16 Ocak 2009 Cuma

12 Aralık 2008, “abla”, kız kardeşleri ve teyze için, Arjantin başkenti Buenos Aires’te ilk gün.

Iguaçu’daki termal otelden, diğer öğünlerdeki gibi, hafif, lezzetli, bol tropik meyveli bir kahvaltı yaptıktan sonra gözleri arkada kalarak ayrılan “abla” küçük grubunu taşıyan otobüs, onları Buenos Aires’e götürecek uçağa binecekleri havaalanına ulaştırmak üzere, yarısı Arjantin bayrağı, diğer yarısı Brezilya bayrağı renklerine boyalı köprüden geçerek, şelalenin Arjantin tarafındaki Puerto İguazu’ya yollanır. Kasabada, sokakta lastik yakarak bir şeyleri protesto eden gençleri geride bırakırlar; rehberin bir gün önce düzenleyip “Tres Fronteras’ı da kapsayacağını…” söylediği Paraguay turunda -her nasılsa- gidilmeyip, bunun için 55’er USD veren gruba kötü bir şaka yapar gibi, rehberin kıyamadığı diğer katılımcılarla tam kadro, Parana Nehri üzerindeki üç ülke sınırı Tres Fronteras’a ulaşır.

Bolivya, Brezilya, Arjantin, Paraguay, ve Uruguay’dan geçen, 100 kg’ya kadar tatlı su balıklarının avlandığı Parana Nehri’nin İguazu Nehri’yle birleştiği noktaya Arjantin tarafından bakanlar için, üzerinde bayrağının rengi boyalı bir dikilitaşla işaretlenmiş Paraguay solda, kendi bayrağının renkleri boyalı bir diğer dikilitaşla Brezilya sağda… Yanı başındaki haşmetli benjamin ağacıyla üç ülkenin bayrakları altında yerel rehberin çektiği fotoğraflardan sonra grup otobüse doluşur, havaalanında ayrılacakları Joao’ya bir ağızdan bağrışarak “obrigado!” diyerek teşekkür eder.

Havaalanında, iletişim konulu bir proje kapsamında görünen enstalasyon önünde, sütunda, kanadında 88 yazan kırmızı siyah beyaz çizgili muhteşem bir kelebek!

13:15’te havalanan uçak iki saat sonra Buenos Aires’e konar, çıkışta onları yerel rehber Florencia, nam-ı diğer Çiçek Hanım karşılar. Otobüs -şehir turunu da içeren- yola koyulur koyulmaz karşılarına çıkan Gümüş(lü) Nehir anlamına Rio de la Plata, adının yarattığı hayâlden çok uzak, gürül gürül akan çamurlu sudan ibaret! Kent içinde ilerlerken, rehber “Arjantin 44 milyon nüfuslu, Buenos Aires 10 milyon, yüzölçümü 3 milyon kilometrekare… 1800’lerin başında ağırlıklı olarak İtalya’dan göç almış… Bağımsızlık 1816’da... bizdeki Abdi İpekçi Caddesi ayarı Alvear Caddesi’nde 3 oda 1 salon 5-6 bin peso…” derken, İspanyollardan kurtuluşun 100. yıldönümü anıtı, Türkiye Büyükelçiliği’nin de bulunduğu, elçiliklerin yeşil, güzel, geniş bahçelerdeki binalarıyla, kentin kuzeyine düşen zengin semt Palermo, hem çocuklarla oynarken, hem de at üzerinde heykelleriyle, Florencia’nın “bizim için Atatürk gibi” dediği San Martin Anıtı, 1952’de 33 yaşında kanserden ölen Eva Peron’un, yaşadığı yere yapılan heykeli önünden ve Recoleta Bölgesi’nden geçerek yüksek duvarlarla çevrili Recoleta Mezarlığı’na varırlar.

İçinde Cumhurbaşkanları, ünlüler, zenginlerin gömülü olduğu sokaklar boyunca, kapıları sıkıca kapalı, bazıları perdeli, içerde çiçeklerle süslü bir yükseltide kutuların durduğu küçük mezar evlerinden oluşan koca bir mahalle… Genç ölümü yüzünden babasının çok acı çekerek “kızıma” başlıklı bir şiir yazdığı, kızın köpekli bir heykelinin de bulunduğu mezar ev önünden geçerken rehberin dedikleri; “mezarlıklar milyon dolarlara alıcı bulabiliyor, ölmeden önce sipariş verilip… Katolik geleneğinde tabutta defin yapılır, ceset bu durumda daha geç bozuluyor, çürümeden çok sonra, tamamen ufalanınca kalanı yakarak bir kutuya koyuyorlar, amaç yer kazanmak… okulları ücretsiz yapan Sarmiento Masondu” duvardaki plaketi göstererek “Merkür ve Mason sembolleri…, Eva Peron, ablasının aile mezarlığında yatıyor, ölümünden sonra mumyalanmış, daha sonra, 1974’te 3. kez evlenen kocası tarafından defnedilmiş, her zaman taze çiçek bulunan tek mezar…” Önünde yine bir genç kızın, bir çeşit felç geçirdiğinde öldüğü sanılıp diri diri gömülen Rufina Cambaseres’in heykeli bulunan mezar evi önünden geçerek otobüse yönelen gruba, rehberin Eva Peron hakkında anlattıkları; “Biri metres iki eşli olunan zamanlarda, metresten doğan Eva fakir bir ailenin çocuğu, 15 yaşındayken yaşlı bir tangocuyla Buenos Aires’e geliyor, birkaç ufak iş yapıyor, niyeti aktris olmak, o ara Çalışma Bakanı –çalışma saatlerini 8 saate çekip, radikal iyileştirmeler yapan- Juan Peron ile karşılaşıyor, 3 yıllık beraberlikten sonra, hasta eşinin ölümü üzerine evleniyorlar. Evita, halkın çok sevdiği, onlar için pek çok şey yapmış, Kadın Hakları savunucusu bir kadın.” Tur sürerken devamla, “Ülkenin adı, argent yani gümüş’ten geliyor, gümüş ve hayvancılık önemli gelir kaynakları, Brezilya ile kıyaslanınca orta gelir düzeyinden söz edebiliriz, Cuntalar tarihi geriletiyor, krizler yaşanıyor, 2001 krizinde dükkânlar yağmalandı… Tango’nun beşiği Arjantin… Borges, Buenos Aires’te günbatımı izlemeyen tango yazamaz, der” derken, Tango’nun doğduğu meyhane ve genelevlerin bulunduğu liman, nehir ağzı anlamına La Boca’ya gelir, Caminito’da Casa Amarillo’da otobüsten inerler.

Rengârenk boyalı tenekelerle kaplı tuvalete girip ve alt katındaki yine boyalı teneke Exchange bürosunda para bozdururlar. Ara sokaklara dağılan grubun aksine, buraya daha geniş zaman ayırma kararı alan “abla” küçük grubu, empanadas denen, puf böreğine benzeyen tavuklu ya da peynirli börek ve çayla karınlarını doyurup, her yeni ülkeye geçtiklerinde yaptıkları gibi, -küçük kız kardeşin icadı- magnet alışverişi yaparlar, böylece “magnet kuru” bilgisi edinip, kafalarında en azından bahşiş tarifesini netleştirirler.

Öğle molası biter, şehir turu devam eder; “Normal taksi, Türkiye’deki gibi, Remis dedikleri daha pahalı ama dolaştırmaz… Mutfaklar, göçmen İtalyan ve İspanyol mutfağından etkilenmiş, porsiyonlar tüm Güney Amerika’da olduğu gibi burada da çok büyük… Kırmızı şarapları çok güzel, cerdo domuz, carne et demek… por favor (lütfen) diyerek her şeyi yaptırabilirsiniz… Vücutlarına takıntı derecesinde düşkünler, burası Güney Amerika’nın Estetik Cerrahi merkezi, hatta Amerika’dan geliyorlar. Ahşap harap liman Puerto Madero, büyük paralar harcanarak, (çatılarda bahçelerle) binalar restore edilerek lüks eğlence yerine dönüştürülmüş…”

Grup, Plaza de Mayo’da iner, üzerinde Devrim’in tarihi, 25 Mayıs 1810 yazılı sütunun dibinde toplanıp rehbere kulak verir; “Meydanın bir yanında Casa Rosada Başkanlık Sarayı (çalışma ofisi), diğer yanında Katedral var, Cumhurbaşkanı, kocasından sonra aynı göreve seçilen Cristina isimli bir kadın… bayraklarındaki mavi-beyaz Burbonları simgeliyor, güneş ise İnka kökenli… burada, Mayıs Meydanı’nda sürekli eylemler, protestolar, grevler yapılır. 1976-82 yılları arasında cunta, öldürdüğü 30 bin kişinin çocuklarını da sattı, Cumartesi (aslında Perşembe) anneleri, başlarında bebek bezini simgeleyen beyaz başörtüleriyle toplanarak, yıllarca çocuklarından, torunlarından haber almaya çalıştı.”

Dörtlü, “abla”nın Marco Bechis’in Garage Olimpo, Costa Gavras’ın Kayıp filmleriyle bilip unutamadığı trajedinin ağırlığıyla üzgün, sütunun çevresinde, yerde, beyaz başörtüsü grafikli Perşembe Anneleri rotasını, kardeşinin haksız yere hapiste olduğu düşündüğünden, protesto amacıyla kendisini parmaklıklara zincirlemiş genç adamı, 1. Cunta isimli metro istasyonu girişine yakın konuşlanmış askerlerle birlikte meydanı, Casa Rosada’yı fotoğraflar; meydanda kurdukları platformdan yapılan, alkışlarla kesilen baskın müzik yayını eşliğinde, 6 bin siyâsi tutukluya özgürlük isteyen gençlerin arasından, Katedral’e yönelir.

İsmi olmayan, basamaklı, sütunlu girişin sağ üst kısmında yanar bir meşale ile, geçmişte beş kez yeniden yapılan, harika mozaiklerle süslü Katedral, birinde San Martin’in mezarının da bulunduğu –bir tür- şapeller kompleksi…

Rehberin, “gidiş ve dönüş yönlerinde 6-7’şer hatla, 9 Temmuz Caddesi, 144 metre genişliğiyle Dünyanın en geniş caddelerinden biri… 1936’da yapılan Obelisk… 1900’ler başında bütün eski binaları yıkıp yenilemişler… Meşhur Colon Tiyatrosu, restorasyonda… Ünlü markaların bulunduğu Florida ve Laval Caddeleri… İngilizlerin yaptığı Saat Kulesi, geceleri kapanan büyük metal çiçek…” diyerek sürdürdüğü şehir turu, otelde sona erer.

Akşam yemeği için lobiye inen “abla” grubunu bir sürpriz beklemekte!

Acentenin programında belirtilen, rehberin methedip göklere çıkardığı ünlü Spettus, Cuma akşamına rastladığından, -bu rastlantı aylar öncesinden belliyken- doluymuş! Mini oturumun konusu; “Yemeğin -alakart- bir başka lokantaya kaydırılmasına ne dersiniz?”

“Gidilmeyecekse bizi katma!”
uyarısına karşın “Tres Fronteras vaadi…” ile yola çıkıp, Duty Free Shop kılıklı alışveriş merkezinde oyalanmayı, çok daha zengini Rafain kapısına yayılıyken sıcakta, yokuş yukarı, yerli el işleri dükkânı aranıp üvey evlat Este del Ciudad’ın acı sefaletine tanık olmayı, yetmezmiş gibi, bir de İguaçu Şelaleleri’nin Paraguay tarafını göreceklerini “sanırken”, Monday Falls ile yetinmeyi, üstelik tüm bunları “bir ekstra güzellik” ambalajında 55 USD’ye almış olmayı sindiremeyen “abla” açar ağzını yumar gözünü…

Grup çoktaaaan dağılıp, daha Rio’da, herkes kendi başına program yapmaya geçeli çok olduğundan, kala kala bir avuç -şikâyetçi ama sessiz- katılımcı önünde, “abla”nın “…ne demek acenteye ulaşamıyorum?.. aramızdan biri ölse ne yapacaksın?.. buna imkân var mı, acil iletişim hattınız nasıl olmaz?” sorularını da kapsayan uzun konuşmayı –neredeyse- hiç bölmeden dinleyen Siyaset Bilimi okumuş, sükûnetin erdeminden haberli, deneyimli rehber, uzuuun sessizlik sonunda, yemeğin yeneceği yerle ilgili oylamayı sâkince gündeme getirir, “eh bu saatten sonra…” boyun eğişiyle yola çıkılır.

Estilo Campo, girişindeki camekânda, dikey şişlere takılı irili ufaklı hayvanların ateş çevresinde semâzenler gibi, döne döne piştiği lüks bir lokanta… Brezilya’daki et tüketimiyle ilgili konuşmalara rehberin “asıl et tüketimi Arjantin’de!” dediği kadar var.

Hiç yorum yok: