27 Ağustos 2012 sabahı Venezuela’nın başkenti Caracas’a geçmek için havaalanına yollanan gruba, önce ziyareti için teşekkür eden Jose, sorularına İspanyolca yanıtlar aldığında yetinmez, bir de kolonyal tarih konulu kompozisyon ister. Sonra ciddileşir, ülkesinin adıyla birlikte anılan –son zamanlarda Meksika’ya kaydığı söylenen- uyuşturucu konusuna değinerek “80-90’lardaki imajla ilgileniyoruz” der, “koşulların değiştiğini göstermek istiyoruz. Lütfen ülkenize gittiğinizde gözlemlerinizi anlatın.”
Neşeli bir oğlan çocuğu gibi görünürken 7 yaşında bir oğlanın babası Jose ile vedalaşan grup, öncekilere kıyasla olaysız biçimde, önce Kolombiya başkenti Bogota’ya, ardından, kanatların belli belirsiz göründüğü, motor sesinin boğulduğu kirli beyaz bulutlar içinde Venezuela başkenti Caracas’a uçar.
Caracas’ta, havaalanı çıkışı bindikleri arabanın füme camlı pencerelerinin perdeleri esrarengiz biçimde kapalı. Sarışın –Alman- rehber Ludwig ile “Truva savaşından…” diye tanıttığı şoför Hector dışında, perdeler kontrol edildikten sonra arabaya binen üçüncü Venezüelalı, üniformalı bir görevli.
“Ülkeye fazla dolar girmesini istemediklerinden…” açıklamasıyla, resmi görevlinin, 8’den, (döviz bürolarında resmi kur 4) şakır şakır dolar bozduğu tuhaf işlem sona erer, adam iner; grup, rehberlerin “saatlerimizi yarım saat ileri alıyoruz” uyarısıyla, gece kalacakları otele yollanılır.
Ertesi gece kampta konaklayacak grubun, -ondan sonraki gece konaklanacak yere yollanacak bavulu dışında- yapması gereken sırt çantası içeriği tekrarlanır: “Sinek kovucu, koruyucu güneş kremi, iki yürüyüş ayakkabısı, plastik terlik, mayo, yağmurluk, güneş gözlüğü, şapka, gece serin olur eşofman, yedek giysi… Pasaportlarımız yanımızda olsun.”
Tenha otelin çatı katında yenen –gezi boyunca sık sık rastlandığı gibi, az İngilizce’li sınırlı iletişimden doğan, katılımcıların bir diğerinin siparişine bakarak kopya çektiği, ne çıkarsa bahtına, her tabağı sürpriz- yemek sonrası, ertesi sabah 05:00’te hareket edileceğinden odalara çekilen grup, elindeki buzlu su dolu sürahileri bırakmak için kapıları çalan yaşlıca yerli hanım tarafından tek tek ziyaret edilir.
28 Ağustos 2012 sabaha karşı kumanyaların dağıtıldığı lobide toplanıp, bavulların emaneten bir odaya kilitlenmesi sonrası varılan havaalanında, grubun uçağına giden kapı numarası, bilette 2 iken, önce 9 ardından 5 olur. Çantalarda yer alan -100 ml de olsa- sıvılar, el konması ihtimaline karşı, iki çantada toplanır bagaja verilir.
Uçağa tırmanan merdivenler başındaki görevli, gerilerdeki teyzeyi fark eder, öne alır. Görevlinin bu tavrı, ülkesinde yaşlılar giderek alay konusu olurken “abla”ya, Küba’da, Arjantin’de tanık olduğu, çok yaşlı adamların çalıp söylediği parçalarla dans eden yaşlı çiftleri saygıyla, hayranlıkla izleyen insanları hatırlatır.
Bir saatte varılan Puerto Ordaz Havaalanı’nda, 6’şar kişilik Cessna tipi pervaneli küçük uçaklara dağılan gruptan “abla”, payına düşen, tişörtüyle aynı, oksit sarı renkli uçağa bayılır. Parlak sarı hareli gözlüklü, yakışıklı pilotun, yanına oturttuğu “abla”nın arkasında, küçük kız kardeşi ile oturan hanıma, eskice uçak güven vermemiş olacak ki, “Dua et Fatoş Abla” ricasında bulunur.
Dünyanın yuvarlaklığını ayan beyan gözler önüne seren yükseklikte, 1 saat 15 dakika süren yolculukla aşılan sık bitki örtülü, çok geniş, paramparça arazi manzarası, derinliği anlaşılamayan mavisi az, köpüklü çamurlu suyun baskınına uğramış gibi görünmekte.
Uçaklardan inip sıralar dizili kamyon kasasında Canaima Ulusal Parkı’na varan grup, kano yolculuğuna uyacak biçimde kostüm değiştirir. Yeniden binilen kamyon, çevrede yaşayan 25 etnik gruptan bazılarıyla birkaç Türk’ün olduğu, 2050 kişinin yaşadığı -anaokulu, hastane, muhtarlık, kilise…- köyden geçer, çevre hakkında bilgi edinerek, kanolara varır.
