12 Ocak 2009 Pazartesi

9 Aralık 2008 Salı sabahı, Corcovado turu için hazırlanan “abla”…

Geleli beri, ortanca ile küçük kız kardeşin harita üzerinde karış ve parmak ölçümü yaparak saptadıkları, Küba’nın Ekvator Çizgisi’ne göre ayna simetrisindeki Rio de Janeiro’nun tropikal ikliminin, İstanbul’u hiç de aratmayan yoğun nemi üzerine, bir gün öncenin deniz rehaveti eklenince çekirdek grup, bir gece önce dinlenerek iyi bir iş yapar.

9 Aralık 2008 Salı sabahı, Corcovado turu için hazırlanan “abla”, küçük defterinin yanına, masadaki kalemi tedbir olarak koyarken, prizin dibinde gözüne ilişen ve -İspanyolca’ya benzediğini düşündüğü ve çok yanıldığı- Portekizce hakkında bir fikir veren, Latince kökenin sezildiği, şirin küçük mesajı defterine geçirmeden edemez; -herhalde, Hızlı İnternet Erişimi demeye- Internet Banda Larga.

Ekstra tur fiyatlarına giydirilen “kriz farkları” yüzünden giderek ufalan grup, otobüse doluşur, ön cephesinde, “kambur” anlamına Corcovado yazan küçük güzel istasyon binası önünde iner. “Abla”nın çekirdek grubu, aradaki bekleme süresinde yakındaki Katedrali gezer, daha sonra diğer turist gruplarıyla Babil Kulesi’ni andırır kalabalıkta monorail denen, Karaköy Tünel’ine benzeyen sistemle Rio’nun, 710 metre yükseklikte granit bir kayadan oluşan kamburuna tırmanmak üzere kuyruğa girerler. Asıl amaç, Dünyanın “yeni” yedi harikası listesinde yer alan, 1931’de yapılmış, geceleri küçük beyaz bir figür şeklinde kentin her yerinden görünen, 38 metre yüksekliğinde, açık kollarıyla, giderek Rio’nun sembolü haline gelen İsa Heykelini görmek!

Yarısı gidiş, diğer yarısı dönüş yönüne bakan koltuklarıyla tuhaf görünen iki kompartıman, yolcularını alır, müzisyenlerin çalıp oynadıkları samba eşliğinde, içinden geçtiği Tijuca Ormanı içinde iki ara istasyonda kısa süre durarak, toplam 20 dakikalık yola koyulur.

Çok değişik bitkilerin, önlerinde plaketlerle tanıtıldığı millî park/botanik bahçesi/ormanda, çiçek üstünde başka çiçekle ilginç pek çok bitki arasında en tuhafı, -İngilizce Jack’s Fruit- Jaca; ağacın gövdesine kısa bir sapla bağlı, ortalama 3-4 kg ağırlığında, ortasındaki 4-5 adet tatlı, lezzetli tane dışında yenilmeyen, sert kabukla kaplı meyve!

İsa Heykeli’ne çıkan asansörlerin bulunduğu platformda yine müzisyenlerce karşılanan turistlerin bir grubu, merdivenleri tırmanarak, bir kısmı yürüyen merdivenle, son bölümü ise asansörle yukarı ulaşır. Kademeli birkaç taraça -puslu da olsa- Rio fotoğrafı çekenlerce tıklım tıkış dolu; ziyaretçilerin geri kalanı ise, basamaklarda, tüm görkemiyle kalabalığı, kenti, tepeleri, okyanusu, yeri, göğü… kucaklar görünen İsa’ya öykünerek, kolları iki yana açık poz vermekte! Bazılarının bir çeşit Hac ziyareti duygusuyla gezindiği yer o kadar kalabalık ki “abla”, biri, bir kadının karnına denk gelip hınk! diye bir ses çıkarmasına neden olan, iki “kolları açık poz verme” girişiminden sonra, bu hevesinden vazgeçer.

Otobüs, rehberin mikrofonu ele alışıyla yola koyulur; denizle minik bir bağlantısı bulunan, ortasında, geceleri ışıklandırılan yapay bir çamın bulunduğu lagün için “buraya ve çevresindeki semte Lagoa diyorlar… trafikte görmüşsünüzdür Marco Polo ve Buscar marka otobüsleri, Brezilya tüm Güney Amerika’ya taşıt satıyor, kauçuk, kahve, petrol, altın, değerli taşlar, diğer gelir kaynakları… en büyük problemleri gelir dağılımı uçurumu… yapay başkent Brazil yüzünden artan vergi yükü köyden kente göçe, favelalara neden oldu, bizdeki gecekondulaşma süreciyle hemen hemen aynı tarihe denk geliyor… Asgari ücret 200 USD, 10 yıllık bir bankacının aylık geliri 2000 USD, bizdeki gibi… gelir vergisi %27.5, bizde…” arkalardan, iş adamlarından gelen cevaba göre “…bizde %40’a kadar çıkıyormuş… ilkokul ücretsiz, tabii özel okullar da var… Portenio, Buenos Aires’li; Paulista, Sao Paulo’lu; Carioca, Rio’lu demek…” diye, sözlerini bağlarken, kentin öteki ucundaki en lüks San Conrado Plajı’na ulaşır. Geniş kumsal, dayandığı kayalıklardan, tepelerden, kendilerini rüzgâra koyuveren yamaç paraşütçüleriyle benek benek…

Öğleden sonra, serbest zamanı, Centro’ya gidip, eski güzel binaları fotoğraflayıp Güzel Sanatlar Müzesi’ni gezerek değerlendiren kardeşler, akşam yemeği için otele dönmek üzere bir taksiye binerler. Otelin adını verdikleri delikanlı, İngilizce bilmeyen Leonard, Portekizce -sonradan anlaşıldığı kadarıyla- otelin önündeki plajın adını sorar, doğallıkla, Portekizce bilmeyen “abla” takımından yanıt alamaz; bu arada İstanbul kökenli, “bizi dolaştırıyor mu acaba?” türünden önyargının ayaklanmasıyla iş tam sarpa saracakken, bağlı olduğu duraktan İngilizce bilen biriyle konuşarak, plajın ismini -bir yandan trafikte ilerlerken- harf harf yazar, “abla”nın önde oturan ortanca kardeşine okutur ve belirsizliğin aşılmasından doğan neşe içinde, otelin önünde durur.

Akşam yemeği Atlantik Caddesi üzerinde Marius’ta yenir. Her biri, Latin erkekleriyle ilgili romantik hikâye kahramanı, yakışıklı, bandanalı gençler, bir yandan -yaş ayrımı yapmaksızın- fütursuzca flört ederek, deniz ürünlerinin akla gelebilecek/gelemeyecek her türünü, dans eder gibi sunarlar. Mekân, -oğlanlardan çok daha önce, girer girmez- insanın aklını başından alacak şekilde, dekore edilmiş; tavana çakılı, daha çok denizcilikle ilgili, ağırlıkları farklı pek çok obje, bir çeşit müze! Kardeşlerinin “abla”ya mutlaka görmesini önerdikleri tuvalet, zemini, lavaboların içi irili ufaklı taşlarla döşeli, klozetler bu dokuya ¼ oranında gömülü, değişik musluklar, lomboz kapağından aynalar… ilginç, tuhaf, güzel…


Meğer Rio’da, duvartavanmüze anlayışı, bundan ibaret değilmiş!

Gecenin son aktivitesi, rehberin “The Guardian tarafından en iyi müzik barlardan biri seçildiğini…” söylediği, Lapa’da, Scenarium: 3-4 katlı bina, her katı, aşağıdaki müzisyenleri gören boşluğu çevreleyen, dans veya sohbet edenlerin rahatça eğlenebildikleri ferahlıkta, yine tüm duvarların müze olduğu ilginç bir mekân. Baştan aşağı bir duvar akordeon, bir başkası duvar saatleri, öteki mutfak gereçleri, beriki oyuncak bisikletler, trenler, arabalarla, bir camekan oyuncak bebeklerle, az ötede çok eski bir marangoz tezgâhı üzerinde duran, o dönem el aletleriyle dolu… “Şuraya da bakalım, bu da çok ilginç…” diye bir gayret dolanırken, yorgunluktan yarı baygın “abla”, teyze ve ortanca, bir de fark ederler ki saat 00:10! Ertesi gün olmuş; bardak, kadeh -o anda ellerinde ne varsa- kaldırarak, gezinin tüm angaryasını candan gönülden yüklenen küçük kız kardeşin yeni yaşını kutlarlar.

Pes edip, yeni yeni hareketlenen kalabalığı yararak çıkışa ilerlerken, yan salonlardan birinde bir müze daha! -Belli ki- tanınmış bir sanatçı Nadir de Mello Couto’nun fotoğrafları, kişisel eşya, takılarıyla dolu birkaç büyük vitrin!

Hiç yorum yok: