8 Ekim 2009 Perşembe

Endülüs-Fas Gezisi, son gün: "Abla", Marakeş'ten ayrıldıktan 24 saat sonra pazartesi sabahı 7:30'da poyrazın beyaza boyadığı denize bakan evine ulaşır

27 Eylül 2009, Pazar sabahı 7:30'da, zeytinin -bol baharatla- yer aldığı güzel kahvaltı sonrası, motosiklette eşarplarını dalgalandırarak yol alan iki kız, sokaklarda duvar diplerinde kediler, köpekler arasından, memlekete dönmek üzere Marakeş'ten Kazablanka'ya yol alan mahmur grup, acente ile ilgili sorun dolayısıyla bir özür konuşması yapan Muhammed'i dinler.

Havaalanı'nda "abla"nın sonradan, adını not etmediğine pek hayıflandığı bir heykeltraşın eserleri sergilenmekte. Hangi havayolu belli değil hosteslerin giysilerini tamamlayan kırmızı -fesi hatırlatır- başlık yanından inen, boyundan dolaşarak salınan beyaz tül şal "abla"ya pek estetik gelir.

Alışveriş yapıp, ödeme için oyalandıkları bankoda, küçük kız kardeşin çantasına gözünü dikmiş genç adam, kısa bir gerginliğe neden olur; mesele anlaşılınca, Güneydoğu'dan buraya, yeni bir yaşam kurmaya gelmiş gencin macerası sevgiyle dinlenir, hayır dua ve iyi şans dilekleriyle vedalaşılır.

Alışveriş biter, bitmez görünen bekleme biter, grup havalanır; evrak doldurma bitmez. Uçakta -olası- domuz gribi vak'alarıyla ilgili prosedür gereği, birlikte yolculuk ettiğiniz kişiler, herhangibir gelişmede bilgilendirilecek kişi, adres vs. içeren bir evrak daha doldurulur.

Daha önce izlediyse de hatırlamayan "abla", Tom Hanks'in Big filmini izler, beğenir. 21:00 sularında Yeşilköy'e inen, bavullarını beklerken vedalaşan gruptan "abla" evine Burhaniye'ye, ortanca Bursa'ya, kuzen Küçükkuyu'ya yola devam etmek üzere metro ile Esenler'e giderler.

1999'da, bir grup arkadaşla, aralarından birinin bir dergiden bulduğu trekking parkuru İstanbuldere'de yürüyüş yaparken, kaygan kayalar arasına düşüp kuyruksokumunu inciten "abla", tadilât, tamirat türü işler için yazlığına giderken yanındaki koltukta oturan, tüm ustaların, yerel halkın kendisini kazıklama, dolandırma konusunda sözbirliği ettiğine inanıp sızlanan yaşlı hanım mı, sızlayan kuyruksokumu mu daha kötü, karar veremez.

Yarımşar saat arayla bindikleri otobüslerle sürdürdükleri yolculuklar, ertesi sabahı bulur.
Bir önceki gün 7:30'da Marakeş'ten ayrılan "abla", 24 saat sonra Karaağaç'ta, ortancanın telefonla haberdar ettiği -ailenin taksisi- Ali Bey tarafından karşılanır; sitenin bayram ve sonrası haberlerini aldığı kısa bir yolculukla, 2005'ten beri yaz-kış oturduğu, sert poyrazın beyaza boyadığı denize bakan evine ulaştırılır.

7 Ekim 2009 Çarşamba

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 8. Gün: Şoför Abdul'ün şüphesi, teyzenin gürül gürül getirdiği Kelime-i Şehadet ile giderilir.

26 Eylül 2009, Cumartesi sabahı, geniş araziye, 3 katla yatay biçimde yayılan önde arkada havuzlu bakımlı genç bahçelerle sarılı otel önüne dizili altı adet 4x4'ten birine binen "abla" küçük grubu, şoför Abdullah yönetiminde, 8:15'te hareket eder.

Atlas Dağları'nda sarmallar çizerek yükselirken rastladıkları, doğayla aynı renkte, kırmızı kerpiç Berberî köyleri, -bir kaç yıl önce, Nil kıyısında ziyaret ettikleri Nübye köyünü hatırlatır biçimde- temiz, düzgün. Kırmızı bir dere ile birlikte, mineral, fosil parçalar satan tezgâhlar, mısır inciri çitler ya da mısır inciri tarlaları geride kalırken, hummalı bir aile sohbeti tutturmuş kardeşler, kuzen ve teyze, şoförün başını ağrıttıklarından şüpheye düştükleri sırada, çöken ıslak bulutlar arasında beliren yamaçta, muhteşem manzaraya tepeden bakan iki üç katlı minik bina önünde mola verilir. Terastaki büyücek üç güneş paneli, belli ki bugün tatilde... Geleneksel, naneli, şekerli çay, yaldız işlemeli renkli cam, küçük bardaklarda sunulur, kırmızı polar hırkalı utangaç gülüşlü çaycı grupla fotoğraflanır, içi ısınan grup yola koyulur.

Abdul'den öğrendiklerine göre, vadide dağınık köylerde yaşayan çocuklar, merkezî bir okulda bir araya getirilip eğitiliyorlarmış. 2260 m.'de, daha açık beyaz olanların yavru olduğu belli, bitkinin görülmediği bu yükseklikte neyle beslendiği belirsiz koyun keçi sürüleri görerek vardıkları noktada, mineral, fosil ve ürünleri satışı yapan büyük bir tesis önünde inip -"abla"nın tasarımına hayran olduğu küçük pembe bir cüzdan ile rehberin vücudu dengelediğini söylediği aragonit ve ametist aldığı- alışveriş eden grup, dönüşte burada tekrar mola verileceği bilgisi üzerine yine yola düşer.

Yolcularına güzel yerel müzik dinleten Abdul, bir ara bu konudaki genel kültüre ek olarak, "abla" ve kardeşlerinin babalarının memuriyeti dolayısıyla bulundukları Kilis yıllarından "zılgıt" adıyla tanıdıkları "zarîd", çeker, nasıl yapıldığını ayrıntılı olarak gösterirse de gruptan beklediği performansı alamaz. Bir ara sohbet, Müslümanlık konusuna kayar, "abla" grubu kadınlarının müslümanlığına biraz tutuk yaklaşan Abdul'ün şüpheleri, önde oturan teyzenin gürül gürül getirdiği Kelime-i Şehadet ile giderilir. İsimleri ile Kur'an'daki isimler arasındaki karşılaştırmadan en çok, Abdul'ün, adını "Fâtimâ" diye telaffuz ettiği "abla" kârlı çıkar. Hz. Muhammed'in kızı, Arapların söyleyişiyle Fâtimâ, Berberîlerin deyişiyle Fatma ismi, "abla"ya, Fas yolculuğu boyunca, konforunu yaşadığı bir itibar getirir.

Asfalt yolu bırakıp Aid Ben Haddu 6 km. tabelası dibinden çöle saparken "wake up!" diye seslenen Abdul, altındaki 4x4'ün hakkını verir, arkadan gelen feryatları, bilge bir tebessümle izler.

Hoplaya sıçraya, kahkahalarla aldıkları 4-5 km. sonunda arabalardan inip, fotoğraf çekmeye koyulan grubun modeli, aralarında Büyük İskender, Gladyatör, Arabistanlı Lawrance'ın da olduğu pek çok filme platoluk yapmış çöl. Engebeli, minik kuru ot öbekleri dışında görünürde canlı olmayan çöl, sıcak, 25-30 kişilik grupla bile, özgürlükle karışık tuhaf bir melankoli duygusu yaratır biçimde, ıssız!

Uzaktan, değişen ışıkla pek güzel görüntü veren (Avrupalıların, yabancılara taktıkları isimle Barbar'dan gelme) Berberî köyü Aid Ben Haddu da bir plâto; Muhammed'in iguanasıyla, çölde sıcağı yansıttığı söylenen indigo mavisi cellabeli Berberî'nin yılanıyla, 11. yy.dan kalma Aid Ben Haddu Köyü fonu önünde çekilen fotoğraflar tamamlanır, grup, kapısında bir sfenksin durduğu, 1983'te 30 hektar alana kurulmuş CLA Studios'a yollanır.

Hotel Oscar'ın duvarları, ev sahipliği yaptığı ünlülerin fotoğrafları, orada çekilen filmlerin afişleriyle süslü. "Abla"nın çerçeveli bir listeden not ettikleri: ...The Jevel of the Nil (1984-85), Kundun (1996), Cleopatra (1998), Seventh Scroll (1998-99), Asterix ve Obelix (2000), Tepenin Gözleri (2007)... Küçük kız kardeşin, Restaurant Cleopatra önünde, kıyıda köşede fotoğraf çekerken cep telefonuna gelen mesajla, epeydir yitirdikleri memleket bağlantısı kurulur, Hayyam Garipoğlu'nun serbest bırakıldığını öğrenirler.

Quarzazate yolunda, Fransızcası iyi, İngilizcesi kötü Abdul, İngilizcesi iyi, Fransızcası yok gruba, sessiz sinema figürleriyle Quarzazate'nin ne anlama geldiğini açıklamaya çalışır; uzun, yaratıcı Abdul gösterisi sonunda grup neşeyle, "başağrısı olmayan, dertsiz tasasız şehir!" kavramına ulaşır.

Geniş Avrupaî caddelerin kavşağındaki, film makaralı bir figürle süslü havuz önünden geçerek yemeğe, taraçalar halinde düzenlenmiş bir lokantaya (La Kasbah) gidip, tertemiz kerpiç sıva duvarlı, hasır şemsiyeli bölmelerde, güzel desenli seramik kaplı masalarda, sıska bir kedinin de sebeplendiği, -kızgın kül ve kor dolu saksıya oturtulmuş sahan formundaki güveç- tagine'de pişmiş, lezzetli limonlu tavuk yer, 60 dirhem öderler.

Çok sakin öğle güneşi altında, kilimler, şallar sallanan, önleri parıltılı avadanlıkla dolu loş dükkânlara, grubuyla, gözatma niyetiyle giren "abla"nın başını, kaşla göz arası, uzun bir eşarpla yerel tarzda, hızla bağlayan becerikli satıcıdan kapşonlu cellabe'nin, kapşonsuz ve jileye benzeyenine gandora dendiğini öğrenirler.

Bir sonraki durak, 15 dirheme birer bilet alıp girdikleri Sinema Müzesi: Önlerinde hangi filmlerde kullanıldığının belirtildiği birer plaket bulunan, görkemli görüntüsüne karşın, -parmakla tıklatıldığında sunta, kontrplak, kâğıt, tahta, alçı... türünden malzemesi hakkında fikir veren bir ses çıkan- dekor/mekânlar, zindan, senato, hospital ward, prayer ward, throne area... olarak, önlerinde yazılı pek çok filmde kullanılmış. Havuzlu taht salonu, -elbette grubun en iltifat ettiği yerdir- "abla" dahil bir çoğu tahtta poz verir.

Bakımlı, parlak renkli çiçekli bahçede, içinde sular şırıldayan dekor mağara çıkışında, yaklaşanları eliyle koluyla "başını çarpma!" diye uyaran yaşlı adam, Arabistanlı Lawrance, Büyük İskender, Sahara, Babil, Gladyatör, Kingdom of the Heaven... filmleri gereçlerinin sergilendiği salon, Firavunun gözdesinin yatağı, Roma ve Mısır savaş arabaları, kostümler, kırık tabletler, 1800'lerden kalma ekipmanın sergilendiği salon, müzenin diğer bölümleri.

Uzunluğu 2400 km, en yüksek noktası 4167 m. olan -2260 m.yi gördükleri- görkemli Atlas Dağları silsilesinde, adım başı tezgâhlarda gördükleri, banyo eviyesi formuna sokulmuş büyüklükte olanları da dahil, derin deniz kabukluları fosillerinin ne işi olduğu üzerine kafa yoran "abla"nın aklına, James Churchward'ın Kayıp Kıta Mu serisinde geçen "...Dünyanın yükseltisiz karalarla dolu olduğu çok eski jeolojik dönemde dağların denizlerden yükselişi..." ibaresi gelir.

Küçük grup, arada şimşeklerin çaktığı ağır yağmur altında, çıkışlarından 12 saat sonra, gayet mutlu biçimde otele döner, ciddi, gayretli, iyi şoför Abdullah ile vedalaşır.

Yemekten sonra, Ali'nin yeri anlamında Chez Ali'ye giden grup, bir tür eğlence kompleksi ile karşılaşır: Masalar çevresinde, -aralarında, oynamak değil de, hafif hereketlerle ritme ayak uyduran beyaz yerel giysili kadınların olduğu- boy boy darbuka, zil, tef... müzik aletiyle ritm duygusu ağır, hoş bir müzik üreten, bazıları pembe cellabeli sekizer müzisyenden kurulu bir kaç grup dolanıp durmakta. Ortada, çevresindeki seramik basamaklar turistlerce tıklım tıklım doldurulmuş toprak alanda, sırtındaki perdeli tahtırevanda iki çocuğun oturduğu hantal bir deve dolanıp dururken, bayraklı çalgıcı ve dansçılar bir geçit yaparlar. Ardından, ateş yutan, sonra da havaî fişekle gösteri yapan iki adam gelir. Binicilik ustalıklarının sergilendiği akrobasi gösterilerini, yürüyen bir platformda göbek atan dansöz izler. Son olarak da, beyaz yerel giysili 21 savaşçı, bir çeşit devir teslim törenini andırır geçişler ardından, bir kaç kişilik takımlar halinde hızla yol alıp havaya ateş ederler... Gösteri, uçan halı görüntüsü ile Peter Gabriel ve Carmina Burana melodileri eşliğinde, havaî fişekli ANNE, MA SALAMA yazılarıyla yapılan selamla sona erer. Büyük ihtimalle kendileri için çok anlamlı bu gösteri, her ne kadar kendisini -mistik- yanıyla Doğulu da saysa, "abla"ya pek bir şey ifade etmez.

Çalgıcıların ortalarına aldıkları erkeklerin, oynarken, ceketlerinin bir yanını bedenlerine yapıştırmaları figürünü, daha sonra küçük kız kardeşinin çektiği flamenko gösterisi video kaydında -aynen- gören "abla", iki kültürün, birbiri üzerindeki izlerinden birini daha yakalamış olmaktan memnuniyet duyar. Açıklamakta zorlandığı bir diğer etki ise, sucu denen adamların başlarındaki, Tibet ve Peru yerel giysilerinin başlıklarına çok benzeyen çıngıraklı, süslü başlıklar...

6 Ekim 2009 Salı

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 7. Gün: Seyahat Gurusu, çok net "gerekirse küçük grubuyla Marakeş'e giderek seyahatlerini tamamlayacaklarını" bildirir.

25 Eylül 2009, Cuma sabahı, Kazablanka'daki otelde, bir termit sürüsü geçmişe benzeyen açık büfede, gayet mütevazi bir kahvaltı yapan grup, Marakeş'e gitmek üzere, tam zamanında otobüste yerini alır. Görünüşte herşey yolundadır ama, yarım saati aşkın bir süre geçer, otobüs 10 cm. yol almaz.

Nedeeeen sonra, kol kırılır yen içinde kalır tur rehberi, bir anlaşmazlığın ipuçlarını verir, grup otobüsten iner. Anlaşılan, Fas acentesi ile bağlantılı bir problem vardır ve otobüs değil 10 cm, 1 cm bile gitmeye niyetli değildir. Lobiye dağılıp, iletişim sektörünün ne kârlı bir sektör olduğunu gösteren, cep telefonları ile -yaklaşık iki saat boyunca- sürdürülen telefon trafiği boyunca, bir akşam önce keşfedip keyfini sürme fırsatı bulamadıkları Andaluz Odası'nda oturan "abla" grubu, "abla"nın kendisini bile şaşırtan bir sükûnet içinde gelişmeleri izler, sonucu bekler.

Tavan ve duvarlardaki ahşap oyma kafeslerden süzülen gül desenli ışığın vurduğu yumuşak taba renkli duvarlardan biri, cirit sahnesi canlandıran güzel, büyük bir tabloyla kaplı. Diğer duvarda ise vitray bir pencere var. Bir köşede pırıl pırıl parlayan ayaklı koca çaydanlık, uzun saçaklı bordo kadife yastık ve döşemeyle kaplı rahat sedirdeki misafirlerin hizmetinde gibidir. Sarı, lacivert seramik zemin üzerindeki altı küçük, bir büyük oymalı ahşap sehpayı, köşelerden birinde -olmazsa olmaz- koca bir plazma TV tamamlamakta...

"Abla" grubu Andaluz Odası'nda demlenirken galeyana gelen diğer 20 katılımcı, dönüşlerinin öne alınarak Kazablanka'dan memlekete dönmek niyet/kararlarını belirtip imzaladıkları bir kâğıdı Andaluz Odası'na getirirler. Ailenin Seyahat Gurusu lâfı boşuna değil, küçük kız kardeş, gayet net biçimde imzalamayacaklarını, gerekirse küçük grubuyla Marakeş'e giderek seyahatlerini tamamlayacaklarını bildirir.

Sonunda, ömründen ömür giderken -kendisine kritik bir soru yönelten "abla"nın küçük kız kardeşine, tişörtündeki kedileri göstererek "kedi seviyoruz galiba?" diyecek kadar- profesyonelliğini koruyan tur rehberi, görüşmeler sonucu, adam başı 135 Euro ödeyerek turu tamamlama önerisi getirir. Artık bayram tatili uzunluğunun iki ülkedeki farklılığından mı, ilk kez çalışılan Fas acentesinin güvensizliğinden mi, ya da başka nedenlerden mi bilinmez, tıkanıklık giderilir, 10:55'te yola çıkılır.

Katılımcılardan avukat hanım, ödenen paranın geri alınabilmesi için bir belge düzenlerken, bir kaç gün önce doktor hanım, hasta bir katılımcıyla ilgilenir, Fransızca bilen bir başka hanım ise tur rehberinin gönüllü yardımcısı gibi çalışır; böylece yaratılan iyi niyetin itişiyle, arada yağmura da tanık olarak varılan Marakeş, "1060'ta kurulmuş... 18 bin hurma ağacına sahip, gelir kaynakları ticaret ve turizm... Nüfus ağırlıklı olarak Berberî... Sahra'nın Atlas Dağları'ndaki kapısı Marakeş, şimdilerde rallilerin düzenlendiği Timbuktu'ya, eskiden 56 günde ulaşılan kervan yollarının kesişme noktasında... Soygunlar dolayısıyla "ilerle ama dikkatli ol!" uyarısı Marakeş isminin kökeni... Marakeş'te dört üniversite var."

Bir tören dolayısıyla kapalı, kapısından baktıkları Menara Bahçeleri'nden otobüse doluşup yöneldikleri, 1934 tarihli Alfred Hitchcock klâsiği, James Stewart ve Doris Day'in oynadığı Çok Şey Bilen Adam'ın çekildiği Marakeş'te hava sıcak, güneşte 39, gölgede 33 derece. Yahudi Mahallesi Mellah'ı geride bırakarak Bahia Sarayı'na ulaşan grubu, zeminin ufalanmasından, bahçelerden... gözlenen bakımsızlığına karşın, Endülüs'tekiler kadar muhteşem bir saray karşılar.

"Vezirin dört resmi eşinden ilkinin adı Bahia'nın adını taşıyan saray 1880'de yapılmış, veliaht prens küçük olduğundan vezirin sorumluluğunda... Evsizlere de bir bölüm ayrılmış, sedir oyma, Kûfi yazı, yerde Moorish tarzı seramik kullanılmış. 11-19.yy arasında süren köleliğe 5. Muhammed son vermiş. Dört eşe hizmet eden -hiç evlenmemiş kadın ve erkek (hadım)- altışar hizmetlinin kaldıkları odaların mobilya ve dekorasyonu, kendi aralarındaki hiyerarşiyi ortaya koymakta... Sarayı vezirin ölümünden sonra, 1956'ya dek Fransızlar kullanmış, bir dönem, 2. Hasan'ın Kraliyet Muhafızları için karargâh olmuş. Çok Şey Bilen Adam, Arabistan'lı Lawrance, Büyük İskender, Gladyatör, Mumya serisinin bazı sahneleri... bu sarayda çekilmiş.
" ("Abla"nın aklında kaldığı kadarıyla genel müzecilik anlayışında, mobilyalar zarar görmesin diye, değil film çekimine, flaşlı çekime bile izin verilmezken, Bahia Sarayı'nda mobilyalar, film çekimi için yerlerine konuluyormuş!)

Bitkilerden elde edilen (örn. lantana -üçkızkardeş çiçeği- yaprağından yeşil), indigo, safran... gibi renklerle boyalı Kabul Salonu tavanı el değmediği için korunabilmiş. Dört resmi eşin odalarının açıldığı havuzlu avlu, Bahia adının bir motif biçiminde çepeçevre dolaşarak duvarlarını süslediği bir başka oda, hiyerarşik açıdan diğerlerinin üstündeki ikişer nedimenin yaşadığı, işlemeli gömme dolaplı 12 oda, çocuk medresesi, -1978'e dek haklarını kullanamamış- kadınlar şadırvanı ve ibadethanesi, vezirin dört resmî eşiyle katıldığı kutlamaların yapıldığı Vezir Dairesi, altında insan boyunda bir ikinci kapının da olduğu görkemli büyük ahşap kapılar...

Saraydan çıkıp Sadien Türbeleri'ne yürüyerek giderken "abla"nın tanık oldukları; öne şoförün yanına 2, arkaya 3-4 kişinin bindiği Mercedes dolmuş, Sultanın 24 sarayından birinin tertemiz bakımlı duvarı, İspanyollardan kalma bir top, El Muvahhit'in yaptırdığı 12. yy. tarihli cami ve onun 18. yy.'da Alavit Sülâlesinin yaptırdığı minaresi...

Yerde, seramik mozaik değişik desenlerle süslü mezarlarla ve daha önemli şahsiyetlerin türbeleriyle dolu, yüksek duvarlı geniş avluya yayılmış Sadien Mezarlığı'nda bebek, genç kız, hanım... diye gruplandırılmış mezarlarda, ölüler ile ilgili bilgiler var. 16 yy. tarihli mezarlık, kardeş kavgaları ardından bölünen Alavit Sülâlesi başı İsmail tarafından tamamıyla gömdürülüp, 1917'de paşadan aldıkları izinle kazı yapan Fransızlar tarafından ortaya çıkarılır.

Çarşıda, arı dolu cam vitrindeki ağız sulandıran, değişik, güzel şekilli, şuruplu tatlılarla dolu tezgâh fotoğraflanılır, 1 dirhem ödenerek girilen temiz tuvalet molası verilir; güneş batarken, serin bulutlu gökyüzü altında varılan, El Muvahhit'in, 12. yy.'da, -11. yy.'da yaşanan büyük deprem sonrası- yaptırdığı, kitaplar, kütüphane anlamına gelen Kutubiye Camii, Fas'ın ikinci büyük camii...

Sokak aralarından, gündelik yaşamı fotoğraflayıp tanıklık ederek, girişteki tabelada Epices Ibn Albaytar yazılı handa ulaştıkları Baharatçı/Herbalist, tüm rafları renkli kavanozlarla, değişik kokularla tıklım tıklım dolu bembeyaz bir mekân. Sıralara oturan gruba 60 yaşında olduğunu söyleyen beyaz önlüklü delikanlı, "baharatların kralı" dediği (1 gr'ı Türkiye'de 15 TL, burada 3 TL), kavanozda kırmızı görünüp, suda eritilince sarı olan, bağışıklık sitemini güçlendirdiğini söylediği safranla başlar; fotoğraf çekmek için -bir telâş- ayrılan bir kaç kişiden, grubun kalanına yaptığı detaylı sunum, çırakların dolaşarak koklattıkları, uykusuzluğa çare portakal, yasemin yağı, baş ağrısı için -kuzenin koklayarak deneyip başarılı bulduğu- çörek otu ile yağı... ile renklenir. Ortanca kardeşin, sonradan yaptığı araştırmaya göre "...yalnızca Fas'ın güneybatı bölgesinde yetişen Argan ağaçlarının iri yeşil zeytin şeklindeki meyvelerinin sert çekirdeğinin içindeki etli kısımdan, oldukça zahmetli bir şekilde elde edilen ve mutfakta, kozmetikte, eczacılıkta kullanılan Argan yağından..." mamûl krem alışverişi sonrası, Loreena McKennitt'in Night Market parçasının ilhâm kaynağı, çok geniş, ışıklı, şenlikli meydana giderler.

Meydanın bir bölümü, dumanların tüttüğü açık hava lokantaları, bir başka köşesi, büyük bir çadırda halıdan, tatlıya herşeyin satıldığı ufak çaplı panayır, ortada yılan oynatıcılar, maymunlar... Türk oldukları anlaşılınca "Hasan Şaş yavaş yavaş, Kasımpaşa, Atatürk.." sözleriyle ilgi çekmeye çalışan satıcılar arasından ulaştıkları hurma tezgâhından, -sonradan üçer kez yıkayarak yedikleri- iki ayrı kalite, (kg, 140 ve 50 dirhem) hurma ile, -"abla"nın tek küpe şeklinde taktığı, küçük kız kardeşin Tunus gezisinden hediye- uğur, bereket ve şans getirdiğine inanılan (Hz. Muhammed'in kızı) Fatma'nın eli figüründen -tanesi 100 dirhemken, 4 tanesi 200 dirheme- alınır. Şıkır şıkır ışıklı meydan -daha çok gece yaşanan- fıkır fıkır haliyle, adına yakılan şarkıyı, alnının akıyla haketmiş görünür.

Otele giderken bir markette durduklarında, yemekte servis edilmediğinden odada tadına bakmak istedikleri Fas şarabından almak üzere, karanlık bir merdivenle alt kata inip, alışveriş ederek, karanlık bir iş yapma macerası/duygusu yaşayan "abla"nın iki kız kardeşi, yüzlerinde esrarengiz bir tebessümle otobüse dönerler.

Akşam yemeği, kör, genç bir delikanlının içli sesine eşlik eden iki çalgıcının ürettiği müzikle yenir. Küçük grup daha sonra, "abla" ile ortancanın odasında, şarap tadımı için buluşurlar; TV'de, yapımını Türk isimlerin üstlendiği kliplerle, -Arapça dublajlı hâli çok tuhaf- Türk dizisini izleyerek, tadını beğendikleri kırmızı şarabı içerler.

5 Ekim 2009 Pazartesi

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 6. Gün: Kazablanka'da "Rick'in Barı" diye bir yer yok!

24 Eylül 2009, Perşembe sabahı, kahvaltıda, bir tuhaflık sezen "abla"grubu, önceki gece bir hanımın rahatsızlanması üzerine, tur rehberiyle katılımcılardan baba-oğulun, tekinsiz Tanca gecesinde eczane arama macerası yaşadıklarını öğrenirler.
Grubu, "sabah-ül nûr" diyerek karşılayan yerel rehber Muhammed bu kez, kapşonlu sarı (Türkçede dendiği şekliyle cilbab) cellabe ve sarı terlik, yerel giysiler içinde. Fas'ın başkenti Rabat yolunda, Muhammed'in anlatıp, tur rehberinin çevirdikleri: "Fas bayrağı, kanı simgeleyen kırmızı zeminde, islâmı, teslimiyeti ve barışı temsil eden yeşil, içi boş, beş köşeli yıldız... İspanyol kıyımından kaçıp daha sonra İsrail ve Amerika'ya kayan 5 bin Yahudi burada hoş karşılanmış... %70 kapalı görünse de baş kapamak zorunlu değil... Fas nüfusu 43 milyon, 1.5 milyonu Fransız ve İspanyol, Katolik Hıristiyan... Kazablanka en kalabalık 6 milyon, Rabat 2,5, Fes 1,5 milyon... Kısa boylu açık renkli Berberîler nüfusun %70'ini, uzun boylu koyu renkli Araplar %30'unu oluşturuyor... Ölmekte olan Swahili de dahil, pek çok lehçe konuşuluyor... Eğitim zorunlu değil, kızlar daha eğitimli... Fosfat, tarım, turizm gelir kaynakları... İlk koloni M.Ö. 1000'lerde Fenikeliler'ce kurulmuş, ardından Romalılar, İspanyollar gelmiş... 1912-56 arası Fransa ve İspanya'ya verilen imtiyazlar yüzünden toprak kaybı yaşanmış... 1953'te ülke, Fransız sömürgesiyken, Atatürk'ü örnek alan 5. Muhammed, bağımsızlık hareketi başlatıyor. Fransızlar başa kukla bir paşa koyup, 5. Muhammed'i Madagaskar'a sürgüne yolluyorlar, Fas bağımsızlığını 1956'da kazanıyor."

Geçiş döneminde olduğu söylenen ülkenin her yanı şantiye. Şimdiki sultanları, otelde, lobide asılı resminde, masa başında oturur görülen, temiz yüzlü genç adam, 6. Muhammed... "Atletizmde uluslararası isimleri var... Gelir durumu, komi 350, öğretmen 600, doktor, avukat 2500-4000 Euro kazanıyor... Parlamentonun 340 üyesinden 39'u kadın, 5 de kadın bakan var, genel seçimler beş yılda bir... 6. Muhammed'in annesini kimse tanımazken, okurken tanıştığı orta halli bir ailenin kızı, eşi Semra'yı herkes tanıyor... Sultanın kardeşi ile oğlu arasındaki taht sırasını halk oylayacak... Tarlalarda sarı görünenler İspanyol kavunu..."

"Abla"nın pek beğendiği gazlı elma suyu alışverişi yaptıkları mola sonrası, benzincideki TIR'lara ilişkin, "İspanyollar buradan çok ucuza sebze, meyve alıyor, Made in Spain diye etiketleyip Avrupa'ya ihraç ediyorlar" açıklaması yapan Muhammed, yola Kuzey Afrika Pop'u Rai dinleyerek devam ederken gruba, yol boyu dizili ağaçların dibinde tabakalar halinde üreyen mantarın kesilerek şişe mantarı üretildiğini, İspanya'ya satıldığını anlatır.

Girişinde 300 hektarlık mantar ağacı bahçeleri bulunan Rabat, -Budapeşte'de olduğu gibi- Bouregreg Nehri'nin ikiye böldüğü bir kent.

Grup, Büyükelçiliklerin bulunduğu zengin mahalleden geçerek, iki yana simetrik olarak yerleştirilmiş Moorish tarzı mozaik seramik çeşme ile İtalyan mermeri fıskiyeli havuz; kapı dibinde küçük toprak alanda, eşinen beyaz atlar üzerinde, kırmızı pelerinli, beyaz giysili iki askerin nöbet tuttuğu giriş kapısından girerek, tepesini, yeşil sırlı seramik kaplı pırıl pırıl piramitin örttüğü, giriş kapısında elinde sedef kakmalı tüfeğiyle, kırmızı pelerin, beyaz giysi, tozluk, Berberî askerinin nöbet tuttuğu mozoleye ulaşır. 5. Muhammed, 2. Hasan ve 2. Hasan'ın kardeşinin yattığı (6. Muhammed'in de defnedileceği) mozolenin giriş katı, alt katta mezarların görüldüğü, üstü çok zengin vitray, mermer işçiliğiyle süslü kubbenin örttüğü, dört ayrı çıkışı olan çepeçevre bir balkon.

12. yy.'dan kalma sütunlarla, avlunun bir kenarındaki duvarlar, Hasan el Muvahhit'in ölümü üzerine yarım kalan camiye ait. 1968'de 2. Hasan'ın yaptırdığı cami, avlunun diğer yanında. Avluyu, ortasındaki büyük, oymalı, fıskiyeli havuz süslemekte...

Eski şehir surlarını izleyerek, metro inşaatı, üniversite yanından geçerek, sultana ait, toplam 1 şato, 24 malikane ve 19 saraydan, sultanın annesinin kaldığı, geniş havuzlu bahçelerle süslü sarayın ana girişi, bir seremoni yüzünden, kırmızı başlıklı (hizmetli), mavi başlıklı (şehir polisi), yeşil başlıklı (jandarma) görevli kalabalığı arasında fotoğraflanır.

Öğle yemeği, sörf yapılan, balık avlanan, ucunda bir fener bulunan Atlantik Okyanusu kıyısında, denizin vurduğu, havası tuzlu sisle puslu, falez manzaralı bir lokantada yenir. Balık, kalamar, kabuğu içinde jumbo karides, -dondurmamsı- halva: (yaklaşık) 100 dirhem.

15:45'te yola çıkıp 16:45'te Kazablanka'ya varan grup, Muhammed'den, tur rehberinin aktardıklarını dinlemeye devam eder: "Çok eşlilik 2. Hasan zamanında kaldırılmış ve kadınlar miras üzerinde erkeklerle eşit haklara sahipler... 1515'te Portekizliler'in kurduğu Dar ül Beyza, Beyaz Ev anlamına gelen Kazablanka, endüstri merkezi, ekonomik başkent... -1943'te, film, senaryo, yönetmen dallarında Oscar alan, Michael Curtis'in yönettiği Ingrid Bergman (Ilsa), Humprey Bogart (Rick)'ın oynadığı, Ingrid Bergman'ın, ayrılık acısıyla, şarkılarını çalmasını istediği piyaniste "bir daha çal Sam" sözüyle de belleklerde- Casablanca filminin tümü Hollywood'da çekilmiş, burada Rick's Bar diye bir yer yok, yakın zamanda Amerikalı bir kadın, isim hakkını alarak Rick's Cafe açmış... Kurşunsuz benzinin litresi 1.8 TL, petrolün %40'ı Libya'dan, %60'ı diğer Arap Ülkeleri'nden geliyor... Oilibya Kaddafi'nin oğlunun firması... Volvo, Nissan araba fabrikaları... Türk dizileri, klipleri hayranları, Türkiye'ye gelmek, gezip görmek istiyorlar..."

Faslıların Dünyanın en büyük camii dedikleri 2. Hasan Camii hakkında, kısa bir internet gezisi sırasında "...Medine'dekinden sonra..." ibaresine rastlayan "abla", o arada rastladığı, Kazablanka hakkında çok detaylı bir yazının adresini, yazısına eklemeden edemez:

http://moracalan.blogspot.com/2006/06/fas-2-casablanca.html

2. Hasan Camii, tepesinde Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlığı simgeleyen, farklı büyüklükte üç top bulunan kare planlı minaresiyle, deniz kenarına olanca haşmetiyle yayılmış; kadınlar kısmında 5 bin olmak üzere, içerde 20 bin, avluyla beraber 80 bin kişinin aynı anda ibadet edebileceği büyüklükte görkemli bir cami. Grubun kadın üyeleriyle, camiin, kadınlar kısmına çıkıp, muhteşem avizelerin ışıltısında, mozaik seramik, ahşap oyma, mermer kakma, varak işlemeleri daha yakından görme şansı bulan "abla", küçük kız kardeşi oradan buraya koşturup fotoğraf çekerken, ortanca kız kardeşinin "değme katedrale taş çıkartır!" sözüne katılmadan edemez. Gün ışığında, alacakaranlıkta ve gün battıktan sonra fotoğraflanan camiin, avlusundaki zarif havuzlar da belgelendikten sonra otobüse doluşan grup, Kazablanka'nın gece yaşamının merkezine, (Tahiti, Miami, Tropicana Beach) plajların, Kraliyet ailelerinin yazlıklarının bulunduğu Korniş'e bir göz atıp otellerine giderler.

Yemek sonrası, eski Kazablanka'da yaptıkları gece yürüyüşü sırasında, toplanmakta olan çarşı "abla"ya, 1970'lerin Beyazıt'ını hatırlatırken gözüne takılanlar: Seyyar arabalardan birinin çevresinde salyangoz çorbası içenler, bir başkasında yığılı ufak yuvarlak ekmekler, yerde gençlerin karıştırdığı çok eski dergi ve kitaplar, asabî satıcısıyla seyyar eczane, korsan CD satıcıları, oyuncakçılar, giysiler. Ve gece 22:00'den sonra, sokaklarda, küçük çocuklar, oyun oynayan delikanlılar, motosikletle gezinen genç kızlar...

4 Ekim 2009 Pazar

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 5. Gün: Tarifa, Cebelitarık Boğazı, Tanca, Cap Spartel, Herkül Mağaraları...

23 Eylül 2009, Çarşamba sabahı 8:30'da, grubuyla Fas'a geçmek üzere, Tarifa'ya yollanan "abla"nın, İspanya'dan ayrılmadan önce son gözlemleri: Yollar boyu zeytin ağaçları, kahvaltıda tek zeytin yok! İşlek İberik Yarımadası, hareketli bir tarihe sahip; devlet düzenleri, -Karıncaların özenle hazırladığı kitapçıkta belirtildiği gibi, grubun gezdiği Endülüs'ün de aralarında olduğu, Estado de las Autonomias denen- kendi içinde özerk yapıya sahip 17 devletçikten oluşan, tepede kral 1. Juan Carlos ve ailesinin bulunduğu, anayasal monarşi. Uzun bezdirici Faşist Franco dönemi sonrası, yakın tarihlere dek, ayrılıkçıların neden olduğu anarşiden yılmış ülke, belli ki huzura kavuşabilmek için, küçük kız kardeşin dediği gibi "verip kurtulmuş!". İspanyollar, refah düzeyi ve -dolayısıyla- özgüveni yüksek bir millet.

Yol boyu güneş panelleriyle kaplı güneş bahçeleri, yerlerini, rüzgârın daha etkin olduğu tepelerde, pervanelere bırakırken Tarifa'ya ulaşan grup, iki saatte bir -Fas- Tanca'ya geçen feribotlardan biriyle, gümrükte verilen kâğıdı doldurup damgalatmalarına ancak yetecek sürede, (Avrupa'dan Afrika'ya) Cebelitarık Boğazı'nı 35 dakikada geçerler. Feribot ile otobüslerinin bulunduğu platform arasındaki, bagaj için yapılmışa benzeyen akıl almaz rampalı merdivenler, "abla"nın, büyük bavulunu lânetlediği bir süreç yaşamasına neden olur.

Yerel rehber Muhammed ile buluşan grup, Bayramın bir hafta sürdüğü ülkede, otobüsle döne döne, Tanca'nın en yukarılardaki mahallelerine ulaşırlar. "Şehir içinde şehir" anlamında Kasbah'da "abla"nın hayran olduğu H. Matisse'in evinin/atölyesinin bulunduğu mahal gezilir, ardından yürüyerek Marhaba Restaurant'a ulaşılır. Gruba tanıdık gelen -halılı, minderli, kemerli, kafesli- özgün dekoruyla, sedirlere yayılmış, yerel çalgılarıyla icra ettikleri şarkıları dinleyen turistlere servis yapan yaşlı, entarili, fesli garson, -bereket! gruptan çok iyi Fransızca bilen hanmın yardımıyla- siparişleri alır, önce -aşurenin tuzlusu denebilecek- lezzetli yerel çorba Harira servisi yapar. İkinci yemek tagine denen, bir tür seramik sahan içinde servis edilen, kuskus dedikleri irmikli tavuk ile mürdüm erikli et... Yemek sonunda sunulan, çavuş üzümüne benzeyen ama onun gül kokulusu, "abla"nın lezzet hafızasında yerini uzun süre koruyacağa benzer.

Modern giysiler içindeki Muhammed önde, grup arkada, mavi boyalı kapılı-pencereli, beyaz boyalı karakteristik sokaklar içinden aşağı inerken "abla"nın not ettikleri: Bir türbenin yeşil boyalı kapısını göstererek "...yeşil bayrak ya da boya, kutsal yer anlamına gelir" diyen Muhammed, halkın Bedevî, Nomad, Tuareg ve Berberîlerden oluştuğunu anlatır, dil farklılıklarına ilişkin bir örnek vererek, Berberîlerin Fatma, Arap kökenlilerin ise Fâtima dediklerini söyler. Yerel halkın, çekingen bir saygı duygusuyla, duvarlarına yapışarak yol verdiği sokak arasında bir sürprize benzeyen -artık kullanılmayan- seramik mozaik kaplı, ahşap sedir oymalı güzel çeşme fotoğraflanır, Kral Hasan'ın sayısını artırarak baskıdan kurtulduğu 26 partiye ayrılmış propaganda duvarı önünden, sokak ortasında çeşitli kuşlarla dolu koca bir kafesin olduğu çarşıdan, 2. Dünya Savaşı'ndan kalma Alman topunun yanından geçen grup, otobüse biner Cap Spartel'in yolunu tutar.

Yolda, kentin 850 bin kişilik nüfusunun, çiftçilik dışında, İspanya'nın yakınlığı nedeniyle kaçakçılıkla geçindiği anlatılır. Fas'ın para birimi, TL'nin yaklaşık beşte biri değerde, dirhem. Arapça ve Fransızca yazılı tabelalar, duyurularla Fransız etkisi hâkim kentte yolculuk, elbiseli fesli oğlanlar, başları bağlı küçük öğrenci kızlar, örtünmüşler yanında blucinli gençler çeşitliliği içinde sürerken, yeşil, mavi sırlı kiremitle süslü, Fas Kraliyet arazisi, Hollywood aktrislerinin evlerinin bulunduğu zengin bakımlı semtlerden geçen otobüs durur.

Cap Spartel'de, falez(yalıyar)ler ile Atlas Okyanusu'nda, İspanya ile Fas arasında gerginliğe neden olan Azize Adası fotoğraflanır.

Herkül Mağaraları, denize açılan kovuktan giren parlak gün ışığıyla göz kamaştırıcı. Duvarlarındaki tırnak izine benzeyen düzgün kazıntı, sarkıt ve dikitlerle esrarengiz atmosferi, -artık kurumuşsa da- bir zamanlar şifalı olduğu söylenen termal çamur havuzların olduğu mağara, bir yanıyla Herkül'e bağlanan pek çok söylenceye, diğer yanıyla, ucu Keltler'e dayanan tarihî zenginliğe sahip... Bu noktada, hakkında pek çok şey okuduğu, (son olarak -Atatürk'ün, 1935'te çevirtip incelediği- J. Churchward'ın Batık Kıta Mu'nun Çocukları' (sayfa 106-114)nda rastladığı) batık Atlantis karşısına düşen Herkül Sütunları'yla ilgili bir kanıt görme hayâlindeki "abla", rehbere yönelttiği sorusuna, uygun hava şartlarında tekne ile açılanların deniz dibinde sütunlar görebildiklerine dair bir yanıt alır.

Duraklamalarda, -enerjiden tasarruf amacıyla olmalı- otobüsün güneşe bakan pencerelerindeki tüm perdeler çekilmekte... Otele yerleşmek üzere yola çıkan grup, önlerine çıkan, plâkasından anlaşıldığı üzere "acemi sürücü" tarafından bir süre oyalanır. Okaliptüs ağaçlı yoldan kente ulaşıp otellerine yerleşen gruptan, akşam dışarı çıkmaya niyetlenenler, dışarının gece saatlerinde pek tekin olmadığı yönünde uyarılırlar. Otel, ortasında, -gruptan bir bey dışında- serinlik nedeniyle kimsenin değerlendiremediği, güzel bir havuz bulunan bakımlı bahçesiyle, grubun ilgisini hakeder.
Ve bir de sürpriz! Seyahatlerde, teyzeyle kalan küçük kız kardeş ve "abla" ile kalan ortancanın odaları arasındaki ara kapı açılır; dörtlü böylece iki banyolu bir süitin tadını çıkarır.

3 Ekim 2009 Cumartesi

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 4. Gün: Beşiktaş formalı Adanalı oğlan, eliyle göğsünü, özlemle döverek "...ben Türküm yaa!" demekte...

22 Eylül 2009, Salı sabahı, lobiden merdivenle inilerek ulaşılan salonda yapılan zengin kahvaltıdan sonra otobüse binip, şehir turuna çıkan gruba, yerel rehber Maria'nın gösterip anlattıkları: "İlki 1929, sonraki 1992'de, İspanyolca konuşan 20 ülkenin, tanıtımını, buluşmasını sağlayan Expo kapsamında, değişik stillerde yapılan binalar... Arjantin... Colombia... Uruguay... Sevilla İspanya'nın 4. büyük kenti, 700 bin kişi merkezde, çevresi ile birlikte 1 milyon...-yol boyu dizili, olgun meyveyle yüklü turunç ağaçları ile ilgili olarak- meyvesi acı, marmelatı yapılıyor"

Grup, su şıkırtısını bastıran kastanyet şakırtısı arasında otobüsten iner. Zemini taş mozaik güzel motiflerle süslü geniş bahçeye, yarım daire olarak yerleşmiş İspanyol Sarayı önündeki havuzda fıskiyenin yarattığı, yarım gökkuşağını fotoğraflanırken Maria devam eder "Saray, sergi için 1929'da, eski stilde yapıldı, girişi sağlayan 4 köprüden iki ana köprü İsabel'e, diğer ikisi kocası Ferdinand'a... Aynı zamanda Kraliyet renkleri de olan mavi sarı renklerin hakim olduğu Valencia seramikleriyle bezeli... Mimarı Hannibal Gonzalez..." Kullanılmakta olan binanın, genişçe -su bulunmayan- arkı aşan, ışıl ışıl seramik köprü geçilerek ulaşılan bölümünde, sütunların taşıdığı tavan ahşap oymalarla süslü, duvarlar seramik mozaik. Bina cephesinde, yuvarlak çerçeveler içinde, camdan bakar pozda yarım büstler bahçedeki turistleri gözlemekte... Yatay ve dikey olarak yerleştirilmiş seramik panolarda İspanya'nın -haritadaki konumlarıyla birlikte- büyük kentleri, savaşları anlatılmakta... Don Kişot konulu panonun bir yanında flamenko gitaristi bir adam, öte kenarında koca küpeli kırmızlı etekli genç güzel bir dansçı kız, hazırlanmakta...

Grup, beyaz güvercinlerin gezindiği saray bahçesinden ayrılır. Sokaklarda koşan atletik yapılı insanlar arasından, lokmanın uzunu görünümlü churrasca, rehberin İspanyolların tarçın serperek ya da çikolataya banarak yediklerini söylediği kahvaltılık tatlının satıldığı büfeler önünden geçerek 19. yy Maria Luisa Parkı'na, ardından Quadalquivir Nehri'ne çıkar. Şehir turu, Emevî işi Altın Kule, alışveriş merkezine dönüşmüş Gar Binası, Gümüş Kule, gemilerin nehre indirilmesini kolaylaştıran 13. yy tarihli tersane, aynı yy.'dan kalma, bir camiin kalıntıları üzerine yükselmiş Ana Katedral ardından Alkazar'da sonlanır.

1364'te yapılan Alkazar Sarayı, 3. Fernando zamanında Sevilla Hıristiyanlara geçince revize edilmiş. Kuzeybatı Afrika tarzı, Moorish etkisinde, seramik mozaik, ahşap oyma tavanlarla süslü sarayın içinde düşman için görünmez bir takım çıkıntılar olduğu söylenirse de gruptan kimse böyle bir tecrübe yaşamaz. Havuzlu bahçe, kralın -loş- yatak odası, tepesinden ışık süzülen orta avlu geçilir. Hıristiyan ustaların izlerine, -bir sütun başlığındaki iki yuvarlak yüze-, rehberlerce dikkat çekilir, kraliçenin, prens ve prenseslerin beşikleri de konduğundan büyük, ferah odasına ulaşılır. Rehberin söylediğine göre "Maria Luisa'nın kız kardeşi 2. Elisabeth Madrid'ten geldiğinde burada kalırmış, halen Kraliyet Ailesi, sarayın daha modern bölümlerini kullanmakta... Kar olmadığı için ısınmada, mangal yetiyor.." 16. yy. tarihli altın varak kubbe taht odasını örtmekte, kapı üzerindeki aslan kabartmalarla, penceredeki "Allah" motifi, Hıristiyan-Müslüman ustaların işbirliği hakkında fikir vermekte...

70 dönüm bahçe, üstü örtülü, kemerli sütunlu, iki katlı gezinti koridoru ile bölünmüş. Balıklar ve ördeklerle dolu havuzlar çevresindeki seramik mozaik kaplı taş banklar, serin, güzel çiçek ve ağaçlı, bakımlı bahçenin uyumlu şık mobilyaları.

Seramikli salon, 1538 İnebahtı yenilgisi, Akdeniz Paktı, devekuşları ve diğer taze et stoku ile savaşa giden bir ordu, Kartaca Halkı... konulu, büyükboy goblen duvar halılarıyla kaplı. Santa Cruz (Kutsal Haç) kısmını geride bırakarak saraydan çıkıp, dar sokaklara giren grup, bir kemeraltından geçerken muhteşem bir sürpriz: Bir gitarist, her duyuşunda "abla"nın gözünden gürül gürül yaş getiren, Andaluz'u (J. Rodrigo) çalmakta!

Öteki ucunda otelin bulunduğu Jimenez de Enciso sokağı tabelası dibinde toplanıp bilgilendirilen grup, kalan zamanı kendilerince değerlendirmek üzere dağılır. "Abla" küçük grubunun hedefi, sabah otobüsle önünden geçerken işaretledikleri Giralda Kulesi ile Sevilla Katedrali.

Sabahki uzun kuyruk kısalmış; birer bilet (8 Euro) alıp, Mudejar mimarî etkisindeki içi pembe, siyah mermer kaplı Katedrale giren küçük grup, kalabalık bir grubun önünde durduğu, süslü bir tabut taşıyan, göğüslerinde değişik armalar işli dört soyluyu konu eden heykel grubuyla gösterişli mezarın Kristof Kolomb'a ait olduğunu okurlar. Vitraylardan süzülen rengarenk ışık, oymalı çok yüksek tavanlar, parmaklıkla ayrılmış altın varaklı, görkemli altar önünde halı kaplı merdivenlerde diz çökmüş dua edenler... Grup, Katedral içinden bir okla Giralda Kulesi'ne yönlendirilenlere katılır. Tuğla, az eğimli bir rampayla, tam kadro, 36 katlı, -bazı katlarında, camlı bölmelerde ahşap aksam, kampana, saat mekanizması türünden düzeneklerin sergilendiği- kuleye tırmanır, etkileyici Sevilla manzarası, Quadalquivir Nehri çepeçevre fotoğraflanır.

Acıkan yorgun grup, haritalarını açıp son enerjileriyle nehrin öte yakası Triana'ya geçip öğle yemeğini orada yeme kararı alır, nehre doğru yürümeye başlarlar. Bir yol ağzında takılırlar; haritaya bakarak fikir alışverişinde bulundukları heyecanlı bir anda, çevreleri 15-20 yaşlar arası birkaç delikanlı tarafından sarılır. Eşyanıza, çantanıza, cüzdanınıza dikkat edin! uyarıları kulaklarındadır. "Abla"nın ortanca kız kardeşinin gösterdiği sert bir tepkiye karşılık oğlanlardan biri, eliyle göğsünü döverek, sevgi ve özlemle "...ben Türküm yaa!" der. Meğer, sırtında Mesut 7 yazılı Beşiktaş formalı Adanalı oğlan, "abla" grubunun konuşmalarını duymuş! Aileleri Sevilla'da çalışan gençlerle ayaküstü bayramlaşılır, adı bilinmediğinden daha sonra Adanalı Mesut diye anılan çocuktan yayılan coşkuyla havalanılıp, uzun San Telmo Köprüsü'nden geçerek, nehir kıyısında yemek yenecek bir yere konulur.

Mönüden, en tanıdık gelen ıspanak ile, hiç fikir vermeyen -şansa- bir yemek ısmarlanır. Espinacas, nohut, kimyon ve ıspanakla güveçte pişmiş şahane bir yemek; diğeri yine güveçte, soğanlı, domatesli, bildiğimiz işkembeden yapılma, gayet lezzetli bir başka yemek. Kendi dilini mimikler ve beden diliyle gayet anlaşılabilir kılan cerbezeli garson, bir de, çektiği "fotoğraf için 2 Euro" şakası yapar.

Bavullarını sürüyerek gezen turistler çevresinde ustalıkla manevra yapan patenli kızlar arasından geçip hediyelik dükkânlara yönelen küçük grup alışverişini bitirir, Jimenez de Enciso Sokağı'nı izleyerek, çabucak otele varırlar.

Bir gece önceden ayarlanmış Flamenko gösterisi için hazırlanıp inen "abla" grubu, yemek sonrası, rehberin rehberliğinde, 20 dakikalık bir yürüyüşle gösteri salonuna ulaşır. Carlos Saura'nın filmlerinde, eski Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda, sahnede Cristina Hoyos'u, Antonio Gades'i izlememiş olsa, "abla"nın, işinin ustası olduğu belli dansçılar, danslar için diyecek lâfı yok.

Şenlikli geceyi kısa kesmek istemeyen kız kardeşler otele, kulaklarındaki ritmle yürüyerek dönerler. İnerken sorun yok, çıkarken ille de oda kapısını da açan kartı takmanı talep eden asansör, çıkışlarda küçük karışıklıklara yol açar.

2 Ekim 2009 Cuma

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 3. Gün: Katoliklerin ayine giderken "Camiye gidiyorum" dediği, Mezquita

21 Eylül 2009, Pazartesi sabahı 9:00'da Cordoba (Kurtuba)'ya yollanan grup, 2 saatlik yolculuk sonunda, Cordoba'yı, Cebelitarık'a bağlayan 2000 yıllık Roma köprüsü üzerinde, zekî, sempatik rehber Jema tarafından karşılanır; şehrin koruyucu meleği -sel baskınlarını gözleyen- Rafael'in, önünde mumlar yanan, metal haleli heykeli önünden geçerek, katolik yerel halkın ayine giderken "Camiye gidiyorum" dediği, (Cordoba Camii) Mezquita'ya yönelirler.

Kısa mola sonunda, camiin gölgesine sığınmış turist grupları arasında gezinen, atlı ve bisikletli, motorsikletli polisleri yarıp palmiye, portakal, hurma ağaçlarıyla dolu avluya ulaşan grubun aldığı ilk bilgi, sekizgen planlı minare yıkılmamış, etrafı örülerek, -tepesinde, elinde rüzgâr gülü ile Rafael'in, şehri, 17. yy'da vebadan kurtarışının anlatıldığı heykelin bulunduğu- bir çan kulesine dönüştürülmüş. Şehirde 25 bin erkek ile 7 bin kadının adının Rafael olduğunu söyleyen Jema devam eder "711'de Tarık bin Ziyad geldiğinde, amacı daha yukarılara gitmek olduğundan burayı es geçmiş, camiyi, 756'da gelip burayı beğenen 1. Abdurrahman yapmış. Sonra dört büyük bina daha eklenen cami, arkadan gelen Hıristiyan etkisiyle, çamaşır makinesine bir arada konan renkli ve beyazların birbirlerini boyaması gibi..."

İlk kez Romalılardan kalma kalıntılar üzerine yapıldığından kıble yanlış yerde, yapılar eklendikçe ırmağa dayanınca, akustik ve simetrinin bozulmasına neden olacak şekilde, diğer yana büyütülmüş, Emevîler 200 yıldan fazla hükmettiklerinden mimarî tarz korunabilmiş, Hıristiyanlar şapeller eklemişler, 16. yy'da başpiskopos, Luthercilerin yarattığı çalkantıyı dengelemek üzere ana şapeli inşa ettirmiş. Camiyken ışık kıbleye düşerken, Hıristiyanlık döneminde karanlıkta bırakılmış. Başta Müslümanların, yarımadadaki durumları belli olmadığından inşaatta Roma, Vizigot tapınaklarından sütunlar, sütun başlıkları karışık biçimde kullanılmışsa da, 3. Abdurrahman, Halifeliğini ilân ettiğinde -burada durumları sağlamlaştığından-, aralarında, İstanbul Ayasofya, Kariye ve Fethiye Camileri'nden gelmiş olması muhtemel, çok zengin cam, altın mozaiğin de bulunduğu değerli malzeme kullanılmış. İçeride, mihrapta buluşan diyagonal hatlar üzerine pembe-füme yerleştirilmiş, yaklaşık 850 sütun var. Emevî hanedanı'nın son 30 yılındaki güçsüzlüğünü zemin materyalinin kalitesizliğinde gözleyen grup, Barok düzenleme yanında Gothic tarzda, kandilli avizelere sonradan haç ilâvesiyle, eklemelerin duvarda yarım kemer yanında tam kemer biçiminde, kolayca gözlenebildiği, orijinal ahşap bir parçanın, çan kulesi saat mekanizmasının, bir yüzü Roma diğer yüzü Arapça mermer kitâbenin sergilendiği bölümden geçip, Evlilik ve Vaftiz Şapeli'ne, ardından halen aktif biçimde kullanılan debdebeli kiliseye ulaşırlar.

Calle De la Juderia, Yahudi Mahallesi: Müslümanlar dönemine ait bir kayıt yoksa da, Katolikler gelip, yakıp yıkarak ortasına bir şapel kondurduklarında 200 ailenin yaşadığı biliniyor. Sokak aralarında, açık avlu kapılarından içerilere bakılarak yapılan mahalle gezisi, duvarındaki Endülüs yönetimi altındadır anlamına gelen logo görünen Sinagog önünde sona erer.

Serbest zamanda, narenciye ağaçları altında, şehir surlarından yaseminlerle örtülü kalıntılar görerek ilerleyen küçük grup San Francisco Kilisesi önünden geçip Plaza de Mayor'a ulaşır. Dört kenarı, üst katlarında yaşanılan, altı dükkân, iki, üç katlı düzgün bloklarla çerçeveli meydan, siesta nedeniyle boş. Öğle yemeği için siparişlerini beklerken, teyzenin yanıbaşındaki sandalyeye yıkılan sarhoş, "abla"nın püskürtmesiyle kalkar, bunun bir çeşit gösteri olduğunu kanıtlarcasına elindeki dolu bira bardağından tek damla dökmeden düzgün bir yürüyüşle kemerlerden biri ardında kaybolur. (Salata, bira, kızarmış patates: 10 Euro...)

Grup, aynı yoldan buluşma noktasına dönerken, gelirken gözlerinden kaçan, tabelasında üç yapraklı logosu ile marihuana tarımı ve eldesi hakkında bilgi ve ekipman satan bir dükkânın önünden, şaşırarak geçerler. "Abla", yine Karıncalar'la gidip çok memnun kaldıkları
Küba'dakilere benzettiği, dar sokaklara açılan, taş, seramik, ve mozaik kaplı, ferforje iç kapılı girişleriyle alçacık evleri pek beğenir.

17:00'de yola çıkan grup 19:30'da Sevilla'ya ulaşır. Otobüs vb. şehir içine girmediğinden, otelden gelip bagajı yüklenen bir servis aracı yola koyulmadan, kaldırımlarda şehir yaşamının başladığı saatlerde, şenlikli sokaklardan geçerek ulaştıkları, çok şirin Hotel 3. Fernando, yaşamın ortasında, sokak arasında...

Loş salonda, sadece gruba hizmet veren kibar garsonların servis ettiği lezzetli yemekten sonra yürüyüşe çıkan "abla", kız kardeşleri ve kuzen, ara sokaklarda, aydınlatılmış kilise kapılarında fotoğraf çekip yakındaki parkta kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra dönerlerken, bir kaç yıl önce İskandinav Ülkeleri'ni ziyaretleri sırasında tanık oldukları, bisiklet kullanımını daha da yaygınlaştırmak üzere, -o yıllarda henüz oturmamış olan-, Belediye'nin ilanlar aldığı tek tip bisikletlerle yürüttüğü, gideceğin yere dek git, orada bırak fikrine dayanan uygulamanın burada işlemekte olduğunu gözlerler.

Güzel geceyi bitirmeye kıyamayan kızkardeşler, bir süre, otel odalarından görünen cafede otururlar; gecenin son eylemi, güzel çingene kadınlarının tablolarının bulunduğu, kafesli pencerelerinden sokağın aktığı, ışıltılı lobiyi fotoğraflamak olur.

1 Ekim 2009 Perşembe

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 2. Gün: Tapas Hezimeti

20 Eylül 2009 Pazar sabahı saat 05:00'te uyan(dırıl)an katılımcılar, lobide, 06:15'te Granada'ya gitmek üzere havaalanına ulaştırılmayı beklerken, Şeker Bayramı 1. günü dolayısıyla mahmur biçimde bayramlaşırlar. "Abla", -daha önce kardeşlerininkini verdiğinden- elini öptüğü teyzesi ile kuzenine birer küçük paket vampir dişi şekilli, yumuşak şeker verir; nasıl kullanılacağını gösterirken, küçük grup uykudan biraz daha sıyrılır.
Gittikleri her yerde, yerel para birimi ile ilgili ilk fikri magnet fiyatına bakarak edinen "abla"nın küçük kız kardeşi, İspanya'nın para birimini/değerini 1 magnet=3 Euro şeklinde saptar. Kendisini, ailenin Seyahat Gurusu ilân edeli, "abla"nın "haklı gururumuz" dediği küçük kız kardeş, kasa olmak angaryasını yüklenmekle kalmaz, her ihtimale karşı ablalarına bir miktar para dağıtır. Havaalında, damadın siparişi Sangria (1 lt.4,5 Euro) alışverişi sonrası, 8:15'te Barcelona'dan havalanıp, 9:40'ta Granada'ya konan katılımcıları, bulutlu ve serin bir havada, yerel rehber Susana karşılar.

Rehberler önde, grup arkada, ilerlerken Susana'nın anlatıp grup rehberinin çevirdiklerinden "abla"nın defterine not düşülenler: Narlarla süslü çeşmeyi işaretle "Granada'nın sembolü nar... Şehir, -Muaviye soyundan olanlar anlamında- Emeviler tarafından 711'de kurulmuş... Bir ara başkent olarak kullanıldıysa da 1031'de gerilemeye başlar... Kastilya Kraliçesi İsabel ile Aragon Kralı Ferdinand'ın evliliği ile güçlenen Hıristiyan birliği 1492'de Berberîlere son verir. Şimdi Müslüman/Hıristiyan noktasına, Cabrera'ya gidiyoruz..." Grup, Nemrut Döner Kebab önünden geçerek, Kutsal Katolik Krallar anlamında Calle Reyes Catolicos'a ilerlerken Susana devam eder "Granada öğrenci şehri, 250 bin nüfusun 60 bini öğrenci... -Manolyalarla çevrili, küçük alan, Plaza del Carmen'de- Ana kilise, 17. yüzyılda Darro Nehri'nin taşmasıyla kenti yok eden selden geriye kalan tek bina, kilise üzerine inşa edilir, nehrin de yatağı değiştirilir."

Grup, -sıcakla mücadelede etkili yöntem- dar sokaklardan geçerek, ahşap ve taş işçiliğiyle süslü bir kervansarayın kapısı önünde durur: Corral del Carbon. Hispanik Müslüman tarihin izlerini taşıyan 14. yy. yapısı, yüksek duvarlarla çevrili; ortasında bir kuyu bulunan avlu, sütunlara sarılıp avlu üzerindeki ağa yayılmış asmayla gölgeli. Üst katlar konaklama, alt katlar ise zamanında ahır olarak kullanılırken, şimdilerde kitap, elsanatları pazarlanan ufak dükkanlara dönüşmüş. Giriş kapısı üzerinde Allah'a adanan hitap işli. Lübnan kökenli bilinen sedir -Emeviler de burada dikmişler- tuğlalar arasında varlığını korumakta...

Sırada, Suk denen Arap pazarı var; üst katlarında yaşanan, daracık sokaklara yayılmış, rengârenk şalların salındığı loş dükkanların önünden tek sıra yürüyerek minik bir alana çıkan gruba, Susana, cephesi çiçekli seramik saksı ve vazolarla, panolarla süslü güzel bina önünde, seramiklerde resmedilen Azize'yi göstererek, "Bakire Angustias, Granada'nın koruyucusu" der, daha çok gümüş ve ipek ticareti yapılan pazarın, zamanında geçirdiği çok büyük yangından, sadece üç sokağı kurtulabilmiş.

Hıristiyanların, Müslümanlardan kalan 500 bin kitabı yaktıkları Plaza de Rambla'da, Bâb (kapı)dan gelme Bib Rambla (nehir kıyısı), şehrin 26 kapısından biri. Meydanın bir kenarında
Hıristiyan Üniversitesi Colegio Catolico var.

Plaza de las Pasiegas; cami yerine 17. yy'da yapılan, Dünya'da 5. büyüklükteki Katedral'in mimarı Alonso Cano. Barok etkisinde olmasına karşın sade; büyüklüğü, daracık meydanda çok daha anlamlı gelen görkemli cephesinde, madalyonlar içinde dinî içerikli kompozisyonlarla, sağda ve solda, Meryem'in kuzeni İsabel'in Vaftizci Yahya'dan hamile kalışı ile Meryem'in ölümü, ortada ise kutsal ışığın sızdığı kutsal hamilelik sahnesi işlenmiş. "İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğu" fikrine sıcak bakmayan Luthercilik yükselirken, Katolikler'in bir anlamda ağırlık koyması şeklinde değerlendirilebilecek Katedral'in alnında AVEMARIA yazılı. 100 yılda bir tekrarlanan büyük deprem sonrası, mevcut kuleye bir ikincisi eklenmemiş. Grup, yaptıkları muhteşem müzikle klâsik gitaristler, adım başı adım başı kıvrak flamenko dansçılar arasından Katedral'in, Fernando'nun F'si ve İsabel'in Y'siyle süslü diğer cephesine geçerler. Susana'nın demesine göre, Hıristiyanlar, camiler dışında tüm yapıları korumaya çalışmışlar, hastane ise terkedildiği için yıkılmış.

Kraliçe İsabel'e projesini sunan
Kolomb Anıtı önünde, Plaza Nueva'da 13:45'te buluşma kararı alıp dağılan gruptan, Tapas'ın ne olduğu merak ettiği için ayrılıp Tapas Route'a yönelen, güzel bir ara sokakta, bir köpeğin bakındığı balkonun karşısındaki masalara yerleşen "abla" grubu, bir hezimet yaşar; Tapas "meze"dir, aralıklarla masaya gelir, bira vb. içkiyle tüketilirken, küçük grup birer porsiyon tapas yemekte ısrar edince bir anlaşmazlık yaşanır. Sonunda sarımsaklı mantar, balık ya da domuz eti, salata, patates...le dolu birer koca tabak tapas ve birer bira için ortalama 10'ar Euro ödenir. Grupla buluşulur ve -kırmızı anlamına Al Hambra- Elhamra Sarayı'na doğru yola çıkılır.

Grup, kırmızı renkli kale bedeni boyunca yükselerek yürürken, Emevîlerin, -yanlarında getirdikleri- portakal bahçelerini sulamak için Darro Nehri'nin yatağını sarayın kurulduğu tepeye yönelttiklerini anlatan rehber, ilk olarak Nazarîlerin, 1230'da burada işe koyulduklarını söyler. Elhamra Sarayı'nın başlangıcı 1240; 23 sultanın saltanatı boyunca, 250 yılda inşa edilmiş. 1492'de, Ferdinand ve İsabel şehrin anahtarını alıp camileri yıkarlar ve bir Fransisken Merkezi kurarlar. Ferdinand'ın oğlu 5. Karl'ın, karısının hastalığı ve parasızlık yüzünden yarım kalan saray, üstü açık biçimde bitirilir. Havuza ağzından su akan -aslında beyaz- mermer aslanlardan birini restorasyon öncesi ve sonrası ile gören grup, Müslümanlar zamanında Mahkeme Salonu olarak kullanılan, Hıristiyanların sonradan şapele dönüştürdüğü salona geçer. Evsizlerin bir dönem kullandığı, ateş yaktıkları odalarda, kurtarılan beyaz seramik, zeminde tuğla döşeme, duvarlar yarıya dek seramik mozaik, balkon tavanı çam oyma, sedir taşıyıcılar, muhteşem!

Sekizgen planlı iç avlunun mukarnaslı taş işçiliğindeki ustalık, Aslanlı Çeşme'yi de yaptıran 5. Muhammed'in "İslâm Dünyasında hiçbir fasad yoktur ki, buradan güzel olsun!" deyip, bunu duvara işletmesine neden olur. Araplar ve sonraki dönemde önemli konukların ağırlandığı, vitray ve ışık oyunlarıyla bezeli, 8 bin parça ahşaptan oluşmuş tavanıyla Politik Bina; restorasyon sırasında parçalar arkasında bir koda rastlanır, deşifre edildiğinde -şimdilerde tamamiyle solmuş- orijinal renkler hakkında bilgi edinilir. Simetri, armoni ve tabii matematik hâkim tavan resmi, cennetin yedi katını anlatır. Başlıca model, oda planlarında da görüldüğü gibi kare, yazı keskin hatlı Kûfi, ağırlıklı renk kobalt, lâpis lazuli, altın varak...Yerden ısıtma kullanılmış. Ana kapı karşısına, bahçeye, yansıma yoluyla ihtişamı artıran uzun bir havuz konmuş. Grup, Mutluluk Bahçesi Sarayı (Aslanlı Saray) geçerek, aynı zamanda mimar da olan Sultan 5. Muhammed'in, pencereleri Granada'ya bakar biçimde yerleştirdiği, izdüşümündeki oluklu minik havuzla doğal klima yaratan sekizgen kubbeli odaları geride bırakır.

5. Karl'ın yaptırdığı -tamamıyla Hıristiyan- oda tavanında kendini övdüğü yazılar var. Washington Irving,1829'da gezip, hakkında yazılar yazdıktan sonra saray, evsiz işgâlinden kurtarılır, restorasyon başlar.

Beş taraçaya yayılan, narenciye, ıhlamur, mazı, servi, defne... ağaçlı, nilüferli havuzların dizildiği, bir botanik bahçesi çeşitliliğine sahip çiçekleriyle, geometrik düzende İtalyan tarzı bahçeler, sarayın tüm beslenme ihtiyacını karşılayıp, Sultanların sükûnetini sağlamış. Herşeyi yaratan Allah'a adanmış anlamında Generalife'de, 1. terasta ahırlar, 4.5. teraslarda Sultan ve ailesi ile askerler bulunur. Doğal su akışı, Hıristiyanlar zamanında mekanik olarak artırıldığında, şırıltı gürültüye dönüşmüş. Uzun havuzlu bahçenin duvarına, destekle tutturulmuş kuru ağaç, son Sultanın eşi ile sevgilisinin buluşmalarının tanığı...

3 saatlik tur sonrası yorgun düşen grup, otelde yemek yerken, birden ortaya çıkan siyah kadife, yerel giysili adam, klâsik flamenko parçalarını da barındıran, CD'lerini masalara bırakır, gitarlarıyla neşeli parçalar çalarlar.