaşındaki İeyasu, bu üçü birlikte 272 beyliği tek bayrak altına topluyorlar. Burası Hideyoşi'nin evi, kısa boylu çirkin bir adam, aile bağı olmadığından şogun olamıyor, Hıristiyanlığa ilgi duyuyor, Portekizli'lerle ticaret yapıyor, Kore ve Çin'i zaptetmek istiyor ama ömrü yetmiyor. Amerikan Sineması'na çok katkısı olan Kurosawa filmlerinde anlatılan dönem... Birkaç kez yandıktan sonra son restorasyon 1930'da, çatılardaki balıklar yangına karşı koruma."
Grup asansörle en üstkata çıkar, Eschervari merdivenlerle, Hideyoşi'nin yaşamının, hologramlarla üç boyutlu olarak anlatıldığı, giysi, kap kacak, ayı postu giysi vs. sergilenen katları gezerek iner.
Günün son durağı, otele yakın eğlence semti Dotonbori: Alnını yavaşça hareket eden koskoca bir yengecin süslediği dükkân önünden başlayan yürüyüş, rehberin içeriğini anlatıp, grubun tatmasını önerdiği yiyecek tanıtımıyla sürer; "krep gibi olan okonomiyaki, içinde deniz ürünleri vs. olan yuvarlaklar takoyaki, kuşiage, suşi deneyebilirsiniz."
"Abla" grubu, Ganko isimli suşicide karar kılar; bereket 5 kişilik yer için beklemeleri gerekmez, içerideki Japonlar arasında, bir büyük tabak suşi, 2 bira, 3 tatlı -tofu cheescake- yer, lezzetli, temiz yiyecekler, sevecen servis ve çatal istedikleri garsondan aldıkları hızlandırılmış çubuk kullanma kursu dahil, 6.300 yen öderler.
*Seyahat acentesinin katılımcılara dağıttığı katalogdan ek bilgi: (Eğilerek yapılan Japon selamı) Ojigi'de hafif bir baş eğmesinden, tüm vücudu 90 derece eğmeye varan değişik teknikler vardır... Japonlar yabancılardan uygun selam kuralları beklemediğinden hafif bir baş eğmek şeklinde selamlamanız yeterli olacaktır. Bu baş eğerek selamlama, beceriksizce yapılan bir ojigi girişimiyle karşılaştırıldığında daha yerinde olur.
Rehber hanımın "kaptan, herkes oturmadan kalkmaz!" uyarısı ardından, Osaka Kobe arasındaki 40-45 dakikalık yolda anlattıkları: "Japonya 9 bölge, irili ufaklı adaların sayısı 4000 civarı... Avaci Adası'nı Honşu Adası'na bağlayan 1991 metrelik Akaşi Köprüsü'nü geçeceğiz, kulelerin yüksekliği 298 metre, 95'de yapıldı, daha uzunu ayakları 5 adaya uzanan, Hiroşima yakınındaki köprü, 13 km... Kobe ikinci önemli liman, yabancı şirketler burada... 17 Ocak 1995, 5:46'da Kobe'de 5 bin kişi öldü, 1999 İzmit depremiyle çok benzerlikler var, ölümler yıkıntıdan çok yangın ve dumandan oldu... Devletle, polisle içiçe çalışan, 15.000 üyesi olan Yakuza (Mafya) depremde hemen organize oldu, çok yardım ettiler. Su İşleri Müdürü zamanında su veremediği, bir üst düzey yetkili de evleri zamanında teslim edemediği için intihar etti."
Kobe Liman Kulesi'ni gören Meriken Park'ta ikinci el pazarı kurulmakta, tişört 500 yen (yarım litre su 100-120 yen)... Meydanda, biri bir yana diğeri öbür yana hüzünle eğilmiş iki sokak lambası ile, nehir kıyısında, sızan suların yosuna boyadığı kırık uzun beton platform, deprem anıtı, grup tarafından fotoğraflanır; dehşet verici detaylar sergileyen fotoğrafların bulunduğu, video gösterisini de kapsayan açık hava müzesi gezilir.
Hanım rehberin "Kobe'de elektrik telleri, ana arter dışında, ara sokaklarda makarna gibi sallanır" diyerek dikkat çektiği, "abla" grubunun "çatılara üç beş maymun poposu eklesek Hindistan'da gördüğümüzün aynı olacak" dediği manzara, Japonların, mimarîde, alt yapı teknolojisinde Dünya'daki yerlerine bakıldığında anlaşılması zor bir durum.
Öğle yemeği Kobe Beef: Rehberin "okşanan danalar" diyerek anlattığı sığırlara doğar doğmaz nüfus cüzdanı verilir, kesime dek, yağın, düzenli masajla ete yayılması sağlanırmış. Sokakta kendilerini karşılayan, beyaz yüzlü uzun siyah takma kirpikli genç kızın ardına takılan grup, kendilerine ayrılan, turşu, salata, soya sosu konmuş minik kapların olduğu -bir çeşit ocakbaşı- masalara dağılırlar. Az sonra gelen aşçı kepli tek kulağı küpeli delikanlı, temiz bir havluyla sildiği, üç kenarına "abla"dörtlüsüyle toplam altı kişinin yerleştiği masanın ortasındaki sıcak metal zeminde önce bir avuç sarımsak cipsini yağda çeviririr, ardından sırayla lokum boyutunda, yumuşaklığında, lezzetinde doğradığı eti önce, soya filizini sonra, katı ve sıvı yağ desteğiyle, danseder gibi pişirip buharda pişmiş pirinç kaseleri yanına, tabaklara dağıtır.
Yemekten sonra Avaci Adası'na yollanan gruba rehberin yolda anlattıkları: "M.Ö. 1000'lere dayanır tarih... arkeolojik buluntular, Güneş İmparatoru'nu ve birliği korumak adına, 30-40 yıl öncesine dek, halka açıklanmazdı... İlk imparator, M.Ö. 11 Şubat 660'ta... Dinleri, herşeyin Tanrı sayıldığı Şintoizm ile 552'de Kore üzerinden, "Konfüçyüs bile çözemedi" notu ve bir Buda heykeliyle gelen Budizm... İktidardakiler, 4.-5. yy'dan beri tarikatlarca desteklenir... Lady D'den sonra kilisede beyaz gelinlikle evlenmek de moda oldu...Şinto olarak doğar, kutsanır, Budist törenlerle gömülürler, en ucuz tören 25 bin Dolardan başlar, bir kutsal kişi adıyla kutsanmak istediklerinden, öneme göre bedel artar. 33 aşamalı / görünümlü reenkarnasyona inanırlar. Şinto'da, Ağustos'un 15'inde atalarının aileleri ziyaret ettiği 3 günlük bayramı kutlarlar, birbirine karışmıştır, kendileri bile net ayıramaz. 800-1000 kadar Müslüman nüfus vardır... Orta direk, nüfusun %85'idir. 30 metrekareden başlayan evlerde otururlar, zenginliği göstermeyi sevmezler, müdür 90 metrekare evde oturuyorsa patronun evi 120 metrekare... Asgarî ücret yok, min. 250 bin yen ile işe başlanır, yıllık gelir ortalama 38 bin USD, kredi kartı kullanımı az, yastık altı gelenekleri var."
"Japonya'da yemek standardı vardır, hem temiz, hem de lezzetlidir... Yiyecek kültürleri çok gelişmiştir, hem göze hem sağlığa hitabeden zenginlik... 160 gr. çok özel etin 300 USD'ye satıldığı, ilk çıkan kasımpatı goncasının sanat gibi kızartılarak yüksek fiyatla servis edildiği durumlar varsa da esas, yoksulluğun zerafeti Wabi Sabi felsefesidir, "Yeteri kadar olan bir şölendir." derler...
"Karaciğerleri bir enzim eksikle çalışır, domuz gribi bu yüzden yıkıcı olmuş."
Avaci Adası'nda, klimalı serin otobüsten inip yıkıcı sıcakla burun buruna gelen, az zaman sonra beyazlıklarını özenle sakınan Japon kadınları gibi -yağmurdan çok şems'ten sakınma amacıyla- şemsiye kullanmaya başlayan "abla"nın dikkatini ilk çeken, ilk bakışta otobüs durağı gibi görünse de dışarı süzülen dumanın ele verdiği sigara içme noktası, üç tarafı kapalı şeffaf bir kabin.
Kobe'yi Avaci Adası'na bağlayan, Dünyanın en uzun asma köprülerinden Akaşi Kaikyo Köprüsü bol bol fotoğraflanır; grup, Japonların çoluk çocuk gezmeye geldikleri, yeşillikler, bakımlı bahçelerle sarılı, bir yanı dönmedolaplı bu eğlence adasında, yerde, kıyıda köşede, -tüm yolculuk boyunca olduğu gibi- tek bir çöp görmeksizin, Osaka'ya dönmek üzere otobüslerine binerler.
Yaklaşık 20 km.de bir, adım başı görünen gişelerden birinden geçerken, "değişik firmaların yaptığı paralı yollar eskiden -3000 yen- pahalı idi, şimdilerde ucuzluyor." diyen rehber hanım "Japonlar duygularını belli etmezler" diye devam eder, "arada bir mesafe vardır, bizimki gibi değil, bir başkasının hakkına saygılı, kalabalıkta dokunmadan, şemsiye ile birbirlerinin gözünü çıkarmadan... Başlarını sallamaları "evet!" demek değil, "seni dinliyorum" anlamına gelir."
"Ana babaya yaşlılıkta büyük oğlan bakar, ölümlerinde aile yadigârı, kutsal nesneler oğlanın evine gider... Miras konusunda kız evlât eşit haklara sahip değildir, çalışma hayatında erkek eleman önceliklidir, kadın, annelik vs. gibi nedenlerle geride kalır, aldıkları ücret eşit değildir. Güçlü feminist hareketler de var... 2009'da 54 yıllık iktidarı yitiren parti "kadınlara, erkeklerle eşit ücret!" vaadinde bulunmuştu... Bildikleri kötüyü bilmedikleri iyiye tercih ederler."
Rehber hanım "Emeklilik yaşı erkeklerde 65, kadınlarda 60..." derken otobüsün anî frenle durmasının nedeni bariyeri kaldıran sensörün çalışmaması; defalarca eğilerek özür dileyen görevli, rapor etmek üzere şoförün ifadesini kaydeder.
"Ortalama yaş kadınlarda 86, erkeklerde 80; 5 bini erkek, 40 binin civarı 100 yaş üzeri Japon var... Doğum oranı hızla düşmekte, 1.37, teşvik veriyorlar... Japon kadınları yabancı erkekleri çok beğeniyorlar... 10.000'e yakın hastane var, yaşlılara iyi bakılıyor, bütçeden %25 yaşlıların bakımına... Beden teması yok, eğilerek selam verirler*. Gençlerin sözleri bozarak "oha!" diye selamlaşmaları Amerikan etkisinden... Nagaya, Kobe ve Osaka biraz taşra olup, gençlerde saçlar, makyaj, abartılı... Tokyo'da çizgi film tiplerini taklit ederler, gözler, burunlar ameliyatla büyütülür, hatta gözkapağı yapıştırılır."
"Dört imparator Tanrı anlamında" Şitennoji Tapınağı'na yürürken anlatılan: "İmparatoriçe Suiko'nun 16 yaşındaki yeğeni, faziletli insan anlamında Şotoku Taişi'nin naipliği sırasında, 6. yy'da, Kore'den bir paket çay ve bir notla birlikte bir Buda heykeli geliyor. O sıralar her derebeyi kendi ailesini, atasını en kutsal sayıp vergi vermediğinden, imparator zayıflamakta. Bu yüzden Şotoku, Budizm'i destekliyor. Kore asıllı siyaset bilimi hocası Şotoku'yu eğitiyor. 8. yy'a dek resmi dil Çince'dir. Şotoku daha 10 yaşındayken tüm sorulara yanıt veriyor, aynı anda 10 kişinin sorununu dinleyip çözümlüyor. Savaşı kazanırsam... deyip burada bir ağaç dikiyor."
"Bu ilk Budist tapınaktır." Grubun altından geçtiği her zaman parlak turuncu ahşap sütunlar üzerine yatay olarak konan yumuşak hatlı ahşap kolonları "bir Şinto kapısı" diye tanımlayan hanım rehber, girişteki sağlı sollu, korkutucu ifadeli, öfkeli iki muhafız heykelinin görevinin "kötülüğü içeri sokmamak" olduğunu söyler.
Grup, yolun iki yanına dizili, bağışçının adını taşıyan taş fenerler arasından, ortada, içinde tütsü yakılan, böylece tapınağa girmeden dumanıyla arınılan bir çeşit şadırvana ulaşır. Zen Budizm tarzında tırmıkla taranmış, basılmayan çakıl bahçelerle sarılı bina kompleksi, akan su gibi yumuşak hatlı çatılar, beş katlı bir pagoda...
Kutsal alanları belirleyen, çevresine gerili halata kedimerdiveni benzeri beyaz, özel olarak katlanmış kağıt/kumaşlar takılı. Ahşap plakalara yazılı dileklerin asıldığı panoları geçerek, önüne kaplar içinde elma, fasülye, pirinç, ambalajlı yiyecekler konmuş Buda heykelinin bulunduğu tapınağa giren gruba hanım rehber, Şotoku'yu anlatmaya devam eder: "Buda ile özdeşleştirilmiş, doğumları aynı biçimde... 620'lerde öldüğünde geride 12 çocuk bırakan Şotoku'nun ardından "sen öldüğünde Dünya karardı" diye ağıtlar yakılmış... Kadastro, anayasa, keyfi vergi ve bedensel hizmeti de düzenleyen çok önemli reformlar yaptı."
400 çeşit çiçeği olduğu söylenen -meyve vermeyen kiraz- sakura ağaçları arasından yürüyerek, iri taşlarla örülü, su dolu hendeğin sardığı, taş beden üzerinde yükselen ahşap yapı, Osaka Kalesi: Girişte, bu defa, oluktan akan temiz suyun özel kepçelerle alınarak ellerin, ağzın yıkandığı arınma yalağı var. Taş duvarlarda restorasyon farklı renkte -sarı- taşlarla yapılmış. Kaleye çıkan basamaklar, ortadaki düzenekten incecik püsküren suyla serinletilmekte.
"Beylikler döneminde, çevresinde "aptal!" diye çağırılan 17 yaşında Nobunaga isimli bir bey..." diye anlatır rehber, "topraklarından geçen zengin bir derebeyi öldürünce yıldızı parlıyor... Arkadaşı 18 yaşındaki Hideyoşi ile öldürülen beyin yardımcısı 22 yaşındaki İeyasu, bu üçü birlikte 272 beyliği tek bayrak altına topluyorlar. Burası Hideyoşi'nin evi, kısa boylu çirkin bir adam, aile bağı olmadığından şogun olamıyor, Hıristiyanlığa ilgi duyuyor, Portekizli'lerle ticaret yapıyor, Kore ve Çin'i zaptetmek istiyor ama ömrü yetmiyor. Amerikan Sineması'na çok katkısı olan Kurosawa filmlerinde anlatılan dönem... Birkaç kez yandıktan sonra son restorasyon 1930'da, çatılardaki balıklar yangına karşı koruma."
Grup asansörle en üstkata çıkar, Eschervari merdivenlerle, Hideyoşi'nin yaşamının, hologramlarla üç boyutlu olarak anlatıldığı, giysi, kap kacak, ayı postu giysi vs. sergilenen katları gezerek iner.
Günün son durağı, otele yakın eğlence semti Dotonbori: Alnını yavaşça hareket eden koskoca bir yengecin süslediği dükkân önünden başlayan yürüyüş, rehberin içeriğini anlatıp, grubun tatmasını önerdiği yiyecek tanıtımıyla sürer; "krep gibi olan okonomiyaki, içinde deniz ürünleri vs. olan yuvarlaklar takoyaki, kuşiage, suşi deneyebilirsiniz."
"Abla" grubu, Ganko isimli suşicide karar kılar; bereket 5 kişilik yer için beklemeleri gerekmez, içerideki Japonlar arasında, bir büyük tabak suşi, 2 bira, 3 tatlı -tofu cheescake- yer, lezzetli, temiz yiyecekler, sevecen servis ve çatal istedikleri garsondan aldıkları hızlandırılmış çubuk kullanma kursu dahil, 6.300 yen öderler.
*Seyahat acentesinin katılımcılara dağıttığı katalogdan ek bilgi: (Eğilerek yapılan Japon selamı) Ojigi'de hafif bir baş eğmesinden, tüm vücudu 90 derece eğmeye varan değişik teknikler vardır... Japonlar yabancılardan uygun selam kuralları beklemediğinden hafif bir baş eğmek şeklinde selamlamanız yeterli olacaktır. Bu baş eğerek selamlama, beceriksizce yapılan bir ojigi girişimiyle karşılaştırıldığında daha yerinde olur.
Etiketler:
Avaci Adası,
Budizm,
Kobe,
Kobe Beef,
Osaka Kalesi,
Şintoizm,
Şitennoji Tapınağı,
Wabi Sabi,
Yakuza
17 Eylül 2010 Cuma
25 kişilik turist kafilesinde yer alan "abla", kızkardeşleri ve teyzeleri dörtlüsünün amacı, bu kez, Japonya'yı gezmek.
Kuzey Ege'deki evinden İstanbul'a yollanmadan birkaç gün önce, organizasyonun maddî manevî planlayıcısı küçük kızkardeşinin özenle tarayıp mail adresine yolladığı broşürü satır satır okuyup, -Japonya, Türkiye ile hemen hemen aynı iklim bandında olduğundan-, bavulunu, bir alt paragraftaki "...Valiz serbestisi 30 kg'dır" ibaresini esas alıp, "...Unutmayın ki iyi bir gezgin, en az gerekli eşyanın hamallığını yapan kişidir." uyarısını es geçerek, İstanbul ayarı bol tişörtle dolduran, bu kararından ötürü, -son 115 yılın en sıcak ve nemli Japonya'sında kan ter içinde gezerken- kendisini her gün kutlayan "abla", fermuarını çekip kilitleyerek kapı önüne sürüdüğü iri bagajın tekerleklerine büyük şükran duyar.
3 Eylül 2010'u 4 Eylül'e bağlayan gece saat 01:20'de havalanıp, 11 saat sonra, -kolundaki saate göre 12:20-, yerel saatle 18:20'de Osaka'ya varan 25 kişilik turist kafilesinde yer alan "abla", kızkardeşleri ve teyzeleri dörtlüsünün amacı, bu kez, Japonya'yı gezmek.
Parmaklarını koydukları cihaz, turistlerin izleri kaydederken, birer adet de fotoğraflarını alarak işlemlerini hızlıca tamamlar; grup yine sade ve gayet açık biçimde yönlendirilerek para bozdurmak üzere banko önüne dizilir. Çevrelerinde zarifçe dolaşıp, hafifçe öne eğilerek doldurmaları gereken formları, tebessümle işaret eden görevliden sonra seğirttikleri, ellerindeki euro'ları iki eliyle tuttuğu bir tepsicik içine alan, karşılığı yenleri (1000 Yen=17 TL) yine aynı tepsicik içinde, yine iki eliyle, vermekten çok sunan, tüm diğer personel gibi gülümseyen görevli, bu andan sonra sürekli karşılaşacakları karakteristik Japon nezaketi ile zerafetinin bir örneği gibidir.
İşlemlerin tamamlanmasını beklerken -ülkenin tümünde olduğu gibi ücretsiz, temiz- tuvalete giren "abla" küçük grubu, teknolojik bir sürprizle karşılaşır: Oturma kısmının sağ kısmına bağlı bir panelde, gürültüyü gizleyen gürül gürül sifon efekti "flush sound" düğmesi, stop'a basıldığında kaybolan ince bir taharet borusunun yavaşça görünüp, el değmeden temizlik sağladığı, fıskıye çizimi üzerinde yan oturmuş kadın piktogramlı bir başka düğme, üfürerek kurutma sağlayan bir düğme daha, oturulan yeri ısıtan bir tane daha, nihayet stop düğmesi, su basıncının, sesin, ısının ayarlanabildiği birtakım düğmelerle yanyana. Tüm bu konforun rehavetine kapılan grubun, seyahatin tümü boyunca bir şakaya dönüşen, -kimi duvara gömülü düğme, birkaçı önünden el geçirilerek çalıştırılan, kollu ya da sensörlü...- asıl sifon düğmesinin nerede olduğunu bulma mücadelesi. Bu arada tuvaletler içinde, bebek oturtma sandalyesi, küçük çocuklar için kapağı ufaltan gereçler, lavabolarda genellikle sensörlü musluklar... Tuvalet konusunda sürprizlerden biri de, izleyen günlerde görecekleri, çok kabinli tuvaletlerde yerleri girişte krokilerle belirtilen -"abla" grubunun Çin'de ve Nepal'de de rastladıkları cinsten-, önü yüksekçe yarım kubbeyle örtülü, deliği arkada değil de önde olduğundan bazı yerlerde dikey ve yatay iki tutunma borusunun olduğu duvarda gülen bir yüzle "front" diye işaretlenen, basma yeri olmayan, derince Japanese Style yer tuvaleti.
Turistleri, doğuştan gibi görünen tebessümüyle karşılayan, daha sonra "abla" küçük grubuna adını "Takao, kakao gibi..." diyerek belleten yerel rehber Nakazato eşiliğinde grup, ters işleyen trafik yüzünden sağda oturan şoför Fujino'nun kullandığı otobüse biner, Osaka'ya doğru yola koyulur.
İstanbul'dan birlikte geldikleri, şakır şakır Japonca konuşabilen rehber hanımın yolboyu anlattıkları: "Bekletmezler, biz de zamanı dikkatli kullanalım... Kansai Havaalanı'nı denizi doldurarak yaptılar, kazık çakma işlemi 10 yıl sürdü, pırıl pırıl bir sanayi bölgesidir Kansai... Osaka nüfusu 3,5 milyon, çevresiyle birlikte 13 milyon... Alışverişlerde yen kullanılıyor, POS makinesi pahalı, işlemleri elle yapıyorlar, kredi kartıyla alışveriş çok uzun sürüyor... Bakkal anlamına kombinilerden su alıp içelim... Cep telefonu kiralayanlar Türkiye'yi 0061010/90/212.... diye arayacaklar... Sigara içilen yerler özel olarak belirlenmiştir... Ülkenin %30'unda oturulur, %70 dağlıktır, yüksek binalar, aralara parklar, bahçeler koyduklarından rahatsız etmez... Merkezde 18 metrekare evlerde yaşarlar... Greenpeace'in en sinir olduğu millet Japonlar, suşi yiyeceğiz diye... Lunapark severler her şehirde dönmedolap vardır... Osaka Türkiye'nin Kayseri'si gibidir, ticaretin bir geleneği vardır... Maskeyi genelde kendilerini değil, nezle falansalar, diğerlerini korumak için takarlar... Taksiler çok temizdir, göreceksiniz beyaz dantelli koltuklu, arka kapıyı otomatik olarak açarlar, pahalı değildir... Japonların kendileri seyahat yaptıkları için Eylül'den itibaren oteller doludur... Pazarlık yoktur, iyi muamele görürsünüz, müşteri Tanrı'dır derler... Geç saatlere kadar çalışırlar, patron çıkmadan işten çıkmazlar..."
Otele varıp, tüm Japonya gezisi boyunca beyaz eldivenli görevliler taşıdığından, bavullarını odalarında bulan "abla" grubu, yemekten sonra -doğru söylenişinde O'nun uzunca okunduğu Osaka'nın- eğlence muhiti Dotonbori girişine dek yürür, ışıkla süslü tâk altında fotoğraf çektirir, iş çıkışı 18:30 sularında yemeklerini yeyip erken yatan geleneksel Japonlar dışında kalan, yoluna çıkanı zille değil de ışıkla uyaran bisikletli, yaya, tümü jöleli saçlı oğlanlar ile "abla"nın kızıyla damadının dergi çekimlerinden gördüğü dantelli, tüylü, pullu payetli tuhaf giysiler içindeki beyaz yüz-siyah uzun takma kirpikli kızların oluşturduğu kalabalık arasından yürüyerek otele dönerler.
Japonya gezisi boyunca yataklarının ayak ucunda buldukları, rahat, geleneksel ev giysisi yukatasına sarınıp, uyumadan önce, -her yolculukta olduğu gibi- ülke ve insanları hakkında ipuçları yakalamak üzere, TV izleyen "abla", yaşlılar için tasarlanmış, asılan çamaşırları az çabayla pencere yüksekliğine kaldırıp indiren bir gerecin tanıtımına tanık olur. Odanın kök sökmeden, kolayca kullanılan kliması, son derece işlevsel olması yanında basit banyo bataryası, "insan için tasarım" fikrindeki "abla"nın, ilk günden hayranlığını kazanan konulardandır.
3 Eylül 2010'u 4 Eylül'e bağlayan gece saat 01:20'de havalanıp, 11 saat sonra, -kolundaki saate göre 12:20-, yerel saatle 18:20'de Osaka'ya varan 25 kişilik turist kafilesinde yer alan "abla", kızkardeşleri ve teyzeleri dörtlüsünün amacı, bu kez, Japonya'yı gezmek.
Parmaklarını koydukları cihaz, turistlerin izleri kaydederken, birer adet de fotoğraflarını alarak işlemlerini hızlıca tamamlar; grup yine sade ve gayet açık biçimde yönlendirilerek para bozdurmak üzere banko önüne dizilir. Çevrelerinde zarifçe dolaşıp, hafifçe öne eğilerek doldurmaları gereken formları, tebessümle işaret eden görevliden sonra seğirttikleri, ellerindeki euro'ları iki eliyle tuttuğu bir tepsicik içine alan, karşılığı yenleri (1000 Yen=17 TL) yine aynı tepsicik içinde, yine iki eliyle, vermekten çok sunan, tüm diğer personel gibi gülümseyen görevli, bu andan sonra sürekli karşılaşacakları karakteristik Japon nezaketi ile zerafetinin bir örneği gibidir.
İşlemlerin tamamlanmasını beklerken -ülkenin tümünde olduğu gibi ücretsiz, temiz- tuvalete giren "abla" küçük grubu, teknolojik bir sürprizle karşılaşır: Oturma kısmının sağ kısmına bağlı bir panelde, gürültüyü gizleyen gürül gürül sifon efekti "flush sound" düğmesi, stop'a basıldığında kaybolan ince bir taharet borusunun yavaşça görünüp, el değmeden temizlik sağladığı, fıskıye çizimi üzerinde yan oturmuş kadın piktogramlı bir başka düğme, üfürerek kurutma sağlayan bir düğme daha, oturulan yeri ısıtan bir tane daha, nihayet stop düğmesi, su basıncının, sesin, ısının ayarlanabildiği birtakım düğmelerle yanyana. Tüm bu konforun rehavetine kapılan grubun, seyahatin tümü boyunca bir şakaya dönüşen, -kimi duvara gömülü düğme, birkaçı önünden el geçirilerek çalıştırılan, kollu ya da sensörlü...- asıl sifon düğmesinin nerede olduğunu bulma mücadelesi. Bu arada tuvaletler içinde, bebek oturtma sandalyesi, küçük çocuklar için kapağı ufaltan gereçler, lavabolarda genellikle sensörlü musluklar... Tuvalet konusunda sürprizlerden biri de, izleyen günlerde görecekleri, çok kabinli tuvaletlerde yerleri girişte krokilerle belirtilen -"abla" grubunun Çin'de ve Nepal'de de rastladıkları cinsten-, önü yüksekçe yarım kubbeyle örtülü, deliği arkada değil de önde olduğundan bazı yerlerde dikey ve yatay iki tutunma borusunun olduğu duvarda gülen bir yüzle "front" diye işaretlenen, basma yeri olmayan, derince Japanese Style yer tuvaleti.
Turistleri, doğuştan gibi görünen tebessümüyle karşılayan, daha sonra "abla" küçük grubuna adını "Takao, kakao gibi..." diyerek belleten yerel rehber Nakazato eşiliğinde grup, ters işleyen trafik yüzünden sağda oturan şoför Fujino'nun kullandığı otobüse biner, Osaka'ya doğru yola koyulur.
İstanbul'dan birlikte geldikleri, şakır şakır Japonca konuşabilen rehber hanımın yolboyu anlattıkları: "Bekletmezler, biz de zamanı dikkatli kullanalım... Kansai Havaalanı'nı denizi doldurarak yaptılar, kazık çakma işlemi 10 yıl sürdü, pırıl pırıl bir sanayi bölgesidir Kansai... Osaka nüfusu 3,5 milyon, çevresiyle birlikte 13 milyon... Alışverişlerde yen kullanılıyor, POS makinesi pahalı, işlemleri elle yapıyorlar, kredi kartıyla alışveriş çok uzun sürüyor... Bakkal anlamına kombinilerden su alıp içelim... Cep telefonu kiralayanlar Türkiye'yi 0061010/90/212.... diye arayacaklar... Sigara içilen yerler özel olarak belirlenmiştir... Ülkenin %30'unda oturulur, %70 dağlıktır, yüksek binalar, aralara parklar, bahçeler koyduklarından rahatsız etmez... Merkezde 18 metrekare evlerde yaşarlar... Greenpeace'in en sinir olduğu millet Japonlar, suşi yiyeceğiz diye... Lunapark severler her şehirde dönmedolap vardır... Osaka Türkiye'nin Kayseri'si gibidir, ticaretin bir geleneği vardır... Maskeyi genelde kendilerini değil, nezle falansalar, diğerlerini korumak için takarlar... Taksiler çok temizdir, göreceksiniz beyaz dantelli koltuklu, arka kapıyı otomatik olarak açarlar, pahalı değildir... Japonların kendileri seyahat yaptıkları için Eylül'den itibaren oteller doludur... Pazarlık yoktur, iyi muamele görürsünüz, müşteri Tanrı'dır derler... Geç saatlere kadar çalışırlar, patron çıkmadan işten çıkmazlar..."
Otele varıp, tüm Japonya gezisi boyunca beyaz eldivenli görevliler taşıdığından, bavullarını odalarında bulan "abla" grubu, yemekten sonra -doğru söylenişinde O'nun uzunca okunduğu Osaka'nın- eğlence muhiti Dotonbori girişine dek yürür, ışıkla süslü tâk altında fotoğraf çektirir, iş çıkışı 18:30 sularında yemeklerini yeyip erken yatan geleneksel Japonlar dışında kalan, yoluna çıkanı zille değil de ışıkla uyaran bisikletli, yaya, tümü jöleli saçlı oğlanlar ile "abla"nın kızıyla damadının dergi çekimlerinden gördüğü dantelli, tüylü, pullu payetli tuhaf giysiler içindeki beyaz yüz-siyah uzun takma kirpikli kızların oluşturduğu kalabalık arasından yürüyerek otele dönerler.
Japonya gezisi boyunca yataklarının ayak ucunda buldukları, rahat, geleneksel ev giysisi yukatasına sarınıp, uyumadan önce, -her yolculukta olduğu gibi- ülke ve insanları hakkında ipuçları yakalamak üzere, TV izleyen "abla", yaşlılar için tasarlanmış, asılan çamaşırları az çabayla pencere yüksekliğine kaldırıp indiren bir gerecin tanıtımına tanık olur. Odanın kök sökmeden, kolayca kullanılan kliması, son derece işlevsel olması yanında basit banyo bataryası, "insan için tasarım" fikrindeki "abla"nın, ilk günden hayranlığını kazanan konulardandır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)