21 Aralık 2010 Salı

Konya'daki son gününde "abla", Sille Köyü'nü, Meram'ı, Tavus Baba ile Ateşbaz-ı Velî'yi ziyaret eder.

Kızının Reiki öğretmeninin, nasıl yapılacağını öğretip önerdiği birkaç hareketi hayatına katmak üzere edindiği Tibet'in Gençlik Pınarı kitabından çektirdiği fotokopileri, bir göz atıp, pek açmadığı bir dolaba tıkan kendisi değilmiş gibi, sabah sessiz dergâhın meydanına, bir gün önceki saatte koşarak inen "abla", orada sadece, Tibet Hareketleri için rehberlik eden katılımcı beyi bulur; beş on dakika sonra gelip esnek bedeniyle hareketleri su içer gibi yapan hanımın eklenmesiyle, elbette bir gün öncekinden daha iyi performans sergileyemeden, bir gayret hareketleri tamamlar.

9:30'da toplanıp yola koyulan, kar güzeli Konya'dan sekiz km. uzaklıktaki, rehberden adının, ortasından geçen, ikide bir taşarak ahalisini, -şimdilerde baraj gölüyle kontrol altına alınmış- selle boğuşmak zorunda bırakan sudan gelme olduğunu öğrendikleri, mübadelede yerlisinin büyük kısmı göç etmiş, Romalılara ait anlamına Rum köyü Sille'ye varan katılımcılar otobüsten, Sille Konak isimli hem kendisi, hem manzarası büyülü mekân önünde kahvaltı için inerler.

Kapısında, Sille Konak 1652 Tevellüt yazılı ahşap eski konağın içi kalabalık; üst katta sıcacık sobayla, bağrındaki oyuklarda yaşayanların anılarıyla yüklü, bilge dağa bakan pencere arasındaki uzun masaya yerleşen, rehberin "görüşme" dediği, dervişin kendisine hizmet eden her şeye teşekkürü anlamına gelen öpücüğü çoktan unutmuş, ham gelmiş, ham gideceğe benzer derviş grubu, mükellef kahvaltının keyfine dalar.

Açık büfede, ev yapımı çörek, reçel, kaymak, tereyağ, saflığı erbabınca kontrol edilen bal yanı sıra, tepeler halinde, benim! diyenin, tümünün adlarını sayamayacağı otlar var. Minik sac kaplarda servis edilen omlet, börek, masanın yanı başına konan semaver, en mızmız müşteriyi memnun edecek kahvaltının yan ögeleri. "Abla" için ise en büyük ikram, tam karşısındaki, tepesinde tozuyan incecik karla köyü esirgeyen, tefekküre dalmış derviş huzuru içindeki dağ...

Otobüs, hem İpek Yolu, hem de Roma, Bizans, Kudüs güzergâhında olduğundan önemini hiç yitirmemiş; yerleşimin ilk izlerinin 6000 yıl öncesine dayandığı köyün içinden, ahşap sütunlu Selçuklu yapısı cami önünden geçerek tırmanır. İlk Bizans imparatoru Konstantin'in annesi Helena için MS: 371'de yaptırılan Aya Eleni Kilisesi'nden, tepede Hıristiyanlarla Müslümanların bir arada yattıkları mezarlıktan, tarih saklayan höyüklerden söz eden rehber, genişçe bir düzlükte inen, buzda kaymamak için kol kola girmiş gruplar halindeki katılımcıların önüne düşer, yumuşak volkanik kaya içine oyulmuş, odaları, defin yerleriyle bir kilise kalıntısına ulaşırlar.

El ele verilip olaysız inilen tepeden, Meram Bağları'na yönelen otobüste, "abla", yol boyu, rehberin bilgi vermediği zaman aralıklarında, yanında oturduğu beyin zarif sabrını, kesintisiz sohbetiyle sınamaktan geri kalmaz.

Evliya Çelebi'nin, 1648'de ziyaret ettiğinde, "Peçevi Şehri'nin Baruthane mesiresi, Kırım'ın Sudak Bağı, İstanbul'un yüz yetmiş beşten fazla bahçe ve yanında gülistanları, Tebriz'in Sehcihan Bağı, bu Konya'nın Meram mesiresinin yanında bir çemenzâr bile değildir." dediği Meram'da duran otobüsün yolcusunu, atkestanesi ağaçlarının sarısı düşmüş su bendi boyunca, karlı, buzlu patikayla Tavus Baba Türbesi'ne ulaştıran rehber anlatır: "Baba denir ama aslındaTavus Hatun diye de bilinir. Hindistan'dan baba ile kızı yanlarında tavusla gelip bu tepeye bir kulübe yapıyorlar, güzelliği simgeler tavus, topraktan akrepleri temizliyor. Baba çok güzel rebap çalıyor, kimse görmüyor, sesine hayran kalanlar yıllarca aşağıdan dinliyorlar, adam ölünce, kız, ben bu yaşımda ne yaparım, nasıl yalnız yaşarım deyip kimseye bildirmeden babasını kulübenin eşiğine gömüyor, onun gibi rebap çalmaya devam ediyor. Bir gün rebabın sesi kesiliyor, gidip bakanlar kulübede, bir rebap, bir eşarp, bir kaç da tavus tüyü buluyorlar..."

Bir sonraki durak, Dünya'daki tek aşçı türbesi, Ateşbaz-ı Velî Türbesi: Türbe içinde, sandukanın berisindeki ufacık alanın bir otobüs dolusu insanı alışına şaşıp kalan "abla", ziyaretini yapar çıkar. Bir kıyıda yaşlı bir kadının, naylon torbalar vererek kalabalığı yönlendirdiği tuz dolu tepsiden, birkaç çorba kaşığı alır, bir düğüm attığı küçük torbayı bel çantasına yerleştirir. Dağıtılması önerilen, konduğu kavanoz yıkanmadığı sürece bereketi sürecek tuzla ilgili olarak "abla", "böyle şeylere inanma(m)!" diyecek olanlar için, bir de Yeni Çağ açıklaması geliştirir: "Kristallerin enerji emdiği, taşıdığı, saçtığı bilinen bir şey, tuz da kristal olduğuna göre..."

"Ateşbaz, ateşle oynayan demek" diye anlatır rehber, "Mevlâna'nın katılacağı bir iftar yemeği hazırlığı sırasında odun bitince telâşa kapılıyor, gidip Mevlâna'ya söylüyor, o da ayakların ne güne duruyor, sür kazanın altına diyor. Ateşbaz denileni yapıyor, yemeğin pişmesine yakın içine bir şüphe düşüyor, şüphe yüzünden ayak başparmağı yanıp kararıyor. Huzura vardığında Pîr görmesin diye yanık parmağı diğeriyle örtmeye, gizlemeye çalışıyor, derviş selamı sırasında öğrenmiştiniz ya, bir başparmak diğeri üzerinde, bundan..."

Dergâha dönüşte, meydanda, sobanın başında evin çalışanı hanım ile yardımcısının yaptığı ıspanaklı, patatesli gözlemeler, lezzeti esrarını koruyan ayranla, soba üzerinde demlenmekte olan Tokat usulü keşkek de, tepsi dolusu tepeleme kütür kütür roka ile afiyetle yenir, üzeri cevizli pekmez peltesiyle süslenir.

Akşam üzeri, uçakla dönecek olanlar havaalanına uğurlanır, gece 23:00'te otobüsü kalkacak olan "abla" küçük sırt çantasını toplar, bir grup bir başka dergâha gider, döner. Bu trafik arasında, evin hanımı, bir gece önce yenilen, çok beğenilen bamya çorbası için getirttiği, her biri birer nohut büyüklüğündeki, ipe dizili kuru bamyayı kevgire koyup iyice ovalayarak, "püf noktası budur..." deyip tarife geçer:

"...2 kişi için 50 gr. kuru bamya yeter, plastik kevgirde iyice ovalanmazsa pişmez, ağza batar; iple suya at, bir tutam limon tuzu koy, yumuşayana dek kaynat, süz, ipini sıyır. 2 orta boy soğanı yemeklik kıy, kavur, azıcık biber salçası, 1 kaşık domates salçası koy, üzerine bamyayı ekle; etli istenirse minik doğranıp kavrulmuş 100 gr. etle beraber, azıcık limonlu, 1/4 oranında bol suda helmelenene dek uzun uzun pişir."

Düzenli olarak, abonesi olduğu paralı kanal tarafından aranıp üç kuruş daha fazla ödeyip şuna, beş kuruş ödeyip bir de buna sahip olacaksınız türünden kampanya tanıtımlarına uğradıkça her seferinde, bana bu kadarı yeter, açık havada olmak istiyorum diyerek pazarın dışında kalmayı başaran, hedefi televizyon denen bağımlılıktan tümden kurtulmak olan "abla", konuk oldukları dergâhlarda baş köşede, -günümüzün tartışmasız tanrılarından- TV olmadan da pekalâ yaşandığını, artan zamanın ötekiyle kaynaşmaya kaldığını, böylece iki-üç gün gibi kısacık sürede içten pek çok dostluk doğduğunu saptamaktan sevinç duyar.

Gece ilerler, yola çıkış saati yaklaşan "abla", sıkı sıkı sarılıp vedalaştığı, kendisini dış kapıya dek uğurlamakta ısrar eden zarif insanlar tarafından sevgiyle yolculanır. Otogara gidecek minibüse dek kendisine, bilge tebessümü hiç eksilmeden eşlik eden kardeşi bir başka güzelliktir; "abla" sanki evine gidiyor değil de, evinden gidiyor gibidir.

Döner dönmez kendisini arayan, Dünya üzerindeki çok sayıdaki şeyhe karşın, güvenilir kaynaklardan, aslında sadece birkaçının kriterlere uygun olduğunu öğrenip kendisiyle paylaşan, kısa tanışıklığı kısacık zaman aralığında birmilyonkalem'in yardım kampanyasında çorbada bir tutam tuza dönüştüren, "sarı fincanlı kız" olarak kodlanıp "abla" öyküsünde rol almayı dileyen, "fan'ın olayım abla" demekle kalmayıp gider ayak aldığı iki paket şekeri "yedikçe bizi hatırlarsın" diyerek hediye eden, ilginç rastlantı birkaçı ile Giritlilik orta paydasını yakaladığı, meydanda hiç yabancılık hissetmeden dolanırken boş bulduğunun yanına oturduğunda iki satır sohbet arasında ruhunu, ruhlarına dokundurduğu, bazıları gelmekte olanı sezen eşlerinin desteğiyle çok güçlü, İzmir, İstanbul, Antalya hatta Kıbrıs'tan, yaklaşmakta olan yeniden Altın Çağ'ın mimarları muhteşem kadınların, güzel insanların her biri ile tanışmış olmaktan çok mutlu "abla" evine, Konya'ya gidişinden daha büyük, daha güzel, daha doğru, daha iyi biri olarak döner.

19 Aralık 2010 Pazar

Kar altında, Konya'daki ikinci gününde "abla", Mevlâna'yı ve Şems'i ziyaret eder.

Uyanıp güne hazırlanırken, ranza alt kat komşusu hanımın üşenmeyip bir koşu getirdiği haberle aşağı, meydana inen, Tibet hareketleri için kendisini bekleyenlere katılan, üçüncü harekette, tombul bedenini yerden kaldırmakta nazlanan kolları yüzünden hayâl kırıklığı yaşayan " "abla", sonrasında, her biri kendi alanının ustası öğretmenlerle meditasyon, -kendisini kötü hissettiğinde epeydir soluk almadığını farkettiği, uzun zamandır gündemini işgâl eden- nefes çalışması ve "aaaaaaa" sesiyle tonlama yapar.

Bir gün öncesini aratmayan güzel kahvaltıdan sonra sokağa çıkan grubu, 8-10 yıldır Şeb-i Aruz'da yağmadığını söyledikleri kar karşılar; hemen karşıdaki dükkânın sıcaklığına sığınan katılımcıları çevresinde toparlayan rehber, "Hz. Mevlâna'nın naaşı türbeye girerken babasının sandukası ayağa kalkmış, Allah Allaaah, olur mu öyle şey?" diyerek, "abla"ya kalırsa, Yeniçağ bilgeliğinde epey yol almış, insan giyinmiş yüksek benliklerinin bilincinde, boyutlar ötesi yeteneklerinin farkındaki grubu tartar.

"Şeb-i Aruz, gerdek gecesi anlamına gelir, teni aşığı ile birleşecek, ölüm bir Mevlevî'ye hakarettir, o kefenini, tennure, üzerinde taşır, ölen bedendir. Tasavvuf bize korkmamayı öğretir, seni mezara koydular, korkma, seni ben karşılayacağım... der. Kavuşma, vuslat anlamında da Şeb-i Aruz, 17 Aralık 1273, 04:20..."

"...Dervişin birini, efendisi köyüne yollar, yolu üzerindeki kendi efendisini ziyaret etmesini söyler; epey yol alan derviş güzel bir sarayla karşılaşır, öğrenir ki burası efendisinin ziyaret etmesini istediği efendinin evi, çıkar huzura, elini öper, ne güzel bir evde oturuyorsunuz der, bu da geçer der efendi, aylar sonra köyden dönerken merak edip uğrayan derviş, efendiyi ufacık bir eve sığınmış bulur, soruşturur, aynı cevabı alır, bu da geçer, bir yıl sonra yine oradan geçerken görür ki, efendiden, taşında bu da geçer yazan mezarı dışında bir şey kalmamış, son gidişinde ise mezarı da bulamaz."

Rehberin, "Mevlâna, Mevlâ'ya ait olan insan demek..." deyip önlerine düşerek, karın yarattığı muhteşem manzarada, yürüyerek birkaç dakikada vardıkları "...Huzur-u Pîr'in dört kapısı vardır, Ölüler Kapısı, Dervişan Kapısı, Çelebihan Kapısı ve Küstüler Kapısı... Derviş olmak istiyorum diye kapıya gelen 3 kez kovulur, ısrar ederse, bir de gözüyle görsün diye 3 gün kapı eşiğinde, konuşma yok, bekletilir, davranışına bakılır, beğenilmezse, ayakkabısı git! anlamına ters konur, yatsıdan sonra Küstüler Kapısı'ndan sessizce yollanır."

"Kalacak olan aşçılıktan başlar, Ateşbaz domates ister, getirdiğinde ben patates istemiştim, patates getirdiğinde soğan... diyerek sabrını sınar, derviş adayı her şeyi eyvallah! diyerek karşılar, Allah'ın yarattığı 18.000 Alem'den, 18 ayrı işte 1001 gün hizmet görür."

Otobüslerden inen kalabalığı yarıp içeri giren grup, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'in hediyesi Gül Bahçesi'nde ilerler, 13. yüzyıldan kalma 18 dilimli Yeşil Türbe'yi görür, Eflâki Dede türbesini geçer, rehberin ardı sıra, sikke formlu mezar taşlarının derviş, daha süslü olanların şeyh mezarlarını belirttiği bahçeye varırlar:

Cennet'ten geldiği rivayet edilen, pembe, düzgün, uzun, iri bir yumurtaya benzeyen kayanın, uzun süre Mevlâna'nın kapısında durduğunu anlatan rehber, Hindistan'daki emsalleri (lingam) gibi doğurganlık dileğiyle ziyaret edildiğini, çocuk isteyenlerin üzerine oturduğunu söyler. Bahçeye bakan küçük binanın cephesindeki parmaklıklı kısım için, "...niyaz kapısı denmesine karşın, aslında pencere, dilek sahipleri için daima açıktır, dervişler bahçe duvarı dışından bu yana dilek dilerlerdi." açıklaması yapar.

Murad Paşa kızı Fatma Hatun Türbesi ile, çeşmeyi geçen grup Matbah-ı Şerif'e (mutfak) girer. Rehberin, "Mutfakta hem aş, hem aşk pişer, Mevlevî'nin cesedi mutfakta yıkanır... Dervişler somata salâ diye yemeğe çağrılır, bir sofradan yenir, kaşıklar içi masaya dönük konur, hem kiri görünmez, hem şükür ifade eder." açıklamalarından sonra, bir yanı ocak, yanı başı müzik köşesi, sofra, çıkışta eşikte ise, ayakkabıları girintide -düz- duran, beyaz postu üzerinde bir dervişle güzel düzenlenmiş mutfaktan çıkılır.

Çelebi Odası, Mesnevihan Odası, Vakıf Kâtibi Odası... Müzenin yeni açılmış bölümünden, yan yana 18 odadan bir kaçı...

1956'da müze olmuş, Mevlâna tuğrasının alnını süslediği binanın -bir yanında, "ey tâlip bu kapıdan başını eğ de geç" yazılı, alçak gönüllülüğü simgeleyen- ahşap kapısından derviş selamı verip baş keserek giren grup, camekanlarda yer alan, dayanıklı olduğu için dut yaprakları üzerine yapılmış incelikli, zarif hat çalışmaları ile, ıhlamur ağacından Kâbe kabartması türünden hediyelere bakar; rehberin Dünyanın altın/gümüşünü geride bıraktığında yüreğindeki altını göreceksin anlamına geldiğini söylediği, Kanunî'nin hediyesi gümüş kapıdan geçerek Huzur-u Pîr'e girer.

Bulunduğu köşe, bir gerdek odası gibi süslü, ışıklı; Mevlâna'nın sandukası başındaki iki destar, oğlu Sultan Veled ile bir arada yattığını anlatır. Sandukanın bulunduğu platforma çıkan bir kaç basamak ise gümüş.

Grup, rehberi izler, "Beş duyu anlamına da gelen semanın geçmişi, gün batarken dua amacıyla raks eden Frigyalılara, firavunlara dayanır..." müzik gereçlerinin sergilendiği vitrinler önünde durur: "Müzik vecd için kıvılcım yaratır, ney, başta sazlıkta yeşil bir sazken, Adem'in cennet atılışı gibi sazlıktan söküldü, onun gibi ağladı, insanın çilesine benzer şekilde ateşte kızgın demirle dağlandı, bedenine 7 delik açıldı, nefsin yedi mertebesi, yeşil ve hamken, olgunlaştıkça rengi sarıya döndü. Kudüm, başlangıçtaki ritmi, ol! sesindeki ilk tınıyı simgeler. Başlangıçta seyirci yoktu, erkekler ve kadınlar mahfili daha sonra eklendi Semahaneye... Şems'in serpuşu... Orijinal Mesnevîler... El yazması Kur'an-ı Kerimler... Hattatlık çok yaygın ve para kazandırıyor, matbaa bize, bu yüzden Avrupa'dan 2 yüzyıl sonra gelebildi, İbrahim Müteferrika Galata Mevlevîhanesine bağlıydı, Mevlevîler her zaman çağlarının ilerisinde olmuşlardır; parşömen yumurta ile pahlanıyor, zeytinyağı kandillerinden süzülerek biriken isten elde edilen mürekkeple yazılıyor, yanlış yapınca yalayarak siliyor yeniden yazıyor, yağ ve yumurta... mürekkep yalama lâfı buradan gelir."

40 bohçaya sarılı, sedef kakma ahşap kutu içinde sakal-ı şerifi, hediyelerin bulunduğu köşede, Horasanlı kadınların dokuduğu, 1 cm2'sinde 144 düğüm bulunan ipek halıları, ahşap oyma kapıyı inceleyen grup selam vererek dışarı, güzel güzel yağmakta olan kara çıkar, Şems-i Tebrizî'nin türbesine yönelir.

Kendine özgü -huşû içinde- üslûbuyla uzun uzun, Konya'da karşılaştıklarında 38 yaşındaki Mevlanâ ile 60 yaşındaki Şems'in yıllara yayılan, ucu suikaste varan kıskançlıkla sarılı derin dostluğunun hikâyesini anlatırken, rehberi merak ederek gelip "abla"ya "kim anlatıyor?" diye soran, kulağı ağır işiten amcadan başka, bazısı birkaç çocukla sarılı iki-üç kadın dinleyicinin eklenmesiyle kalabalıklaşan grup, ilgiyle dinler: "Aşk tektir, kadın aşkı erkekte görür, erkek kadında... Şems'in başı kesilip kabri altındaki kuyuya atılır, Hacı Bektaş-ı Veli'nin yanında başı olmayan beden bulunduğunda... Çok çeşitli söylentiler var..."

"Abla" çıkmadan önce, panoda duyurulan, Şems-i Tebrizî Camii, türbesi, parkı ve çevresini, internet üzerinden sekiz ayrı kameradan izlemeye olanak veren adresi not eder: http://www.semsitebrizi.com/

Dergâha dönüp meydanda hazır buldukları, "somata salaaaa!" diye çağrıldıkları, -bir gün önce Mevlâna'nın torunu hanımın ziyaretinde çok geniş bir tepside sunulan Derviş pilâvında olduğu gibi, yine- geniş tepside, görenin gözünü de, gönlünü de doyuracak biçimde tepeleme yığılı etli ekmek, yanında salata ve sırrı anlaşılamayan lezzette ayran eşliğinde ikram edilir.

Öğleden sonra, ham dervişler, ortasında bir kabara bulunan ahşap platformda, kabara sol ayak başparmağı arasında sabitlenerek, diğer ayak yardımıyla dönen bedenleriyle sema çalışması yaparlar. Dervişin, yolu başında, nefsini kurban edişini simgeleyerek kestiği koçun postu -yarım daire halinde bir sıra, beyaz- ile Efendi'nin, aşkı simgeleyen kırmızı postu, hırka ve sikke ile donanmış, selamlar sırasında türlü acemilikler ve bolca neşe üreten gruba şahitlik eder.

Sabahtan "bugün çok yoğun olacak" diye uyarıldıkları kadar var: Kara karşın, araç değiştirilerek, akşam yemeği için, Akyokuş'a tırmanılır; savuran karın pusladığı, daha sonra açılarak şıkı şıkır ışıklı muhteşem Konya panoraması sunan güzel, sıcak lokanta, havanın sürprizine karşın kalabalık. Çok lezzetli bamya çorbasını 24 saatte pişen Fırın Kebabı, Höşmerim diye isimlendirdikleri un helvası ve yufka ile yapılmış tatlı Saçarası izler. Gruptaki genel kanı Konyalılar ağızlarının tadını biliyorlar şeklindedir.

Kapağında, "aşk olsun..., Hz. Mevlâna'nın 737. Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri", içinde "...Mukâbele-i Şerîf'i (Sema) teşrifinizi..." arkasında ise, Mevlâna'nın "kimin aşka meyli yoksa, o kanatsız kuş gibidir, vah ona..." sözleri yer alan davetiyeleriyle girip, yerlerini, biraz gecikerek aldıkları Kültür Merkezi, bir yanı müzisyenleri barındıran geniş, modern, güzel bir bina. İzledikleri tören ise, bir öğleden sonraya sığmayacak kadar incelikli, disiplin isteyen, dışarıdan estetik, içeriden mistik, özel bir etkinlik.

Tören bitiminde dergâha dönüp meydanda toplanan, limitsiz, bedelsiz kuruyemiş, çay, meyve ikramına dalan grup, yeniden giyinip günün son sürprizi için, kar ayazı, beyazı sokağa çıkar; Aralık'ın 12. günü ilk saatlerinde, gece yarısını 12 dakika geçe, kar yağdığında dervişlerin yaptığı gibi bahçe duvarına dizilir, aralıklardan Niyaz Kapısı'na yönelir, -daima kabul olunan- dilekte bulunurlar.

17 Aralık 2010 Cuma

Konya'daki ilk günü 10 Aralık'ta "abla", derviş olmayı öğrenir.

Sıcacık mutfakta, Konya'daki ilk günü için, bir gece önce gelmiş misafirlerin uyanmalarını beklerken, çocukluğundan beri yapmış olduğu gibi, oyalanmak üzere kitaplık araştıran "abla", mutfaktan geçilen, yüksek kubbesinden ışığın döküldüğü, halı kaplı zemin ve sedirlerin sırtını verdiği ahşap duvarları çok güzel kilimlerle döşeli; bir köşede zümrüt yeşili emaye büyük bir kuzine ile alemler, mangal, müzik gereçleri, güzel hat çalışmaları, resimlerle süslü, geniş, muhteşem bir mekân keşfeder!

Dergâh halkının meydan adını verdiği, sohbetlerin yapıldığı, sofraların kurulduğu, sema edilen büyülü mekân, eskiden, Mevlâna'nın dervişlerinden Hakkı Dede dergâhının bahçesiymiş. Odalar, artık, tefekküre dalmış dervişleri değil, misafirleri ağırlamakta. Altı çilehaneleri barındıran merdivenden bir üst kata çıkıp, iki hanımla paylaştığı, -köşesinde bir lavabonun bulunduğu, eskinin anılarını taşıyan bir dolap ve el işi güzel perde ve uygun aksesuarla süslü- odasına çantasını bırakan "abla", grubun çevrelediği, evin hanımının müşteri değil, misafirlerini ağırlar gibi özendiği, ev yapımı reçeller, tereyağ, çörekle zenginleştirilmiş kahvaltı sofrasına oturur.

Katılımcılar tamamlandığında rehberin programında görünse de, hanımlar toplanır, dergâhın ardına düşen caddede, beş dakikada ulaştıkları Mevlâna'yı, modern anlayışla düzenlenmiş müzeyi gezmeye gider, -bir gün sonraki rehberli gezileri sırasındaki kalabalığa bakılınca- çok da iyi ederler. Uluslararası standartta düzenlenmiş müze dükkânından sonra, uğradıkları Dervish Brothers'dan alışveriş yapıldığı sıra, -"yola çıktığı" ilk zamanlarda, insan ruhuna seslendiğini öğrenip arşivine kattığı ney CD'si dışında pek bir şey bilmediği- Sûfi müziği ile ilgili CD'leri karıştırırken, "abla"ya danışmanlık eden İranlı def sanatçısı uzun saçlı bey, kendi CD'si üzerine konuşurken, raftan aldığı -bizimkilerin 3 katı genişlikte, kenarına çepeçevre dizili metal halkaların şıngırdadığı- defle, küçük bir parça sunar.

"İşine gönül verme" tanımını, "gönlünü işe koyma"ya çevirmiş, hem turistik hem de ruhanî rehberin, meydanın bir kenarını işaret ederek "şöyle toplanalım, bir daire yapalım" çağrısına uyan çoğunluğu nefes koçu, şifacı, spiritüel öğretmenden oluşan grup, uygulamalı derviş eğitimi için hazırlanır:

"Kapı dergâhtır, derviş eşiktir, eşikte oturur" der rehber, "eşikte ellerimiz omuzlarımızda, sağ ayak başparmağı solun üzerinde elsiz ayaksız, baş kalbe eğik, elif gibi, kapının kenarını öper, baş keser öyle gireriz içeri; selamımız, secdemiz insana değil, insanın gönlünedir." Grup birbiri ardı sıra, eller omuzlarda, omuz omuza dersi dinler, sonra meydanın bir kapısından çıkar, mutfaktan geçer, diğer kapıdan gerçek birer derviş gibi baş keserek girerler. "Derviş, eyvallah! der, çok konuşmaz, eyvallah, Allah'a teslim olmak demektir" diye devam eder rehber, "huuu! Allah'ın nefesidir, bizi, topraktan yarattığında ruhundan üfledi, bize can verdi, biz de birbirimize seslenirken, isimleri geçtiğinde ulular için huuuuu! deriz." Bebekliğinde, pek çoğumuz gibi huuu, huuu, huuu, hu! ninnisiyle uyutulmuş "abla", çok değil birkaç ay önce, "Huuu! diye seslenin.", önerisi taşıyan yabancı kaynaklı bir çalışma maili aldığını hatırlar.

Öğleden sonra Mevlâna'nın 22. göbek torunu çok güzel, çok zarif bir hanımın ziyareti ile güzelleşen meydan, henüz ham dervişlere öğrendiklerini sınadıkları bir fırsat verir. Ayakta karşıladıkları hanımı, -bilek güreşindeki gibi kavranılan- ellerin her iki tarafının, her iki tarafça aynı anda öpülmesi prensibine uygun biçimde öperek karşılarlar. "Abla" daha sonra, oda arkadaşından, bir diğer dergâhta, parmaklar içe kıvrılarak ellerin kavrandığı ve öpüldüğüne tanık olduğunu duyar.

Akşam yemeği için bir başka dergâha davetli grubun doluştuğu minibüs, kemerli kapı adında küçük bahçe içindeki ev önünde durur. Üst kattaki salon, kenarları çepeçevre yer minderleriyle sarılı, ortası yemek veya zikir/sema amacıyla kullanılan geniş, ferah bir yer.

Yer sofrasında yeme zahmetini, Eylül'de ziyaret ettikleri Japonya'da bıraktığını sanan antremansız "abla", Japonların, sadelik ilham eden "yeterince olan güzeldir" diye ifade edilen Wabi Sabi felsefesine örnek yeterlilikteki -ziyarete giderken götürülen, çeşitli ve bol tutulan tatlı dışında- yemek sonrası Efendi'nin, -uzun yıllar Amerika'da yaşadığından konuşmasındaki Türkçe kusurları için peşinen af dilediği- yumuşak anlatımıyla yaptığı sohbeti ilgiyle izler. "Mevlevî musikişinas olmalı" der Efendi, "müzikten anlamalı; Mevlâna'ya rebabın sesi kapı gıcırtısına benziyor, demişler. Doğrudur, diye cevaplamış, kapı gıcırtısı gibidir; ben cennetin kapıları açılıyor gibi duyarım, sen cennetin kapıları kapanıyor gibi duyarsın..."

Dışarıda çakan şimşek ve gök gürültülerinin, yağmurun şıkırtısının lâfa karıştığı sohbet, küçük bir sema töreni ile renklenir. İkisi yabancı üç erkek, -Mevlevî'nin mezarının sembolü hırka, kefeninin sembolü beyaz tennure ve başta, mezar taşının sembolü keçe sikke- geleneksel giysi içinde gelir, Alman Fatma Hanım'ın bir yandan söylerken çaldığı rebap, Konya'lı neyzen ile İran'lı def ustasının içe işleyen müziği eşliğinde dönmeye başlarlar. Daha sonra ikisi yabancı, güzeller güzeli nur yüzlü üç hanımın katıldığı semayı izleyenler arasında, İranlı bir Mesnevî profesörü ve rehberin kendisiyle Fransızca konuştuğu Thomas Bey dışında, yabancı yok.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, tura yeni eklenenlerin havaalanından alınıp gelmeleri, birbirlerini tanıyanların kavuşmalarından sonra, kendini bedeniyle ifade etme konusunda her zaman zorlanmış "abla" için zahmetli deneyim gerçekleşir.

İç içe iki halka oluşturan, el ele tutuşan katılımcılar, rehberlerinin "hay!" diyerek başlattığı ritmle, her bir harfi ilahi enerjiyle yüklü "lailaheillallah"ı tekrarlayarak, Allah'ı -hatırlama anlamında- zikrederler. Bu dahil her türden meditasyonda olduğu gibi, "abla"nın -elbette korkularından beslenen, baş rolünü ego'su Sebastian'ın oynadığı- kontrol duygusu iş başındadır, vecde izin vermez.

Gecenin sonunda konakladıkları dergâha döner dönmez, ranzanın üst katına çıkıp, bir gece önce 12 saatten fazla otobüs yolculuğu yapmış olmanın örseleyici hatırasını taşıyan yorgun bedenini, yumuşacık yorganla tertemiz çarşaflar arasına seren "abla", sabaha dek deliksiz bir uyku çeker.

16 Aralık 2010 Perşembe

"Abla" epeydir niyetlendiği Mevlâna ziyareti için, bir tura katılma niyetiyle 9 Aralık'ta yola düşer.

Birmilyonkalem'den sevgili editörünün "Kahramanmaraş EKİNÖZÜ Yatılı İlköğretim Bölge Okulu'nda okuyan 340 öğrenci için birer ayakkabı, eldiven almaya ne dersiniz? Önceliğimiz ayakkabı... Sonra eldiven.... "Ben armağan yollamak istiyorum." diyen dostlar lütfen birmilyonkalem@gmail.com adresine e-posta yazsınlar ki kardeşlerimizin ayakkabı numaralarını paylaşalım..." diyen maili uyarınca, -altıncı sınıf öğrencisi Duygu, Yasemin ve Rukiye için- aldığı iki çift 38, bir çift de 37 numara botu, ilk sayfalarına yeni yıl iyi dilek mesajları yazdığı üç kendi yapımı defter ilâvesiyle ayrı ayrı ambalajlayan; kutuya bir de bu işleri Ekinözü'nde düzenleyecek öğretmene yine kendi yaptığı kartlardan birine iyi yıllar mesajı yazarak koyup, kargoya vermek üzere sıkıca bantlayan "abla"nın bir sonraki eylemi, kendisi için küçük bir yol çantası hazırlamak.

60'ların sonunda Soma'dan Kilis'e tayin olup göçerken yolları üzerindeki Konya'ya uğrayıp yaptıkları Mevlâna ziyaretinden, o sıra altıncı sınıfta olan "abla"nın aklında hemen hiçbir şey kalmaz.

70'li yılların sonlarında Konya'da vali muavinliği yapan babasının hayranlıkla aktardığı Mevlevîlikle ilgili bilgileri, yıllarca merakla dinleyen, yaşamın harala gürelesi içinde, ancak 30 yıl sonra, yavaşlamak üzere çekildiği köşesinde fırsat bulup, son zamanlarda, biri sevgili bir arkadaşının hediyesi Muinüddin Çişti'nin yazdığı Sufi Tıbbı, diğeri Sınır Ötesi Yayınları'ndan, John Baldock araştırması Sufizm olmak üzere, iki kitabı bir arada okuyup bitirdiği sıra, bir dileği kabul olunur gibi Şifa Çemberi'ndeki dostlarından gelen, Sufi Tur, Konya Gezisi, 10-12 Aralık başlıklı mail üzerine "gün bugün!" deyip hazırlanan "abla", Aralık'ın 9. günü yola düşer.

Bitmeyecek görünen baharın sonuna gelinmiş olmalı ki, internetten göz attığı hava durumu, Konya'da üç gün için 12, 3 ve -1 derece gibi sarsıcı iniş göstermekte. "Abla", buna göre hazırladığı çantası sırtında Burhaniye'ye ulaşır, Kahramanmaraş paketini kargoya verir, Akçay'dan kalkıp Edremit'e uğrayacak Konya otobüsüne binmek üzere Edremit dolmuşuna seğirtir.

Otogar karşısındaki parkta, bitirmesine az kalmış Ahmet Ümit polisiyesi Kavim'e dalan, heyecanla okurken bir buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamayan "abla", perona yanaşan otobüste yerini bulup oturur oturmaz yine kitaba gömülür. 17:30'da başlayan yolculuk, kitabı bittikten sonra kurcaladığı mini ekrandan, bu rotaya uygun görülmüş Hababam Sınıfı serisinden bir film ve bir gayret izlediği Recep İvedik 3 ile, Balıkesir, Susurluk, Bursa, İnegöl, Afyon, Kütahya, Akşehir, Ilgın üzerinden, sabah 06:00'da girdikleri alçak binaları, bisikletler için birer bant ayrılmış geniş caddeleri, yeşil alanları ile güzel, planlı kent, Konya'da sona erer.

Bitirdiği kitabı önündeki koltuğun ardındaki fileye bırakan "abla", inerken unutmadığını, bıraktığını söylediği şoförün, ...kızı olduğunu söyleyip bin teşekkür ettiği kısa sohbet sonunda otogardan çıkar, karanlıkta, açılma hazırlığı yapan çorbacıdaki garsonun işaret ettiği yönde minibüse yönelir.

Cep telefonu kullanmadığından, yola çıkmadan arayıp, minibüse Mevlâna'ya gideceğini söylemesi, Balıkçılar Oteli önünde inip arka sokağa geçerek Dervish Brothers'ı bulduktan sonra karşısındaki siyah kapıyı çalması gerektiğini öğrenen "abla", talimatlara uyar ama çaldığı zili duymayınca, çok erken gelmiş olmanın mahcubiyetiyle sokağın diğer ucundaki çorbacıda bir çorba içerim, biraz zaman geçer... diye düşünerek, o yana yürür; ne mümkün?! Geniş dükkân karşı cinsle tıklım tıkış, uğultunun taştığı buğulu camların berisi de sıra bekleyenlerle dolu...

Girmeyi gözü yemediğinden çorba hayâlini askıya alan, arkada restorasyon gören eski sokağı arşınlarken kapısı önüne dikilen bir kadının "seni bilemedim?" diye seslendiği "abla", yüzünü yarıya kadar örten atkısını sıyırır, "sen" der, kısa kollu giysili kadına "böyle üşümüyor musun?". Sabah ayazında eşikteki kadınla, Konya nüfusuna katılalı bir buçuk saat olmuş "abla"nın dialogu, kadının "benim sıpayı okula yolladım, ona bakıyorum" sözleri üzerine karşılıklı iyilik dilekleriyle sonlanır.

İkinci kez siyah kapının önüne dikilen "abla" bu kez hiç beklemez; kapıyı beyaz eşofmanı içinde zarif, yaşlı bir bey açar. Bir önceki çalışında namazını hızlıca sonlandıran bey, anlaşılır ki, tez canlı "abla"ya yetişememiş.

Serin, loş sahanlıkta halı kaplı yüksekçe zemine basmadan, botlarını çıkarıp, raflardan aldığı terlikleri giyen, yukarıdaki odalarda uyuyanları uyandırmamaya çalışarak, sessizce, beyaz eşofmanlı beyin ardı sıra sıcacık mutfağa ilerleyen "abla", Konya'daki ilk günü için, bir gece önce gelmiş misafirlerin uyanmalarını bekler.

6 Ekim 2010 Çarşamba

"Abla" grubu, Japonya'daki son günlerinde, Narita Havaalanı'nda bir macera yaşar.

14 Eylül 2010, Salı sabahı, otel görevlilerinin, sağa sola koydukları mesajlarla günler öncesinden belirttikleri, Dünya Judo Şampiyonası'nın sona ermesi dolayısıyla, oteli terkedecek ekiplerin sebebiyet vereceği sıkışıklık'tan pek de etkilenmeden kahvaltılarını yapan grup, yerel rehber Takao Nakazato'nun, otobüsün kapısı dibine dikilen patronu tarafından, -bademciklerinden rahatsız olmasına karşın-, tek tek eğilip selamlanarak uğurlanır.

Türk Havayolları uçaklarının kalktığı Narita Havaalanı'na yollanan gruba, rehber, "İngiltere, Oxford'ta sanat tarihi eğitimi alan Prenses Akiko'nun arkadaşları prenses olduğunu bilmiyorlar" diye anlatır, "öğretmen, öğrencilerin yaşamlarını anlatmalarını istediğinde prenses, 6 köpeğiyle, bahçeli bir evde oturduğunu söyleyince, Japonya şartlarını bilen öğretmen şaşırmış. ... Prens çok mütevazi, yılda iki kez Türkiye'ye gelir, derneğe* bağışta bulunur, kendisi ekonomik uçarken yanındaki en yaşlı misafiri business class'ta yolculuk eder, Beyoğlu'nda yürümeyi, balıkekmek yemeyi sever."

"...Şimdi Takao bizlere bir şarkı söyleyecek, 1985'te düşen Japon uçağında ölen Sakamoto'nun, Sukiyaki şarkısı çok meşhur oldu, onu söyleyecek, iyi dilek, sağlık dileyen bir şarkı..."
Sempatik Takao'nun, ülkenin köklü karaoke geleneğinin izini taşıyan güzel yorumu güçlü alkışları hakeder.

Havaalanında işlemlerini tamamlayanlar, Takao ile vedalaşır uçuş öncesi alışveriş için sağa sola dağılırlar. Ahşap, lâke, ipek kimono türünden hediyelik eşya satan dükkân, "abla"nın görüşüne göre daha çok sanat galerisi statüsündedir.

Son dakikada, memlekete yen döndürmeyeyim fikriyle, minik bir çanta almak üzere tezgâha yanaşan küçük kızkardeşin yaşadıkları; topladığı tüm bozuk parası 20 kuruş kadar kısa kalır; bozdurmak üzere kağıt para önerdiğinde tezgâhtarlar, kasanın yanında içinde bozuk paralar bulunan kutudan 20 kuruş alıp ekler, satış işlemini böylece tamamlarlar!

Dakik Japonlardan ziyade, zamanında kalkmadıklarında yüklü paralar ödeyen THY, yolcularını zamanında alır; son dakikada, iri kıyım bir kaç adamla gelip yanlarına oturan ufak tefek Azerbaycan'lı spor yazarı jurnalist dahil, kalabalık uçağın yolcuları, rahat bir yolculuk için hazırlanırlarken kendilerini salona davet eden** anons üzerine fora ettikleri ayakkabılarını giyer, toparlanır ve üzerinde koca harflerle Manchester United Partneri yazılı uçaktan inerler.

3 saat 15 dakika süren gecikmeyle yeniden uçağa binilir, 12 saat süren sorunsuz bir yolculuk sonunda Yeşilköy Atatürk Havalimanı'na konulur. Yeni edinilmiş ahbaplarla vedalaşılır, değişik yönlere doğru dağılınır.

Sonradan anlaşılır ki, yolculuk o kadar da sorunsuz değildir: -İşgüzar "abla"nın damada vereyim de CD'ye aktarsın diyerek alıp bel çantasına koyduğu-, küçük kızkardeşin emek emek çektiği 1000'e yakın fotoğrafı depoladığı hafıza kartı, ikinci x-ray taraması sırasında epey hasar görmüş. Uzun çalışmalar sonucu, -pil yetersizliği yüzünden aldıkları üç kullan at makineden çıkanlar dahil-, ancak, 400 civarı resim kurtarılır.

"Abla" ile telefon konuşmasında teyze, açılıp kontrol edilen bavulundaki tansiyon cihazı arızasından çok, çekilmemiş görünen film makarasından yana, acı acı dert yanar "bahçede çekmiştim," der, "hasta ağacı sargı bezleriyle sarmışlardı, bir de enjektör saplamışlardı, dayına gösterecektim, o fotoğraf da silinmiş..."

*Japonya'nın desteklediği Kaman kazılarıyla ilgili bir yazı:

http://www.kaman.bel.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=64&Itemid=91

**Türk Havayolları uçağının aranışı ile ilgili haber:
http://www.haber2b.com/2010/09/14/japonyadaki-narita-havaalaninda-thy-ucaginin-kalkistan-once-polis-tarafindan-aranmasinin-sebebi-ortaya-cikti/

5 Ekim 2010 Salı

"Abla" grubu, Japonya'daki onuncu günlerinde, Kamakura'ya gider, Tokyo'yu gezerler.

13 Eylül 2010, Pazartesi sabahı, otobüse yerleşmiş katılımcılara "günaydınnnnnnnn!" diyen rehber hanım kısa bir şaşkınlık ardından, "dün otobüste Japonlar vardı herhalde, karaokeyi çok severler, mikrofon öyle kalmış. ...Tokyo'nun güneybatısındaki Kamakura'ya gidiyoruz, ilk askerî başkent, küçük entelektüel bir kasaba, yolumuz 1 saat 15 dakika sürecek."

Dünya Judo Şampiyonası nedeniyle otelde kalan -Türkiye dışında- 51 ülkeden sporcuları kastederek, "dün gece parti vardı benim kaldığım katta, çok gürültü yaptılar." der, "memleketten gelen haberlere göre, Kılıçdaroğlu, ikamet değişikliği bildirmediği için oy kullanamamış."

Otobüs, üstü beyaz altı siyah kalabalığın düzenli biçimde akmakta olduğu sağlı sollu kaldırımlar arasında uzanan geniş caddede sakince yol alırken, yolcuların dikkatini, spor salonları, alanları, Rainbow Köprüsü, Kenzo Tange tasarımı TV binası, denizin üzerine yapılan havaalanına (KIX)* çeken rehber, "iki büyük havayolları var," der, "ANA (All Nippon Airways), JAL (Japan Airways), o kadar büyükler ki, havaalanları bile ayrı ayrı... Yokohama limanı çok önemli, 1853'te Amerikalı Amiral Perry buraya geldi, limanlarınızı açın, bu bir uyarıdır dedi, ertesi yıl 8 siyah gemiyle geliyor, böylece Japonya 1854'te yeniden dışarı açılıyor; batan Ertuğrul Denizaltısı da bu limana gelmiş."

Sade bir mezarlığın kıyısına iliştiği ağaçlar arasından dönerek yükselip Kamakura'ya varan otobüsten, bir fotoğrafçı vitrinine gözü takılan "abla", kimonolu küçük kız, samuray oğlan fotoğraflarına, -Anadolu'da bir kasaba fotoğrafçısı vitrinindeki çocuk fotoğraflarının uyandırdığı duyguyla- bakar.

Japonya'nın ikinci büyük Buda'sını görmek üzere Kotoku-in'e varan grup, Budist tapınakların -artık öğrendikleri, geleneksel düzeni- kapının iki yanında duran, kötülüklerin içeri girmesini engelleyen tanrı heykelleri, muhafız köpekler ve arınma yalağını geçer geçmez, bahçenin ortasında tefekküre dalmış koskoca Buda ile karşılaşırlar!

Rehberin, "1243'te önce ahşaptan oyulmuş, bu bir fırtınada dağılmış, bronzdan yapılıp yerine konması 14.yy'ın yarısını buluyor. Yüksekliği 13,35 m., kulaklar 2.35 m, gözler 1'er m., dizler arası 9 m., ağız 82 cm.; ayaklar çapraz, dizler üzerinde Zazen oturuşunda, nefes asker gibi kontrol ediliyor, Hintli bir rahibin bu şekilde 20 gün oturduğu söyleniyor." bilgisi verdiği huzurlu Buda'nın önünde zambakla dolu bir vazo, kaplar dolusu meyve, sırtında, kapakları açık iki pencere, yerde lotüs yapraklarına yazılı kutsal metinler ile 20 yen ödenerek girilen içinde, kafa kısmında, heykelin yapılış bilgisi veren panolar var.

Elektrik mavisi ortancalarıyla meşhur bahçenin kenarına kurulu tezgâhta gözüne ilişen, güçlü ayaklar muskası, "abla"ya kalırsa, çoğunlukla ayakları içe basan, -bunun, yüzlerce yıl süren, yerde oturup dizler üzerinde hareketin genlere işlemiş sonucu olabileceğini düşündüğü- Japon kadınları için en anlamlı muskalardan olsa gerek...

Hasedera Tapınağı'nda rehber, "...hani bir rahip nehirde bulduğu parlayan odundan iki Buda oyup nehre atmıştı da, ilki Senso Tapınağı'nın yapıldığı yerde kıyıya vurmuştu, ikincisi karaya burada çıkıyor. ...Çok tapınak çok dindar demek değil, gençler arasında Ateizm yaygın..."

Benten denen, doğal kadın güzelliğine adanmış tapınak, bambu bahçesi, nilüferli havuzu, kayaya oyulmuş arınma yalağı ve duvarlar boyunca dizili, boynu kırmızı mama önlüklü yüzlerce minik Buda heykeliyle süslü. "Geleneğe göre burada, küçüklerin cehenneme gittiğine inanılır" diye anlatır rehber, "çocukların koruyucu Buda'sı Jizo-san, onları eteği altına saklar cehenneme gitmekten korurmuş"

Önlerinde çiçeklerin yanısıra oyuncaklar bulunan önlüklü ufak Buda'ların ardında rastladıkları, ışıl ışıl altın varak Güneş Buda'sı Amida Buda hakkında bilgi veren rehber, "bu, kutsal metinlar anlamsız, Amida Buda ismini tekrarlayarak Nirvana'ya ulaşabilirsiniz diyen tarikatın Buda'sı" der. (Google yazılışları kontrol eden "abla", Japonya'da uzun süre kalan bir Türk öğrencinin, ziyaret ettiği rahibin, "Amida Buda" sözcüğünün, bizdeki "Allahüekber" anlamına geldiğini söylediği bir blog yazısına rastlar.)

Yekpare ağaçtan, çok büyük tören gongunu geçip vardıkları tapınaktaki, başında kafalarla süslü tacı, göğsünde çark kolyesiyle ayakta duran 11 yüzlü Buda, doğal kadın güzelliğine adanmış.

Arkada Kamakura manzaralı teras yine küçük Jizo-san'larla dolu; bahçede 3 yaşlı Japon, suluboya resimler yapmakta. Bir sıraya serilmiş güneşlenen, iri gri-beyaz kedi, çok uzun süredir kedi görmemiş "abla" grubunun ilgisini ve şevkatini çekmekte gecikmez.

Kamakura'dan Tokyo'ya dönerken gördükleri geniş, uzun kumsallarda, sereserpe güneşlenen, yok! denecek kadar az, dalgalar arasında sörf yapan ise bol...

Öğleden sonra Tokyo'da serbest zamanı iyi değerlendirmek amacıyla, ailenin seyahat gurusu küçük kız kardeşle ortancanın, rehberden alınan tüyo ile çizdikleri rota uyarınca, yürüyüşe, Omotesando'da Anniversaire Cafe'de -rehberin methettiği kadar var!- soğuk sütlü kahve (ıced cafe au lait, caramel flavour) içip başlayan "abla" grubu, mimarî harikası binalarla süslü caddeyi bakınarak, enine boyuna arşınlarlar.

Bir ara önlerine düşen, yüksek topuklu ayakkabı, siyah çorap, pembe jartiyer, pembe dantelli babydoll ile dikkatleri çeken kız, rehberin, Harajuku'nun emsalleriyle dolu olduğunu söylediği, "abla"nın, meraklısına, Google'da Harajuku ile ilgili görsellere göz atmasını önerdiği güzelliklerden...

Konuşa söyleşe yürürlerken kendilerini teşhis eden, yakındaki T.C. Tokyo Büyükelçiliği çalışanı Ayşegül, "...sâkin ülke..." diyerek durumdan memnuniyetini belirtti.

Herşeyin satıldığı, çok eğlenceli alışveriş caddesi Takeshita Dori, bir başka Harajuku, bir âlem!

Yürüyüş sırasında "abla"yı en sevindiren rastlaşma, çocuklarına aldığı çatalkaşık, kıvrak üçayak türünden
-aralarında bir Türk tasarımcının da adına rastladıkları-, ilginç tasarım ürünleri gördükleri MoMa Design Store olur.

20:00'de, akşam yemeği için otelde buluşmadan önce, "abla" grubu, bir de, beyaz eldivenleriyle pek şık, güleryüzlü, kibar şoförün, arka kapısını tam önlerinde otomatik olarak açtığı, kliması çalışır halde, beyaz dantelli koltuklu, tertemiz taksiye biner, daha önce dışarıdan gördükleri Tokyo Tower'a gider.

2012'de bitirmeyi planladıkları 632 m. yüksekliğindeki -telekomünikasyon- kule inşaatı sürerken, 1958'de Eiffel'e nazire olarak, ondan 13 metre yükseklikte yaptıkları 330 m'lik Tokyo Tower'ın, 160 m. ve 250 m.lik gözlem katlarından 250 m.lik olanı seçer, adam başı 1450 yen ödeyerek kuyruğa girerler. Çevrelerinde, hiç rahatsızlık vermeden, gölge gibi dolanarak ellerindeki biletleri kontrol eden görevlilerin yönlendirmesiyle asansöre biner, birkaç basamak merdivenle 250 m.'ye ulaşırlar. Dört yön ile, o yönde görülen ("abla"nın da candan gönülden katıldığı fikir, ruhları olduğuna inandıkları) binaların adları yazılı tabelalar yanında, örn. Fujiyama, 94 km. türünden bilgilendirmeler, "sergileme ustalığı, becerisi ve inceliği"nin üstün örneklerinden sayılsa gerektir.

Kulede, grubun yüreğini en oynatan deneyim, bakanı, havada duruyormuş ya da düşerken donup kalmış dehşetine uğratan, zemindeki pencereden bakmak! Ailelerin, minik bebeklerini yere bastırarak çektikleri fotoğrafların bir benzerini yapar, -yolculuklarının diğer duraklarında gördükleri, yönlerle cadde isimlerini gösteren, döküm, baskı vs. kanalizasyon kapaklarına basarak poz verdikleri gibi-, boşluğun kıyılarına basarak fotoğraflamayı ihmâl etmezler.

Grubun beraber yediği, "abla"nın tadını pek beğendiği (erik rakısı) ume-şu'nun keyfe saldığı son geleneksel akşam yemeği, çok neşeli geçer. Ertesi gün İstanbul'a dönüleceği için toparlanmak üzere, yürüyerek geldikleri otele dönerken rastladıkları Üsküdar Turkish Restaurant, Kiremitte Köfte 1.575, İskender Kebap 1.680, Lahmacun 1.575, Döner Kebap 1.680 yen... şeklindeki Türkçe mönüsüyle, hoş bir sürpriz olur.


*KIX Kansai Uluslararası Havaalanı üzerine detaylı bir yazı: http://www.japonya.org/haberler/4621

4 Ekim 2010 Pazartesi

"Abla" grubu, Japonya'daki dokuzuncu günlerinde, Nikko'ya gider.

12 Eylül 2010, Pazar sabahı, Dünya Mirası Listesi'nden Nikko'ya yapacakları 2.5 saatlik yolculuk için hazır grup, 8:00'de yola çıkar.

Bir gece önce izledikleri gösterinin, travesti baş kadın oyuncusunun 50 yaşında olduğunu anlatan rehber "estetik operasyonlarda çok ileriler" der, "gözkapağı estetiğine çok para harcarlar; yakuzalar 50'lerde küçük parmaklarını keserlerdi, Mr. Takasu, ayaktan aldığı parmağı buraya dikerek işe başladı, şimdi Japonya'da 60 kliniği var, çılgın bir adam, çok zengin, özel uçağıyla F1 pistine iner tutuklanır, yanında hukuk müşaviriyle gezer, Çin'e niye gittiği sorulduğunda, "her ülkenin estetik konusunda farklı yasaları var" demiş..."

"Ülkenin derin bir gece yaşamı vardır, her odası ayrı dizayn edilen Love Hotel'lerde, kalp şeklinde, döner yataklarda, evli çiftler bile birkaç saatlik oda kiralayıp... 400'lü hatlar yaygın, telefonla çöpçatma, kirli küçük kız çocuk külotu otomatları, yaşlı kadınların kolejli kız kılığında servis verdiği yerler,
güzel çocukların, orta yaşlı hanımlara hizmet ettiği kulüpler, bunlara iyi para yediren zengin hanımlar..."

Otoyoldaki, sağlı sollu, yaklaşık 2 m. yüksekliğinde, gözenekli, ızgaralı, üst ucu yola doğru kıvrık paneller, yol boyu yerleşimi, trafik gürültüsünden koruma amaçlı.

"Şimdi bakın" der, rehber, "Tokyo merkezde çalışanların %80'i burada oturur, kira, ücretin 1/3'ü, merkezde kiralar çok yüksek, ancak burada oturursa geçinebiliyor."

"Müthiş detaycıdırlar, Köprünün yapılışı sırasında, anlaşma yapılmadan,
şöyle şöyle olursa ne yapacaksınız? diye sordular, tüm olasılıkları düşünün, çözün dediler, anlaşmayı sonra yaptılar. Beraber çalışmak zordur, verici değildirler, alıcı da değil, haklarının peşindedirler."

Bir saat sonra mola verdikleri Hanyu'da "abla" grubu, şaşırtıcı bir gözlem yapar: Anne, baba, 3 yaşlarında küçük bir kız, kız boyutunda köpekleriyle, -tasmanın iki kayışından biri annenin, diğeri küçük kızın elinde- yürürlerken, köpek kakasını yapar: Baba, kolu altındaki fermuarlı çantadan çıkardığı naylon torbayla kakayı alır, ağzını kapatır, çantaya kor, aynı çantadan çıkardığı kâğıt mendille, önce hayvanın poposunu sonra yeri güzelce siler, kâğıt mendili çantaya kor, son olarak da, anne, kendi kol çantasından çıkardığı spreyi yere, -hiç bir iz görünmeyen olay mahâline- sıkar.

Yola koyulan gruba, rehber "Otoparklar en pahalı şey" diye anlatır, "tatil günlerinde çok kalabalık oluyor, bir gün önceden, varılacak yerde rezervasyon yaptırmak gerekiyor."

Yağmurla ıslak yolda gördükleri küllük piktogramlı panoda "İl sınırları içinde sigara içmek yasak" uyarısı üzerine rehber, "Anadolu Ateşi'ni getirmiştik, güzel sanatlar okulunun sahnesinde dansedeceklerdi, sürekli anonslara karşın bizimkiler bahçede, adam balkonunda sigara içemezken, fosur fosur sigara içip yerlere izmarit attılar. İstanbul'a döndüğümüzde, kasaba belediyesinden kınama mektubu aldık..." derken, otobüs yavaşlar, durur; öndeki bir çok arabayla beraber, yolun bir yanından öte yanına geçmeye çalışan bir grup maymun beklenir. "Heavy smoker derler, çok sigara içerler, Takao günde bir paket içiyormuş."

Küçük, çiçekli tabelalarda görünen, tırmanırken artan, inerken eksilen sayılarla belirtilen 48 virajlı yol, Firkete Yol adıyla anılırmış. Kıyısı, iri kayalarla baklava biçiminde örülü, bulutların sızmakta zorlandığı yoğunlukta ağaçlarla örtülü dağda yol, giderek yükselir, Çuzenji Gölü'nü geride bırakır, 100 m. yükseklikten akan Kegon Şelalesi'ne varır.

İkiye ayrılarak bindikleri, kendilerini 97 m. aşağı indirecek asansöre, 30 yerli, belirtilmeyen miktarda yabancı sığıyormuş. Nemli uzun koridor geçilerek varılan üç ayrı taraçada, gürül gürül sesi gelen su, yukarıdan düşen yaprakla karışık pus elverdiğince izlenir, fotoğraflanır. Tüm gözlem taraçalarındaki gibi, manzara önünde fotoğraf çekme seti hazırsa da, fotoğrafçı, pus yüzünden dinlenmekte...

Öğle yemeği için ulaşılan göl manzaralı, akçaağaçlı bahçe içindeki mekânın, kapısında, çok sevilen, hasretle beklenen konuklar gibi karşılanan gruba, ellerini silebilecekleri spreyle kâğıt mendiller bulunan girişten, masalarına dek güleryüzle eşlik edilir.

Yemek sonrası, Çuzenji Gölü kıyısınca gezinen, tepelere tül gibi yayılıp toplanan bulutları gözleyen grup, Firkete Yol'u bu kez tersine izleyerek Toşogu Tapınağı'na yollanır. Bir ara yavaşlayarak ardına dizilen küçük arabalara yol veren şoför, "akçaağaç yaprakları kızardığında tüm Tokyo buraya akar" diyen rehbere göre, 48 virajlı yolu 13 dakikada indiğine şaşırmış.

İki yanına geniş gövdeli, yüksek, yaşlı ağaçlar dizili, değişik duygular yaratan yol ucunda, taş fenerlerin sardığı, aşağı ve yukarı yönelen merdivenlerle ulaşılan boyalı boyasız, irili ufaklı pek çok tapınağın bulunduğu geniş Nikko Tapınaklar Bölgesi'ne ulaşan gruba, rehber, Toşogu Tapınağı'nın hikâyesini "İyeyasu adlı şoguna adanmış" diye anlatır: "Şogunlar çıkaran Tokugawa Ailesi'nden İyeyasu, Osaka Kalesi'ni yaptıran Hideyoşi ile Nobunaga'nın arkadaşı, hatırlayacaksınız. İmparatorluk ilk doğan oğula geçtiği halde, İyeyasu'nun gelini ikinci oğlunu öne çıkarmaya çalışır. Bu arada büyük oğlan İyemitsu'nun dadısı Kasuga durumu kayınpedere anlatıyor. Bir tatlı alıp torunlarını ziyaret eden dede, sohbet sırasında, şımarık, arsız ikinci oğlanın tatlıya saldırması üzerine, işe el koyuyor. İmparator olan İyemitsu dedesini unutmuyor, burada bir anıt mezar yaptırıyor."

Alnında, Kasuga'nın masallarındaki üç maymunun öyküsünü anlatan renkli oymaların olduğu tapınağın yanında, buranın koruyucu Tanrısı -belli saatlerde gösterilen- beyaz atın mekânı, yuvarlak göbekli taş fenerler, üzerinde sfenkslerin oturduğu dört sütun ardından karşılarına çıkan; sağlı sollu sekizer pencere ile üzerindeki ahşap panel boyunca, gündelik yaşamdan -ellerinde çalgıları, eğlenen adamlar..- sahneler, renkli, incelikli hayvan, bitki düzenlemelerinin bulunduğu, (arka tarafta, yapıştırma olmaksızın, aynı parçanın oyulmasıyla elde edilmiş, farklı konuları içeren) oymalarla, iki yanı muhafızlı, muhteşem kapı Kara-mon.

İyeyasu'nun ruhunun yaşadığı kutsal mekân, -ayakkabılar çıkarılarak girilen, restorasyonda bölümleri kapalı,- zemini tatami döşeli salonda Tokugawa Ailesi şogunlarının resimleri, tavanda ejderler, bitişik salonun derin su görünümü veren lâke zemini... Geçmişi 1600'lere dayanan tapınağın güzellikleri.

205 basamakla, anıt mezara çıkmaya hazırlanan grubun dikkatini, kapı üzerindeki kedi resmine çeken rehber, "1600'lü yıllardan başlayarak, 250 yıl boyunca dışarı kapatılan ülkede, Tokugawa Ailesi sanata büyük yatırım yapar" der, "huzurla uyuyan kedi motifi bu dönemi anlatır."

Turna ve kaplumbağa heykeliyle süslü anıt mezarın önünde, İyeyasu'nun ölüm tarihi 1615 ile, -ölümsüzlüğe kavuşmuş olsa da- uzun ömür ve mutluluk dileği yer alıyor.

Tokugawa Ailesinin üç yapraklı armasının başaşağı işlendiği
, Hollandalıların hediyesi büyük demir feneri gören grup, geniş merdivenlerden iner kalabalığa karışır. "Abla" ile kızkardeşleri, minik pınardan su içer, yarısı kahverengi beyaz ata, 200 yen'e havuç ikram edip fotoğrafını çekmek üzere girişe yönelirler.

Herşeyin çok düzenli olduğu yolculukta; en fazla 10 dakika süren beklemelerden biri ardından, camları tertemiz beyaz bezle silinmiş otobüse binilir, yola çıkılır.

"Geleneğe göre kötülük kuzeyden gelir,"
der rehber, "Ueno bir, çay üretimiyle tanınan Shizuoka iki, Nikko üç; bu üçü Edo (Tokyo) başkent olduğunda, onu kuzeyden gelecek tehlikeden koruyor"

Grubun, uzaktan gördüğü turuncu parmaklıklı gözalıcı, güzel köprü, "Tanrıların bölgesine giriyorsunuz" bilgisi veren Shinkyo Köprüsü.

Yine Hanyu'da verilen moladan sonra gördükleri, 16-70 yazısı, 16 km. sıkışıklık var, 70 dakikada geçebilirsiniz anlamına geliyormuş.

"Enerjiyi,"
der rehber, "hidro, nükleer yolla ve bir de çöpleri yakarak elde ediyorlar. "...Önümüzdeki yıl göbekli TV üretimini sonlandırıp ülke çapında plazma TV'ye geçeceklermiş. ...Marmaray'ı yapan firma, kazdıkları yerden tarihî eser çıktıkça, sigorta şirketleriyle sorun yaşadığından, zor durumda..." imiş.

Otelde, -çok özel Japon mutfağıyla karşılaştırıldığında, kendilerine kuru-pilâv mertebesinde aşina- Çin Lokantası'ndaki akşam yemeği ardından yürüyüşe çıkan "abla" grubu, metro istasyonları girişlerinde, şaşırtıcı "evsiz" manzaralarına tanık olur. Daha da tuhafı, cafe vs. mekânlar girişindeki "last order 18:30" uyarısıdır.

20. yy başından güzel Japonya görüntüleri: http://www.imagesofasia.com/japan.php

1 Ekim 2010 Cuma

"Abla" grubu, Japonya'daki sekizinci -bayramın son- günlerinde, Tokyo'yu gezer.

11 Eylül 2010, Cumartesi sabahı, -katılımcıları Tokyo'ya dek, otobüse binişi kolaylaştıran halı kaplı ahşap basamak koyup karşılayan, beyaz eldivenli, her gelene eğilip selamlar veren güler yüzlü şoför yerine- direksiyonu başında, elindeki bir dolu evrakı inceleyen "metropol şoförü"nün kullandığı otobüs, Tokyo turu için, Shinjuku'dan Omotesando'ya yollanır.

Rehber "Tokyo merkezde nüfus 14 milyon" der, "23 bölgenin toplam nüfusu 34 milyon," koşanları, jimnastik yapanları gösterek "yeşil alanlar, parklar korunmuş, ...1964 Olimpiyatları Stadı..."

Meiji Tapınağı: "Meiji, şimdiki imparatorun büyük dedesi, şogunluğu kaldıran; 1868'de, atkuyruğunu kesip kravat taktı, amaç Batı'ya yetişmek..." Girişte, geniş çakıllı yolda, sağlı sollu taraçalarda, altında bağışçısının adını taşıyan büyük şarap ve sake fıçıları, 90. yıldönümü kutlamaları sırasında bağışlanmış ve ikram edilmiş. "Bahçede 120.000 ağaç var... Tokyo'da İkinci Dünya Savaşı'nda yangın bombalarıyla 2 milyon kişi öldü, 1923'teki depremde 3 milyon ev yıkıldı, 140.000 kişi öldü. ...Ülkenin çiçeği imparatorluk armasında da görülen 18 yapraklı kasımpatı..."

Bahçedeki uzun kuyruğun ne olduğunu
merak eden gruba, Takao'nun yanıtını çeviren rehber, TV'de verilen, Meiji bahçesinde, şogunlardan birinin yaptırdığı bir kuyu bulunmuş, suyu şifalıymış haberi üzerine -birkaçı geceden beri- beklediklerini... söyler.

Tapınağın önünden turuncu beyaz giysili, görevli gençkızlar -bir demet çiçek gibi- geçerken rehber, buranın, Tokyo'nun en önemli tapınaklarından biri olduğunu, bazı günde 3 milyon kişinin ziyaret ettiğini, odalarının nikâh, vaftiz gibi çeşitli amaçlarla kullanıldığını anlatır. Bahçenin bir köşesindeki, geleneksel tören giysileri içindeki gelin ve damadı fotoğraflamak üzere, birkaç kişinin yaptığı teknik hazırlığa tanık olan gruba rehber, "burada düğün töreni," der, "İstanbul Çırağan'da düğün yapmak gibi..."

Bir köşesine çok büyük bir davul konmuş tapınağın geniş mekânına, dua etmeden önce para atılan sandıklardan, beş adet dizili. Urganla çevrili, önü para kutulu yaşlı kutsal ağacın gölgelediği çakıl bahçesinin öte yanında kutsal emanetin konduğu oda var.

Grubun, çok yüksek ağaçlı, çakıllı yoldan otobüse giderken rastladığı, şevkatle kucaklanmış bir karış boyundaki bebekle tapınağa yürüyen aile, sevgiyle izlenir.

Klima, otobüse binen ilk yolcuyla birlikte çalışmaya başlar, çevrenin korunması amacıyla bazı yerlerde böyle bir uygulama yapıldığını anlatan rehber, "tapınaklar devletten yardım almaz, çevrelerindeki işletmelerden çok para kazanırlar, öyle ki, eğlenirken bir yakuza mı, bir rahip mi anlaşılmaz."

"Meclis Binası, geleneksel biçimde yapılmış Ulusal Tiyatro Binası, İmparatorluk Sarayı, tahmini 9-10 girişi var, çevresi 8 km. ...Pakistan hakimiyetinde bir cami var, Türk imam, Türklerin devamsızlığından şikâyetçi..."


Şehrin göbeğinde yeralan Yasukuni (Barış) Tapınağı'na, geleneksel Şinto kapısı, aslanlar ve giderek -boyları- büyüyen bol fenerli, ağaçlı bahçede, mistisizm dozunu artırma amaçlı ikinci kapı, ardından 16 yapraklı altın kasımpatıyla süslü üçüncü bir kapıdan daha geçerek giren grup, rehberden, girişteki heykelin 13. yy'ın sonlarında, halkın lehine hakemlik eden üst düzey polis Omura'ya ait olduğunu... öğrenir.

Üzeri iri kasımpatı motifli yarım perdenin asılı olduğu tapınak içinde, beyaz giysili, başlıklı rahip, kenardaki davulun arada bir vurulduğu törenle, içerideki grubu kutsamakta...

"Kamikazeler, operasyondan sonra Yasukuni Tapınağı'nda buluşalım diye sözleştiler, burada buluştuklarına inanılır." diye anlatır rehber, "Bu tapınak Japonya tarihindeki tüm şehitlere adanmış, savaştan sonra pekçok savaş suçlusu ölüm cezasına çarptırıldı ama onlar da bu ülke için en iyisini yaptıklarına inanıyorlardı, bu yüzden onlar da şehit sayıldılar."

"Tokyo'nun eski ismi, haliç anlamına Edo", diye anlatır rehber, Sumidagawa (gawa=nehir) kanal/köprü ağı üzerinden, kültürel merkez Ueno'ya yollanan gruba, "Ueno İstasyonu genelde çok kalabalıktır, sıcak yüzünden tenha, bugün de ısı 34-35 derece..."

"Hayvanat bahçesinde, çok zahmetle sun'i döllemeyle doğan bebek panda, annesi üzerine yatınca öldü, bakıcıya epey zaman sonra, soğuduğunda verdi, ertesi sabah 1 milyon öğrenci kapıda, oyuncak üreticileri sabaha dek panda yaptı, anne, izleyicilere 15 gün boyunca yüzünü dönmedi..."

"Sakuranın tarihini izlerler, Clinton'ın geleceği zaman, geçeceği caddelerdeki sakuraları dondurup açmasını geciktirdiler"


Sade avluda, biri Japon, diğeri Avrupa tarzı iki binadan oluşan Tokyo Ulusal Müzesi'nde "eserler değişir" diye anlatır rehber, "öyle tıklım tıkış doldurmazlar, herbirinden bir tane ama çok güzel sergilerler."

Arada, rehberin açıklamalarıyla gezilen müzede, 12. yy'dan kalma resimli rulo, İran'dan gelme eserler, pastel mandalalar, 15. yy. çini mürekkep paravan... "Nara'da halâ bir iki atölye var mürekkep taşı yapan, isi katılaştırıp sonra tükürükle eritilerek...", yazı takımları, çay seremonisi düzeni, -80 m. sonra kadınlar tuvaleti tabelası-, az süslü zarif kılıçlar, çok süslü tören başlıkları, zırh ve giysileri, üzengiler, sedef kakma makimono kutusu, büyük boşluklar arasında, geride bulutların çöktüğü dağ başları, beride özel yaşama ilişkin detaylarla zengin, içten, daha renkli panolar, "16. yy'dan sonra... gündelik hayatı anlatır", el dokuması, muhteşem güzellikte kimonolar, Noh kostümleri, "Kurosawa, filmlerini eskizler yaparak planlar; gece çekimindeki 17 saniyelik görüntü için bir tarlayı altın rengine boyatmış. ...Bu, Ran filmindeki derebeyi karakteri için esinlendiği resim..."

"...rolünde aktör..." şeklinde, bir dizi 18. yy resmi, heykel bölümünde, Kamakura döneminden Çin etkili, ahşap, Buda ve eşlikçileri heykel grubu... "Kakma ustalığı Hakone'de başlamış."

Tüm yolculuk boyunca ilk kez, "her milletten insan bulunur, çantalarınıza dikkat edin" diye uyarılan grup Senso-ji (ji= tapınak) önünde buldukları ağaç gölgesinde rehbere kulak verirler: "7. yy'da Budizm-Şinto çatışmasının ortasında bir adam nehirde parıldayan bir ağaç görüyor, bundan iki Buda oyuyor ve nehre atıyor, biri burada karaya vuruyor, bu tapınak yapılıyor." Rüzgâr ve yıldırım tanrılarının koruduğu tapınağın girişindeki, şık, kocaman Japon feneriyle süslü kapı için, "Yıldırım Tanrısı kapısı" der, "Kaminarimon".

Miki Maus'un kız arkadaşı
Mini kılığına -ayakkabılar üzerine giyilmiş iri kumaş patikler dahil- girmiş üç kızın "V" işareti yaparak, tapınağın önünde yaşlı bir hanımla fotoğraf çektirdikleri avludan Nakamise-dori'ye geçen "abla" grubu, yiyecek dahil, şemsiye, yelpaze, geiko perukları, takunya, kimono..., "yok, yok!" çarşıyı gezerler.

Tapınaktan ayrılıp, rehberin "-İstanbul- Eminönü, Mahmutpaşa kokulu" dediği, eski Tokyo Asakusa'da, evlerdeki kutsal niş (butsudan) ler için kutsal malzeme, ucuz erkek ayakkabısı, giysi vs. satan dükkânlar arasından öğle yemeğine giderken rastladıkları Saray Kebap'ta, koca dönerin ardındaki Kastamonulu delikanlıyla bayramlaşılır.

Kavun dilimi üzerinde sunulan suşi, herşeyi kendilerine göre yorumlayan Japonların, İtalyan yemeğine kendi tarzlarında yaklaşımları olarak değerlendirilir.

Otobüsle, İmparatorluk Sarayı Doğu Bahçesi'ne yollanan gruba rehber, "Pachinko, (slot makinesi) en büyük sektörlerden biri," diye anlatır, "bir kadının, oyuna dalıp arabada unuttuğu çocukları ölünce çok konuşuldu."

Otemachi kapısı'
ndan Doğu Bahçesi'ne giren grup, iri taşlarla örülmüş 1600'lerden kalma duvarların arasındaki geniş ve sert kavisli yolda ilerlerken rehber, "eskiden burada büyük bir şogun sarayı vardı" der. Gölet kıyısı boyunca iris, ortanca ve morsalkım bahçeleri arasından, çay seremonisi odası, aralarında zeytin ağacının da bulunduğu 47 eyaletten bitkiler bahçesi, karın ağrısına iyi gelen, her yaşlı Japon hanımın çantasında bulundurup sabahları bir tane yediği, turşusu, rakısı (ume-şu) yapılan zerdali erik arası açık turuncu, ume ağaçları, şogun sarayından kalma taş duvarlar... "İmparator, uzun sade bir binada oturuyor, doğumgünü dolayısıyla Aralık'ta saraya belli sayıda ziyaretçi alınıyor, nüfus cüzdanıyla bir ay önceden başvurmak gerekiyor, 20 Ocak'ta, ailece, balkondan halkı selamlıyorlar."

Pastel mozaikli, güneş ve müzik aletleri kompozisyonlu cephesiyle Müzik Odası önünden geçerlerken, devriye arabasının dolandığı sıra, kapanışı haberleyen anons üzerine çıkışa yönelinir. Rehberin demesine göre, "ilkokula başladığında, bir oğlan, prensesi dövünce kız okula gitmek istememiş..."

Elektronik semti
Akihabara, çok katlı binalar arasında, kaldırımlara konmuş ekranlardan animasyonların parlayıp çaktığı çok hareketli, gürültülü bir yer. Gençlerin oluşturduğu uzun kuyruk ise, anime manga seslendiren sanatçıdan imza almak içinmiş.

Mağazada, yolculuğun başından beri, -katılımcılardan elektronik mühendisi beyin, incelikle verdiği aparat desteğine karşın- "abla"nın kızkardeşinin, digital fotoğraf makinesinin, 110 volt elektrikten hazzetmeyen pillerine bir tane daha eklesek mi, arayışı sırasında, "günaydın, biraz Türkçe anlıyorum" diyerek yaklaşan Kazak tezgâhtar Orukenn, "kullan at makine en ucuz burada 819 yen, 1000'den çok dışarıda... Pilin pahası da bu... (konuşmalara kulak verip) hah, fiyatı bu..." der; "abla" grubunu, ayrılırken "konuştuğumuza memnun oldum" diyerek uğurlar.

Üst katlardaki, hediyelik eşyanın satıldığı bölüm, "abla" grubuna daha hitap eder niteliktedir; müzik CD'leri, seramik demlik ve fincan, anahtarlık, magnet vs. arasında en çok ilgiyi, dükkânların girişinde görüp, -ne işe yaradığını anlamaları zaman alan kedi biblosunun- havada salladığı sol pençesi, işletmeye müşteri ve para, sağ patisi ise sağlık ve mutluluk daveti anlamına gelen, maneki neko çeker.

Otobüsle önünden geçtikleri, şıkır şıkır kırmızı ışıklı Tokyo Tower için "1958'de Eiffel yapıldığında," der rehber, "burası ona nazire olarak yapıldı, ondan 13 m. uzundur."

Gecenin son güzelliği, yukarı-aşağı hareket ederken birbirine geçen platformlarla ustaca genişletilen daracık sahnede, tüm rolleri travestilerin oynadığı ışık, dans, ve müzik içeren, bir saatlik güzel bir gösteri. Grup gösteriye gider-dönerken metroyu kullanır, böylece Tokyo macerasına bir de metro deneyimi ekler.


İmparator Meiji hakkında güzel bir yazı:
http://indigodergisi.com/54/ee.htm

29 Eylül 2010 Çarşamba

"Abla" grubu, Japonya'daki yedinci -bayramın ikinci- günlerinde, Atami üzerinden Hakone'ye gider.

10 Eylül 2010, Cuma sabahı, Kyoto'dan ayrılıp Tokyo'ya yönelen grup, Hakone'ye gitmek için yol üzerindeki Atami'de inmek amacıyla, son kez kurşun trene biner.

Rehberin, istasyona yolculuk sırasında anlattıkları: "4 sayısını sevmezler, ölümü çağrıştırdığından. 7, 8 zenginlik, uzun ömür demek."
"...Bonsai, ciddi konsantrasyon gerektiren bir iş. 11. yy'da bir savaşçı kaya arasına sıkışmış bir bitki görüyor, onu yerinden ayırmadan kendi şartlarında bakıyor, çocuk büyütmek gibi, müdahale etmeden yönlendirerek... İyi bonsaiciler hangi kökün hangi dalı beslediğini bilerek budar. Özal döneminde Japonların hediyesi 1300 sakura, Göksu Parkı'na dikilmiş ama tümü kurumuş..."


İstasyonda, dükkânların önünde, genizden, incecik sesleriyle çığırtkanlık yapan genç kızlar arasından, seri biçimde perona ulaşan grup Hikari 464 ile 8:56'da yola koyulur. İnecekleri 4. istasyondan bir önceki, rehberin demesine göre "Shizuoka, ülkenin en çok çay üretilen kenti, ve kanser oranının en düşük olduğu yer."

11:00'de, büyük otellerin yerleştiği dağlık Atami'de inen, farbelalı perde, kristal tavan lambası ve aplikleriyle pek şık otobüse yerleşip Aşi krater gölü kıyısındaki Hakone'ye yollanan gruba rehber, "Hakone, Tokyo'nun haftasonu termal merkezi, insanlar sokaklarda yukata ve takunya ile dolaşır," diye anlatır, "Batı tarzı bir büyük otelde, bu alışkanlığı sürdüren yaşlı bir Japon'u uyardıklarına tanık olmuştum"

Otobüsün, ara sıra buluta dalıp, dolanarak yükseldiği yolun kenarları, bir park kadar bakımlı ağaçlarla, bambu ormanlarıyla sarılı. Yaklaşık 950 m. yükseklikteki, -şekli ayağa benzediğinden (aşi: ayak)- Aşi Gölü (Aşiko) kıyısındaki Hakone'den, "...önceden rezervasyon yaptırdığımız teleferiğe bineceğiz" diye anlatır rehber, "burada herşey rezervasyonla; bu yüzden, Türkiye'nin yarısı kadar ülkede, iki katı nüfusla hiç karışıklık olmadan, düzenli biçimde yaşıyorlar"

Komagateke Ropeway denilen teleferiğe binen grup, 1800 m.lik yolu, dağlara çökelmiş bulutlar arasından 8 dakikada alarak, deniz seviyesinden 1327 m. yükseklikteki gözlem noktasına ulaşır. Taraçada, -buharlaşmanın az, havanın soğuk olduğu dar bir zaman aralığı dışında kendini göstermeyen, (sönmüş volkan)- Fujiyama'yı fotoğraflamak ne kelime!.. Katılımcılar, birbirlerinin fotoğrafını bile zar zor çekerken, gözlem dürbünleri önüne yerleştirdikleri, teleferik bileti üzerindeki Fujiyama fotoğrafı epey neşeye yol açar.

Teleferik dönüş noktasında çok sayıda bedensel engelli görüp soruşturan "abla"ya rehber, "evlerde tutulmazlar, hayatın içindedirler, çok iyi bakılırlar" yanıtını verir. Eşcinselliğe karşı tutumlarını bilmek istediğinde "hoşgörülü oldukları" yanıtını alır. Cinsel taciz sorusu, "var elbette, metroda bir olay yaşanmıştı, bir kadın tacize uğradığını iddia etti, mahkemelik oldular, o ara erkekler elleri görünecek şekilde, havada yürüdüler hep, kadınlar için de, Green Car denen bir vagon ayrıldı, fiyatı biraz daha pahalı... İdam cezası... bir adam anaokulu basıp 6 çocuğu bıçakladı, çocukluğumdan beri hayalim bu okulda okumaktı, babamın parası yetmedi, gelip öldürdüm dedi, onu idamla yargıladılar."

17. yy.da, Tokaido kontrol noktalarından önemli biri olan Hakone'den tekneye binip Aşi Gölü'ne açılan grup, geride bıraktıkları manzarayı fotoğraflarken, havanın pusuna meydan okuyan turuncu parlak rengiyle sudan yükselen güzel Şinto kapısı, ardındaki, ağaçlar arasında belli belirsiz, turuncu sütunlu küçük bir tapınağa gidenlere, hafif meyilli iskeleyle yol gösterir.

2.5 saat sürecek Tokyo yolculuğuna başlayan gruba rehber, metro haritası dağıtırken "Tokyo tam bir metropoldür," der, "mimarî açıdan mükemmel bir şehir, sırf müzelerle ilgili toplu biletler iki parmak kalınlığında..."

Rehberin, "İmparator 1933, karısı, un fabrikatörünün kızı, 1934 doğumlu, kocamın yemeklerini ben yapacağım deyince kıyamet koptu... İmparator saray bahçesindeki sembolik bahçeye pirinç eker, pirinç mevsimini açar, imparatoriçe ipek böcekçiliğiyle ilgilenir" bilgisiyle dağıttığı fotoğraflar elden ele geçirilerek incelenir.

Mola'da, tuvaletlerin sayısı -rehberin "sizi şaşırtabilir"- dediği kadar var: Bir köşede paravanla ayrılmış, minik lavabosu ve pisuvarıyla çok şirin küçük oğlan tuvaleti, pedagog teyzenin ilgisini hakederek özenle fotoğraflanır. Önü, altında çanta koyma yeri bulunan raflı makyaj aynaları, yeterli sayıda çok işlevsel el kurutma düzeneği, el yıkama köpüğü de sensörlü lavabolar, giriş/çıkışında tahsilât yapılmaksızın temiz tuvaletler, "abla"ya kalırsa insana saygının en temel göstergesi.

Kokusuna çekilip yanaştıkları büfeden, satıcı kadının, göstergesini "abla"nın göreceği şekilde yerleştirdiği tartıya koyup sattığı (130 gr=550 yen) bizimkine göre daha yuvarlak, göbeği çizilmiş, buhar püskürtülerek kebap yapılmış kestane, küçük grubun onayıyla çok lezzetli bulunur.

Şehrin önemli merkezlerinden biri Shinjuku'da, Tokyo Belediye Binası'na bakan, geniş caddeler, bahçeler arasında hiç de rahatsızlık vermeden yükselen çok katlı otellerine ulaşan, oda anahtarları yanında, şehrin metro haritası, otelin yakın çevresinin krokisi, bir de kartının bulunduğu zarflarını alıp odalara dağılan grup, daha sonra, gece görüntüsü için Belediyenin 45. katına çıkmak üzere yeniden bir araya gelir.

Şehrin, baktıkları yönündeki binaların, gündüz ve gece görüntüleri üzerine isimleri yazılı panoları izlerken gördükleri yapılar arasında "abla"nın gönlünü çalan, Tasarım Okulu binası Cocoon olur. Gezi notları aldığı defterine, 10.9.10 tarihli "buradan baktım" yazılı olduğunu sandıkları damgayı da basar, Tokyo'yu gezecekleri ertesi güne hazırlık için dinlenmek üzere odalarına çekilirler.