İnce, ıslaklığına göre pembenin tatlı tonlarındaki kumu yalayan nehre çamurlu rengini veren demir, bariz pas kokusuyla hemen fark edilmekte. Yekpare kütükten oyulmuş, kenarlar 1 karış yüksekliğinde turist bariyeri çakılarak yükseltilmiş, ardı motorlu kanolarda, ahşap sıralara can yelekleri kuşanarak dağılan grup, alışveriş yapacağı küçücük dükkânın bulunduğu tepeye yürüyeceği noktada inene dek nehirde sakince yol alır.
Tek tük ağaçlı otlarla kaplı arazi yürünür, buradan sonra alışveriş edebileceğiniz yer yok, uyarısıyla alışveriş yapılır. “Abla” üç su bir bira alır, işaretle fiyatı sorar; çöplerin –bu dağ başında bile!- dönüştürülebilecek biçimde ayrıldığı, tertemiz, küçücük, toprak zeminli dükkânda, kucağında bebeği, çocuklarıyla yerli kadın, miktarı hesap makinesine yazar, uzatır; sessizce, alışverişi yapanın vereceği nihai kararı, –“abla”nın yolculuğun başından beri gözlediği şekilde, asla elini uzatmadan, onurlu biçimde- paranın, verilmesini bekler.
Yeniden kanolara binilir; biraz daha hızlanmış Carrao Nehri kollarından birinde hoplaya zıplaya ıslana giderken ikinci mola, suyun girintisinde gümbürtüyle akan şelale kıyısında verilir. Mayoları içlerinde, soyunup suya dalan, bir mücadeleyle zor tırmanılan kayaya öncekilerin yardımıyla çıkanlar arasında “abla” da vardır. Suyun şiddetine direnmek için oturduğu yerde geri geri yol alırken rehber Reyhan’ın yardımıyla ayağa kalkar, böylece suyun çarptığı alan azaldığından toparlanır. Kısa ama geniş düşerken çok etkili suyun yarattığı perde ardındaki, ancak soluk alınabilecek kadar ufak mola noktasına, çıkanla yer değişerek giren “abla” o kısacık aralıkta değişik, derin bir huzur duygusu yaşar.
Sudan çıkanın eline verilen kaplarda, kola, su eşliğinde kıymalı makarna var: Grup sık ağaçlar arasındaki kayalara oturup sürpriz öğle yemeğinin tadını çıkarmaktayken puslanan hava –belli ki bu coğrafyada- hiç nazlanmaz. Islanmaya karşı branda altına gizlenmiş sırt çantalarından yağmurluk çıkarasıya, suya girmemiş olanlar da, mayoları üzerine hızla tişört, şort, yağmurluk geçirenlerle eşit miktarda ıslanırlar. Hızla toparlanılır; can yeleklerini kuşanmış yolcusunu alan iki kano, dolu kadar sert darbelerle yağan iri yağmur damlaları altında akıntıya karşı –şelale öncesiyle beraber- dört saat süren yola koyulur.
Akşam çökerken, yağmur ormanı iklimini birebir deneyimlemekten yorgun, sessizce Raton Adası üzerindeki kampa varılır; çantasında kuru kalmış nesi varsa üstünü değiştiren, yakından kesilip baltayla parçalanan ağaç yakılırken alazı mutluluk yaratan koca ateşin yakınına sokulur. Önündeki tahta sıradan bir ara şarkıların yükseldiği ateş, aynı zamanda grubun tüm yiyeceğini de taşıyan iki kanoyla gelmiş tavukların, özel sosa bulanıp adam boyu uzun tahta şişlere dizilerek döne döne pişirilmesi içindir. O ara, katılımcılardan bir hanımın topladığı, arkadaki ağacın olgun meyvesi papaya, mutfakta dilimlenir, ikram edilir. Bir ikisi mutfakta, diğeri ateşin başında çalışırken ikisinin otuza yakın hamağı kurduğu, bir yanı uzun yemek masalı, üstü çinko çatılı yarı açık koğuş, daha sonra hanımlar ve beyler bölümü olarak belirlenir.
Patates salatası, -bir iddiaya göre Orta Asya kökenlerini kanıtlarcasına, yolculuk boyunca her yemekte en az Çinliler kadar tüketilen- haşlanmış pirinç, sınırsız tavuk, üşenmeden memleketten taşınmış rakı yanında tüketilirken, günün zahmeti yavaşça geride kalır.
Ortak kullanım için depoya su basan, elektrik sağlayan jeneratörün sesi 22:00’ye doğru kesildiğinde hamaklarında uykuya varan gruptan “abla”, rahat ama alışık olmadığı yatış biçiminde uzun süre uyanık kalır, pek de uzak olmayan Angel Şelalesi’ni, nehrin huzurlu şırıltısına karışmış gece hayvanlarının seslerini dinler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder