7 Ekim 2009 Çarşamba

"Abla"nın Endülüs-Fas Gezisi, 8. Gün: Şoför Abdul'ün şüphesi, teyzenin gürül gürül getirdiği Kelime-i Şehadet ile giderilir.

26 Eylül 2009, Cumartesi sabahı, geniş araziye, 3 katla yatay biçimde yayılan önde arkada havuzlu bakımlı genç bahçelerle sarılı otel önüne dizili altı adet 4x4'ten birine binen "abla" küçük grubu, şoför Abdullah yönetiminde, 8:15'te hareket eder.

Atlas Dağları'nda sarmallar çizerek yükselirken rastladıkları, doğayla aynı renkte, kırmızı kerpiç Berberî köyleri, -bir kaç yıl önce, Nil kıyısında ziyaret ettikleri Nübye köyünü hatırlatır biçimde- temiz, düzgün. Kırmızı bir dere ile birlikte, mineral, fosil parçalar satan tezgâhlar, mısır inciri çitler ya da mısır inciri tarlaları geride kalırken, hummalı bir aile sohbeti tutturmuş kardeşler, kuzen ve teyze, şoförün başını ağrıttıklarından şüpheye düştükleri sırada, çöken ıslak bulutlar arasında beliren yamaçta, muhteşem manzaraya tepeden bakan iki üç katlı minik bina önünde mola verilir. Terastaki büyücek üç güneş paneli, belli ki bugün tatilde... Geleneksel, naneli, şekerli çay, yaldız işlemeli renkli cam, küçük bardaklarda sunulur, kırmızı polar hırkalı utangaç gülüşlü çaycı grupla fotoğraflanır, içi ısınan grup yola koyulur.

Abdul'den öğrendiklerine göre, vadide dağınık köylerde yaşayan çocuklar, merkezî bir okulda bir araya getirilip eğitiliyorlarmış. 2260 m.'de, daha açık beyaz olanların yavru olduğu belli, bitkinin görülmediği bu yükseklikte neyle beslendiği belirsiz koyun keçi sürüleri görerek vardıkları noktada, mineral, fosil ve ürünleri satışı yapan büyük bir tesis önünde inip -"abla"nın tasarımına hayran olduğu küçük pembe bir cüzdan ile rehberin vücudu dengelediğini söylediği aragonit ve ametist aldığı- alışveriş eden grup, dönüşte burada tekrar mola verileceği bilgisi üzerine yine yola düşer.

Yolcularına güzel yerel müzik dinleten Abdul, bir ara bu konudaki genel kültüre ek olarak, "abla" ve kardeşlerinin babalarının memuriyeti dolayısıyla bulundukları Kilis yıllarından "zılgıt" adıyla tanıdıkları "zarîd", çeker, nasıl yapıldığını ayrıntılı olarak gösterirse de gruptan beklediği performansı alamaz. Bir ara sohbet, Müslümanlık konusuna kayar, "abla" grubu kadınlarının müslümanlığına biraz tutuk yaklaşan Abdul'ün şüpheleri, önde oturan teyzenin gürül gürül getirdiği Kelime-i Şehadet ile giderilir. İsimleri ile Kur'an'daki isimler arasındaki karşılaştırmadan en çok, Abdul'ün, adını "Fâtimâ" diye telaffuz ettiği "abla" kârlı çıkar. Hz. Muhammed'in kızı, Arapların söyleyişiyle Fâtimâ, Berberîlerin deyişiyle Fatma ismi, "abla"ya, Fas yolculuğu boyunca, konforunu yaşadığı bir itibar getirir.

Asfalt yolu bırakıp Aid Ben Haddu 6 km. tabelası dibinden çöle saparken "wake up!" diye seslenen Abdul, altındaki 4x4'ün hakkını verir, arkadan gelen feryatları, bilge bir tebessümle izler.

Hoplaya sıçraya, kahkahalarla aldıkları 4-5 km. sonunda arabalardan inip, fotoğraf çekmeye koyulan grubun modeli, aralarında Büyük İskender, Gladyatör, Arabistanlı Lawrance'ın da olduğu pek çok filme platoluk yapmış çöl. Engebeli, minik kuru ot öbekleri dışında görünürde canlı olmayan çöl, sıcak, 25-30 kişilik grupla bile, özgürlükle karışık tuhaf bir melankoli duygusu yaratır biçimde, ıssız!

Uzaktan, değişen ışıkla pek güzel görüntü veren (Avrupalıların, yabancılara taktıkları isimle Barbar'dan gelme) Berberî köyü Aid Ben Haddu da bir plâto; Muhammed'in iguanasıyla, çölde sıcağı yansıttığı söylenen indigo mavisi cellabeli Berberî'nin yılanıyla, 11. yy.dan kalma Aid Ben Haddu Köyü fonu önünde çekilen fotoğraflar tamamlanır, grup, kapısında bir sfenksin durduğu, 1983'te 30 hektar alana kurulmuş CLA Studios'a yollanır.

Hotel Oscar'ın duvarları, ev sahipliği yaptığı ünlülerin fotoğrafları, orada çekilen filmlerin afişleriyle süslü. "Abla"nın çerçeveli bir listeden not ettikleri: ...The Jevel of the Nil (1984-85), Kundun (1996), Cleopatra (1998), Seventh Scroll (1998-99), Asterix ve Obelix (2000), Tepenin Gözleri (2007)... Küçük kız kardeşin, Restaurant Cleopatra önünde, kıyıda köşede fotoğraf çekerken cep telefonuna gelen mesajla, epeydir yitirdikleri memleket bağlantısı kurulur, Hayyam Garipoğlu'nun serbest bırakıldığını öğrenirler.

Quarzazate yolunda, Fransızcası iyi, İngilizcesi kötü Abdul, İngilizcesi iyi, Fransızcası yok gruba, sessiz sinema figürleriyle Quarzazate'nin ne anlama geldiğini açıklamaya çalışır; uzun, yaratıcı Abdul gösterisi sonunda grup neşeyle, "başağrısı olmayan, dertsiz tasasız şehir!" kavramına ulaşır.

Geniş Avrupaî caddelerin kavşağındaki, film makaralı bir figürle süslü havuz önünden geçerek yemeğe, taraçalar halinde düzenlenmiş bir lokantaya (La Kasbah) gidip, tertemiz kerpiç sıva duvarlı, hasır şemsiyeli bölmelerde, güzel desenli seramik kaplı masalarda, sıska bir kedinin de sebeplendiği, -kızgın kül ve kor dolu saksıya oturtulmuş sahan formundaki güveç- tagine'de pişmiş, lezzetli limonlu tavuk yer, 60 dirhem öderler.

Çok sakin öğle güneşi altında, kilimler, şallar sallanan, önleri parıltılı avadanlıkla dolu loş dükkânlara, grubuyla, gözatma niyetiyle giren "abla"nın başını, kaşla göz arası, uzun bir eşarpla yerel tarzda, hızla bağlayan becerikli satıcıdan kapşonlu cellabe'nin, kapşonsuz ve jileye benzeyenine gandora dendiğini öğrenirler.

Bir sonraki durak, 15 dirheme birer bilet alıp girdikleri Sinema Müzesi: Önlerinde hangi filmlerde kullanıldığının belirtildiği birer plaket bulunan, görkemli görüntüsüne karşın, -parmakla tıklatıldığında sunta, kontrplak, kâğıt, tahta, alçı... türünden malzemesi hakkında fikir veren bir ses çıkan- dekor/mekânlar, zindan, senato, hospital ward, prayer ward, throne area... olarak, önlerinde yazılı pek çok filmde kullanılmış. Havuzlu taht salonu, -elbette grubun en iltifat ettiği yerdir- "abla" dahil bir çoğu tahtta poz verir.

Bakımlı, parlak renkli çiçekli bahçede, içinde sular şırıldayan dekor mağara çıkışında, yaklaşanları eliyle koluyla "başını çarpma!" diye uyaran yaşlı adam, Arabistanlı Lawrance, Büyük İskender, Sahara, Babil, Gladyatör, Kingdom of the Heaven... filmleri gereçlerinin sergilendiği salon, Firavunun gözdesinin yatağı, Roma ve Mısır savaş arabaları, kostümler, kırık tabletler, 1800'lerden kalma ekipmanın sergilendiği salon, müzenin diğer bölümleri.

Uzunluğu 2400 km, en yüksek noktası 4167 m. olan -2260 m.yi gördükleri- görkemli Atlas Dağları silsilesinde, adım başı tezgâhlarda gördükleri, banyo eviyesi formuna sokulmuş büyüklükte olanları da dahil, derin deniz kabukluları fosillerinin ne işi olduğu üzerine kafa yoran "abla"nın aklına, James Churchward'ın Kayıp Kıta Mu serisinde geçen "...Dünyanın yükseltisiz karalarla dolu olduğu çok eski jeolojik dönemde dağların denizlerden yükselişi..." ibaresi gelir.

Küçük grup, arada şimşeklerin çaktığı ağır yağmur altında, çıkışlarından 12 saat sonra, gayet mutlu biçimde otele döner, ciddi, gayretli, iyi şoför Abdullah ile vedalaşır.

Yemekten sonra, Ali'nin yeri anlamında Chez Ali'ye giden grup, bir tür eğlence kompleksi ile karşılaşır: Masalar çevresinde, -aralarında, oynamak değil de, hafif hereketlerle ritme ayak uyduran beyaz yerel giysili kadınların olduğu- boy boy darbuka, zil, tef... müzik aletiyle ritm duygusu ağır, hoş bir müzik üreten, bazıları pembe cellabeli sekizer müzisyenden kurulu bir kaç grup dolanıp durmakta. Ortada, çevresindeki seramik basamaklar turistlerce tıklım tıklım doldurulmuş toprak alanda, sırtındaki perdeli tahtırevanda iki çocuğun oturduğu hantal bir deve dolanıp dururken, bayraklı çalgıcı ve dansçılar bir geçit yaparlar. Ardından, ateş yutan, sonra da havaî fişekle gösteri yapan iki adam gelir. Binicilik ustalıklarının sergilendiği akrobasi gösterilerini, yürüyen bir platformda göbek atan dansöz izler. Son olarak da, beyaz yerel giysili 21 savaşçı, bir çeşit devir teslim törenini andırır geçişler ardından, bir kaç kişilik takımlar halinde hızla yol alıp havaya ateş ederler... Gösteri, uçan halı görüntüsü ile Peter Gabriel ve Carmina Burana melodileri eşliğinde, havaî fişekli ANNE, MA SALAMA yazılarıyla yapılan selamla sona erer. Büyük ihtimalle kendileri için çok anlamlı bu gösteri, her ne kadar kendisini -mistik- yanıyla Doğulu da saysa, "abla"ya pek bir şey ifade etmez.

Çalgıcıların ortalarına aldıkları erkeklerin, oynarken, ceketlerinin bir yanını bedenlerine yapıştırmaları figürünü, daha sonra küçük kız kardeşinin çektiği flamenko gösterisi video kaydında -aynen- gören "abla", iki kültürün, birbiri üzerindeki izlerinden birini daha yakalamış olmaktan memnuniyet duyar. Açıklamakta zorlandığı bir diğer etki ise, sucu denen adamların başlarındaki, Tibet ve Peru yerel giysilerinin başlıklarına çok benzeyen çıngıraklı, süslü başlıklar...

Hiç yorum yok: