26 Eylül 2010 Pazar

"Abla" grubu, Japonya'daki altıncı -bayramın ilk- günlerinde, Kyoto'da gezerler.

9 Eylül 2010, Perşembe sabahı, katılımcıları otobüste, "dün Nakazato'dan rica ettim, bize macadamia'lı çikolata ile yatsuhaşi getirmiş, bir de Türkiye'den teyzenin getirdiği lokum var" diyerek karşılayan rehber ikramları yapar; grup bayramlaşırken Nijo Kalesi'ne varırlar.

Su bendiyle çevrili, taş duvarlı kalenin ilk kapısı sade, ikincisi süslü: "1600 tarihli şogun kalesinin öncesinde de, burada bir kale vardı, 1800'lü yıllarda önemli bir karargâh..." Ayakkabılar çıkarılarak girilen, basıldıkça özel biçimde döşenmiş zeminin kuş gibi cıvıldaması, güvenlik amaçlı bir tür alarm... "Duvar resimlerindeki hayvanlar, belli ki, bunları hiç görmemiş ressamlarca çizilmiş. İnce bez, tutkalla incecik tuvaller haline getirilir, altın varakla sıvanır, sonra eskitilerek resimlenir."

İyi dilek ve hediye sunum odası
; "çam ağacı -matsunoki- varak zemin, işlemeli tavana yakın ahşap oyma paneller, odalar arası havalandırma amaçlı, resimler pastel tonlu, pencerelerde hafiflik ve deprem düşünülerek kâğıt kullanılıyor, kirlenince değiştiriyorlar. Paneller açıldığında, şogun, bahçeyi en geniş açıdan seyredebiliyor. Kano Tanyu resimde bir ekol, halâ sürüyor." Oymalarda "tavuskuşu çok kıymetli..."

"
Hediye gelenekleri sürer; okazukai dedikleri bir şey var, yolluk gibi; babaanne uzağa giden torununa, diyelim 10.000 yen vermişse bunun %7'si torunun, %3'ü babaanneye hediyedir. Para zarfa ya da mendil içine konarak verilir."

Bekleme odası; "toplu ziyaretlerde kabul, belli bir hiyerarşiye göre... birden fazla derebeyi geldiğinde başka başka odalara alınırlardı, birden çok bekleme odası vardır. Şogunluk babadan oğula geçer, 7-10-18 yaşında şogunlar var, tabii arkalarında naipler..."

Kabul odası, "şoguna en yakın oturan page boy, onun suikaste karşı yakın koruması, eskiden panellerin arkası da samuray doluymuş... Şogunluğun bitişi, 1867'de bu odadan, son şogunun ağzından ilân edildi."

Şogun'un ofisi, "Duvar resimlerini Kano ekolünden başka bir ressam yapmış, kendine yakın olanları kabul ettiği, dinlendiği odadır, dört kadın hizmet eder. Kadınlar, kuşaklarındaki kamayı, baskın anında boğazına saplar, kendini koruma ya da intihar amaçlıdır."

Grubun dikkatini önceki odalarda gördükleri, havalandırma amaçlı oymalara çeken rehber "her iki yönde farklı konular işlenmiştir" der, "meşe ve selvi çok kullanılıyor, belli standarttaki ağaçlar 10-20 yıldır çok azalmış, eskiden çapı 1 metreyi aşan ağaçlar varken şimdi yok, Tayland'dan ithâl edilenleri ise kullanmadan 20 yıl bekletmek gerekiyormuş."

Silahların alıkonduğu oda, "Şogunun iki ayrı boyda iki kılıcı var, kılıcı ruhu demek, statü belirler, marifete göre, önce küçük sonra büyük kuşanılır, şogun'un kılıcına kazara çarpmak ölümle cezalandırılır."

Şogun'un imparatorun ulağını kabul ettiği oda, "bir tek burada şogun, konuğundan aşağıda oturur."

Ayakkabılarını giyip, şapkalı, formalı pırıl pırıl öğrencilerin doldurduğu bahçeye inen grup, kayalarla çevrili, nilüferli göleti, minik şelaleleri, kışın donmasın diye pirinç yapraklarıyla sarmalanan palmiyeyi fotoğraflarlar.

Grup fotoğrafı sonrasında, etraflarını saran, tüm fotoğraflarda -ille de- "V" işareti yapan Japon öğrencilerin öğretmeni, Türkiye'den geldiklerini öğrenince, sempatiyle "so far!" der. "Abla"nın, 7 Ocak 2010 akşamı katıldığı, Japonya Başkonsolosu'nun, 120. yılında, Ertuğrul Fırkateyni faciası nedeniyle paylaşılan acı ile, THY'nın Irak savaşından kurtardığı Japonların vefa duygularını belirttiği açılış konuşmasıyla ilişkilendirdiği bu ilgi, gezinin geri kalanında da "Turko!" olduklarını öğrenen herkesten sevgi saygı biçiminde yansıyacak...

"Nijo Kalesi'nde bahçe ile 2500 metrekarelik alanda, Honmaru denen gezdiğimiz bölüm dışında, 1912'ye dek imparator ailesinin kullandığı Ninomaru isimli yazlık saray var. Savaşta ofis olarak kullanılmış sonra müze olmuş."

Otobüsten, yıldız şeklinde traşlanmış tepeyi gösteren rehber, "8. ayın 17'si, Daimonji Festivali'nde, orada odunlar yığılır yakılır, Tanrı maketi omuzlarda taşınır, geiko ve maikolar giyinir süslenir, yürürler." diye anlatır.

1397'de 8. şogun Yoşimitsu'nun yaptırttığı Kinkaku-ji, Altın Tapınak, üç katlı, alt katı Zen tarzı döşenmiş, üç kez Nobel adayı olmuş Mişima'nın üst bürokrat babasının "ben bu Dünyada, Altın Tapınak'tan güzel birşey görmedim" dediği kadar var. "1950'de bir üniversite öğrencisi, intihar niyetiyle Altın Tapınak'ı yaktı. Gerekçesi, bu güzellik karşısında kendisinden nefret ettiği... idi. Mahkeme, aşağılık kompleksi içinde hareket ettiğine karar verdi."

"Zen Budizm'i öğrenmek isteyen Amerikalı bir kadınla evlenen Dr. Suzuki'nin yazıları sayesinde Batı, Zen Budizm'le tanıştı. Bu bir tarikat, bir yaşam biçimidir, kutsal metin yoktur, Tanrı yok, aklı da erteler, bu yüzden din değildir, yol göstermez, sınırlamaz; içinizi iki pürüzsüz aynanın birbirine bakışında gördüğü gibi yansıtabilirseniz özgürlüğe kavuşabilirsiniz, der. Amaç akıldaki şalteri indirip herşeye önyargısız bakabilmek... Ama hiçbir hoca şöyle yap, böyle yap demez, sinyaller verir, o kadar... Canlı sayısınca yol, yöntem olduğundan, kişinin kendi kaynaklarını değerlendirmesini bekler... Sezgiye yatırım yaptığından samuraylar arasında çok tutulmuştur. Kılıcınızı ne kadar hızlı çekerseniz ölüm size o kadar uzaktır, derler. Türkçede bu konuda en iyi kitaplar Yol Yayınları'ndan çıkmıştır, çeviriler de yazılanlar kadar iyi... "


Bahçede, min. 400 yıllık bir ağacın destekle nasıl korunduğunu fotoğraflayan grup, -kütükle geçilebilen birini, minik bir pagodanın süslediği-, kayalık, ağaçlı ufak adalar arasında iri Japon balıklarının yüzdüğü gölet kıyısında para atılan kaya oyuğunu, şogunun, nişini canlı bir ağacın süslediği çok sade çay odasını, söğüt kabuğu döşeli ufacık çatının altındaki taş koltuğu görür.

Otobüsle öğle yemeğine giderken, "Sumo'culara gelince" der rehber, "Sumo yalnızca bir spor, bir güç gösterisi değil, bir ritüel... 200 kiloluk adamlar, günde 2000 kez çöküp kalkarlar. Elitin izlediği bir spordur, biletleri min. 350 TL'dir. Başlamadan izleyicilere doğru tuz savurup, kutsar. Yakuza ile çok sıkı ilişkisi vardır. Uzun bir masanın bir ucuna oturur, kenarı boyunca dizilmiş, et, tavuk, balık tabaklarını önüne doğru ittirirler. Havayollarında özel koltuk, tuvalet düzenlenir, hatta popolarını yıkayan kızlar bile var... Yaşamları çok disiplinlidir. Kalp problemleri yüzünden 30'lu yaşlarında bırakıyorlarmış. Son zamanlarda Japonların yerini Hawaili, Moğol güreşçiler almış, güreşleri Moğollar kazanıyormuş. Popüler değil ama kıymetli bir spor..."

Öğle yemeği, Japon fondüsü de denilen Şabu Şabu, ismini, incecik et dilimlerinin, masanın ortasındaki tencerede, kayanamakta olan suya atılışı/yenilişi sırasında çıkan, şapırtılı sesten alan bir yemek. (Şabu şabu, argoda, damardan uyuşturucu almak anlamına geliyormuş.) Rehber, masa masa dolaşarak, etlerin şöyle bir çevrilerek pişirildiğini, suya daha sonra sebzeler atıldığını, minik kaplardaki, soyalı, susam ezmeli soslara banarak nasıl yenildiğini uygulayarak anlatır. Her daim pirincin eşlik ettiği yemeğin arkasından, Takao'nun, -gevrek pirinç unu yufkasına sarılmış, tarçınlı fasülye ezmesi- yatsuhaşi'si yenir.

Grup, http://www.phototravels.net/kyoto/zen-gardens-nanzen-ji.html adresinde güzel resimlerinin görülebileceği Zen bahçesine yol alırken, "Shirakava Nehri, sayfiye türü yerleşimlerin mahâli" diye anlatır rehber, "kutsal Hiei Dağı dolayısıyla, bu yöre Zen Budistlerin merkezidir. Tapınak demelerine karşın Nanzen-ji tapınak değil; 14. yy'da, imparator Kameyama sarayındaki hayaletlerden çok rahatsız olur, bir rahip meditasyonlar yaparak sarayı temizleyince, ona büyük bir ev hediye eder."

Japonların, sakuranın tersine, yapraklarının kızarışını,
Kuzey'den Güney'e izledikleri akçaağaç bahçesinden geçerek, bir öğrencinin projesine göre yapılmış, Biva Gölü'nden su taşıyan kemerler ardından eve ulaşan grup ayakkabılarını çıkarır; 500 yen verip, açık panoların sergilediği minik şelaleli bahçeyi seyreden çiftin bulunduğu odaya girmeyip, yere oturamayan yabancılar için düzenlenmiş, duvar saatli, Türk halılı, masa ve altı sandalyeyle döşeli oda önünden geçer, gri seramik kiremit döşeli akar çatının örttüğü verandaya dağılır, bir zaman, fonunda bulutlu tepeyle çok güzel, yer yer yosun, çimenle renklenmiş, serili çakılla desenli bahçeye bakarlar.

Gezi, resimli panoların böldüğü pek çok huzur odası, kanepeli bir başka kabul odası, bahçede taş fenerler, göletler, çiçek öbekleri, kutsal su arınma yalakları, oluklardan yere suyu sakince indiren çan figürlü zincirler geride bırakılarak sona erer.

Bir sonraki durak, 15 dakika süren, kimonodan çok zarafet defilesi ile, Kimono Okulu; üst katta, erbabının hayran kalacağı tekstil alışverişi sürerken, "abla" ile kardeşleri alt katta değişik nebatın satıldığı reyonu incelerler; kendilerine uzun uzun açıklamalar yapan tezgâhtarlardan, -biraz merak, biraz da nezaketen, ne olduğunu pek de anlamadıkları- iki paket sebze (?) almak isteyen kardeşlere, kadınların, -belli ki durumu sezerek-, küçük paketleri önerip satmaları, dürüstlükleri ile ilgili pek güzel bir gösterge sayılsa gerektir.

Otobüsle geçtikleri köprüden, nehir kıyısında jimnastik yapan bir grup okul çocuğunu gösteren rehber, "okul sistemi bizdeki gibi, anaokulundan itibaren sınavla, ada ülkesi olduklarından mı nedir, dil eğitimi kötü... Londra'da dil okullarında 70.000 Japon okuyor" diye anlatır, "Son zamanlarda bebeklerini doğumda terkeden anneler artmış, hastanelere bebek odaları yapmışlar, bebek bırakıldıktan bir kaç dakika, bırakan uzaklaşacak kadar bir süre sonra, alarm çalıyor, soruşturmadan alıp bakıyorlar, doğurganlık çok düşük, bebek kıymetli..."

Akşam yemeğini, (Kyoto'da Geiko, Tokyo'da Geisha Evi) O-chaya'da yemek üzere yola koyulan, -beyleri mütebessim- gruba, rehberin anlattıkları: "Başlangıcı 11.yy'a dek uzanır, çayhaneler samurayların sosyalleşmesi için... köylüler çok fakir, kızlarını çayhaneye veriyorlar, kızlar burada şiir, şarkı öğreniyor, genel kültür ediniyor, evli samurayları karıları teşvik ediyor, kızlardan moda hakkında birşeyler öğrenip gelip anlatsın diye... çayhaneden bir kız almak onur meselesi, 14-15 yaşında kızın, ailesiyle birlikte karar verilir, 20 yaşına dek maiko'dur, kazancı, evin annesine, okami'ye gider, ev değiştirilmez, sadakat esastır. Sonra geiko (Tokyo'da geisha) olurlar. Bizdeki imajı yanlıştır. Özel yemeklerde eşlik ederler, sosyal dayanışmada aracıdırlar, saygındırlar; A beye hizmet eden kıza B bey el koymaz, cinsellik kadının onayı olmadan asla gerçekleşmez. Sevgili olarak da ayrılıp gidemez... Bu evler kayıtlıdır, çok ciddi, sabır gerektiren eğitimi var. Artık kızlar yapmak istemiyorlar."

Küçük güzel bir Zen bahçesi içinden, irice taşlara basarak ulaştıkları, yerden yüksek, panoların bahçeden ayırdığı mekâna, tatami döşeli sade odaya ayakkabılarını çıkararak giren, yer masaları çevresine, arkalıklı ayaksız sandalyelere yerleşen gruba ilk servis -tüm yolculukta olduğu gibi- sıcak, mis kokulu, ıslak havlu ve sürahiyle bardaklara buzlu su, ardından yeşil çay...

Sake siparişi verilirken, kırmızı ruj ve pembe farlı yüzleri beyaz boyalı, kimonolu, bir maiko Tanewakasan, bir geiko Miehinasan, yanlarında şamisen çalgıcısı çok yaşlı bir hanımla gelir, masalara dağılırlar.

Masanın başındaki "abla"nın minik sake kadehini, boşalmasına fırsat kalmadan doldurup, "iç" işareti yapan çalgıcı hanımın bu davranışının nedeni; rehberin anlattığına göre "Japonya'da gelenektir, insanlar karşılıklı birbirlerinin içki kadehlerini doldururlar."

"Abla" grubuna yakın oturan, katılımcıların en genci güzel kızın yanına zarifçe ilişen Tanewaka, sınırlı İngilizcesiyle onu çok güzel bulduğunu belirterek, yumuşacık konuşmasıyla sohbet başlatır; 16 yaşından beri maiko, şimdi 19 yaşında olduğunu, 20 yaşına gelince geiko olacağını anlatır, "ayda iki kez senin gibi giyiniyorum" der, onun dışında, eğitimi, yaşamı, geleneksel giysi, saç ve makyajla sürüyormuş.

Yemek sürer; yeşil yoğun sıvıda altta patlıcan, üzerinde sebze püresi, onun da üzerinde incecik bir dilim balık, başka bir kapta bir damla altın varaklı pişmiş bir dilim havuç, pirinç, bir başka balık, sebze, tatlı, her biri farklı, kapaklı kapaksız, bazısı ayaklı porselen, toprak, ahşap kaplarda, kapak içleri bile motifli... Yiyecekler, o küçücük kaplarda, ya yaprak ya da kâğıt üzerinde, yanında ya minik bir dal kır çiçeği, ya bir gül goncası; daha minik kaplar soslar için. "Abla"nın gördüğü yemekten çok resim; bu yüzden, bu çok özel mutfağın yemeklerini anlatma işine soyunmaz bile; bir tek, okurunu, tabağın kenarına konan küçük yeşil öbeğin, hardal efektiyle çok acı, soya sosuyla karıştırılınca muhteşem bir sos olan, -Japonya'da ölen eski kız arkadaşından miras kızıyla (Ryoko Hirosue) başı belâda polisin (Jean Reno), eğlenceli hikâyesini anlatan Luc Besson filmine adını veren- wasabi konusunda uyarmayı boynunun borcu bilir.

Derken, bu kez Miehina, "abla"nın karşısına, kardeşlerinin arasına katılır; ismini sorduklarında lâtin alfabesiyle yazar, "abla"nın ricasını kırmaz, defterine Japon alfabesine göre bir kez daha yazar. Anlamını bilmek istediklerinde "beautiful" olduğunu söyleyince, "abla" nın, Türkçe'deki karşılığını yazıp kendisine verdiği kağıdı, kimonosunun göğsüne yerleştirir, bin teşekkürle masadan ayrılır.

18:30'da başlayan yemeğin sonlarına doğru, çalgıcı hanımın şamisenle çalıp söylediği sararmış yapraklardan sözeden hüzünlü aşk şarkısına, zarif hareketlerle dans eden Miehina; Gion Bölgesi'nden sözeden şarkıya da, bir bölümü dizler üzerinde, sözlerle uyumlu, yumuşacık dansıyla Tanewaka eşlik eder.

Yere yayılan kırmızı örtü üzerinde, kızların ortasında fotoğraf çektirme faslı da sona erdiğinde sıra, günün son atraksiyonuna gelir: Şamisenin ritmik melodisi eşliğinde, kızlarla karşılıklı, yere konan ayaklı, yastıklı küçük masa üzerinde, yuvarlak bir objenin sırayla konup kaldırıldığı, boş masaya elini yumruk yapmadan koyanın yandığı eğlenceli oyun, oynayanlar kadar izleyenleri de eğlendirir.

Hiç yorum yok: