24 Ocak 2009 Cumartesi

16 Aralık 2008, gezinin son günü; kahvaltıda kiraz, bağda şarap tadımı, Valparaiso, Vina del Mar’da Fonck Müzesi ve Isla Negra’da Pablo Neruda’nın evi

Kahvaltıda, koca bir kap içinde, Dünyanın lüks meyve ve sebzesini üreten Şili’ye yakışır, erik iriliğinde kiraz! Yemekle kalınmayıp fotoğrafla da saptanan, 16 Aralık kiraz vakası ardından minibüse doluşan grubu yoğun bir gün beklemekte…

Manolya, okaliptüs ağaçları arasında, hafif puslu Curacavi Vadisi’ne yayılmış, narenciye, sebze, meyve bahçeleri arasından yol alır, rehber “Kar yok, yağış bol… meyve yanında badem var… Şam kökenli olduğundan kayısıya damasco diyorlar… büyük çiftlikler ürünlerini uluslar arası konsorsiyumlara satıyor. Şarap İspanyollarla başlamış, zaman içinde suyun yarı fiyatına mal edilince alkolizme yol açmış… Gece gündüz ısı farkının yüksek oluşu üzümün lezzetini artırıyor, daha tatlı oluyor…” derken Casablanca Vadisi’nde Vina Veramonte’ye giren minibüs, yolcusunu, onları gezdirip bilgi verecek hanıma teslim eder: “Vina Veramonte, Şili’li tek sahibi ABD California’da yaşayan, 250.000 metrekaresi ekili, 3.000 hektarlık orta büyüklükte bir kuruluş, bağcılığa ‘92’de başlanmış, ilk ürün ‘96’da alınmış… mart-mayıs arası, sezonda, 380 kişi çalışıyor, üzümler elle toplanıyor. İkisi beyaz sarı, beşi, iddialı olduğumuz kırmızı, yedi tip üzüm elde ediliyor… Fıçılar Fransız, mantar tıpalar Portekiz, cam şişeler Şili malı…” Çok yüksek ve çok geniş salonun balkonundan, pus altında, dayandığı tepelerin belli belirsiz seçildiği bağı fotoğraflayan grup, eskiden kullanılan sıkım, şişeleme, tıpalama gereçleri, tezgâhlar, zengin açacak koleksiyonunun sergilendiği bir başka salondan, üzümün kesildikten sonra, preslenip –eskiden, lezzetinin sırrını borçlu olduğu meşe fıçılar yerine- Fransız çelik tanklarda 15 gün fermantasyon için, sonra da 3 ay şişelenmiş biçimde beklediği mahzeni geçerek dışarı, göz alabildiğince geniş bağa ulaşır. Kütükler çok düzgün, bitki paralel çekilmiş tellerde yukarı doğru büyüyecek şekilde yerleştirilmiş: “Üzüm aradaki boşluklara doğru sorunsuzca olgunlaşıyor. Isı sıfırın altına düştüğünde iki helikopter bağ üzerinde dolaşarak havayı ısıtıyor, şu ana dek bundan iyi bir yöntem bulunamadı… Yılda elde edilen 3 milyon litre şarabın, %80’i Amerika’ya, %15’i Fransa’ya, %5’i iç piyasaya satılıyor. Bir bağ 100 yıl yaşasa da 25 yılda kalitesini yitirir.”

Şarap tadımı ve alımı yapan grup, yeniden yola koyulur, ikinci durak Valparaiso. Rehber, “Casablanca Vadisi 1980’e dek, su problemi yüzünden çöl gibiydi… Pablo Morande, Napa Vadisi’nde şartların aynı olduğunu görünce şarapçılığı başlatıyor… Et üretimi çok sınırlı, Arjantin’den geliyor, burada deniz ürünleri önde… Valle, vadi ve paraiso, cennet sözcüklerinden türemiş Valparaiso, İspanyollar geldiğinde küçük bir balıkçı kasabası… Panama Kanalı açılana dek, Magellan Boğazı’ndan geçecek gemiler burada konaklıyorlar. Bağımsızlık 1810’da, 1813-1913 yıllarında burada çok zengin, bohem bir yaşam sürdürülüyor. Neruda’nın üç evinden biri, La Sebastiana, burada, tepede… Bu dönemde yapılan binalar 2003’te Unesco Dünya Mirası listesine alınmış… Panama Kanalı yüzünden ekonomisi zarara uğramış, bir gerileme devrine girmişler… Günümüzde Santiago’ya daha yakın olması dolayısıyla San Antonio limanı, ülkenin ithalat/ihracatının yapıldığı en büyük liman…” derken, dönerek kıyıya inmekte grubun, Pasifik Okyanusu’nu ilk kez görüp az mavi ve durgun bulanlardan yükselen hayâl kırıklığı üzerine rehber, “Pasifik, 7.000 metre daha derin, Antarktika’dan gelen soğuk su akıntıları yüzünden daha soğuk, yıl ortalaması 14 derece, adı da zaten, pasif, durgun, sakinden geliyor” sözleriyle konuyu kapatır.

Valparaiso ve Vina del Mar limanlarının baktığı körfeze hâkim taraçada fotoğraf molası verilir: Önünden geçtikleri, Pinoche döneminde “kaybedilen” insanların, bulunan ya da bulunmayan bedenlerinin konduğu arı kovanı büyüklüğünde, birbirine bitişik binlerce mezar! Kıyıda bir deniz feneri… Koca bir Atatürk Çiçeği ağacı…

Valparaiso limanına tepeden bakan Denizcilik ve Donanma Müzesi önündeki tezgâhlarda alışveriş yapanlar arasında gezinip minik şapkalı lamasıyla fotoğraf çektirten adam durdurulur, lamanın çevresi, ömründe ilk kez lama görmüş grup tarafından sarılır, yüksek topuklu bir kadının zarif yürüyüşüyle lama, “abla”nın ortanca kız kardeşinin okşamalarına sevgiyle karşılık verip, başını onun boynuna dayayarak birlikte poz verirler. Küçük gruplar halinde -rehberin sürprizi!-, şehir içindeki 30 fünikülerin aktif 13 tanesinden biriyle, “abla”nın bayıldığı çok eski ahşap turnikesinden geçerek, tahta bir kutuyu andıran kabin içinde aşağı inilir.

1855 tarihli Gümrük Binası, Donanma Binası, meydanın ortasındaki 1879’da İspanyolların kılığına girerek onlarla savaşan askerler anıtı fotoğraflanır. Limana bakan, duvarları denizcilik aksesuarlarıyla, eski resimlerle süslü Bote Salvavidas’ta, bildiği balıkların bu dildeki karşılığını bilmeyen grubun daha sonra birbirlerine “…balık çorbasıymış, …kalkanmış…” türünden açıklamalar yaptığı, rehberden aldığı tüyo üzerine “abla”nın, içine ıspanak ve karides konmuş levrek ve porsiyonların büyüklüğü yüzünden bitiremedikleri okyanus salatalı öğle yemeği yenir. Çıkışta, sevecen bir adamın sepetinde sattığı tortilla’dan, orijinalini tadalım diyerek alan “abla” grubu, diğerleriyle minibüse biner, 7 km ötedeki Vina del Mar’a yollanır.

Pasifik Okyanusu ile lüks apartmanlar arasındaki, bol ağaçlı, çiçekli yolu izleyip, rehberin Vina bağ, Mar deniz demek, deniz kıyısındaki bağ gibi bir anlamı var, Vina del Mar’ın…” açıklamaları arasında, turistik açıdan önemli, Santiago’nun yazlığı tatil kasabasının, çiçek saatiyle ünlü meydancığına ulaşır, inerler. 1962’de Dünya Kupası için gelen İsviçrelilerin hediyesi saat, çiçekli bir eğimde, çiçeklerle süslü, tıkır tıkır çalışmakta…

Sırada “abla”yı, Güney Amerika’ya geldiğime değdi! dedirten, Rapa Nui Adası buluntularının sergilendiği Fonck Müzesi var: Tarayıp Daniken kitaplarının üçünde söz edildiğini bulduğu, 1722’de Hollandalıların, bir Paskalya Yortusu’nda keşfedip adını Paskalya koydukları, bir adıyla da Easter Adası, Pasifik’te ve Şili’den 3720 km. uzakta, neredeyse hiç ağaçsız volkanik bir ada…

(İskandinavya Gezisi sırasında gittikleri Norveç’te, "abla"nın, Rapa Nui ile bağlantılı Kon Tiki Müzesi izlenimleri:…Daniken okuru olduğu gençlik günlerinden beri ilgisini çeken Paskalya Adası'ndaki (Easter ya da yerli dilindeki adıyla Rapa Nui), kıyıda, yüzleri denize dönük dev granit başlarla yüz yüze gelmesidir "abla"nın, gurbet elde köylüsüne rastlamış gibi olur! Thor Heyerdahl adlı Norveç'li ve arkadaşları, yapmış oldukları ve Kon Tiki (bu İnka Tanrısı Viracocha'nın bir diğer ismidir) adını verdikleri görünüşte basit salla, 1947'de, Atlantik'i 101 günde geçerler. RA1 ve RA2 isimli iki sal ve daha birçok yolculuk yapılır. Müzede salın yanı sıra, yolculuk rotaları, Paskalya Adası izlenimleri, granit büyük başların üretimiyle ilgili açıklamalar yer alır…)

Sönmüş Rano Raraku volkanındaki taş ocağında az önce paydos edilmişcesine yarım bırakılmış yontular, adanın her yanına dağılmış, bir kısmının yüzleri denize, bir kısmınınki karaya dönük, başlarındaki kırmızı başlıkların pek çoğu yok olmuşsa da bazıları parlak gözlü, iri burunlu, ince dudaklı, her biri tonlarca ağırlıkta 600 heykel ve çevre 1995’te Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Rehber’in 17:00’de Neruda’nın evinde olma zorunluluğuyla kısa zaman ayırdığı için koşarak daldıkları Fonck Müzesi, bahçe içinde küçük güzel bir bina… Ziyaretçiler girişte Aroha Nui! diye karşılanıp odalara dağılırlar. Camekanlarda, Daniken’e göre, bir ara İndus Vadisi uygarlıklarından Mohenjo Daro, daha sonra da Cermenlerin Run yazısı ile paralellikler saptanmış olsa da henüz deşifre edilmemiş yazının bulunduğu taş tablet, Yüce Tanrı’nın İzinde kitabında incelediği Derinkuyu Yeraltı Kenti fotoğrafları arasındaki gibi deforme, konik kafatasları… Arkasından açılıp içi boşaltılarak dikilmiş portakal büyüklüğünde, uzun saçlı kafatasları… Inca taş işçiliğiyle paralellik taşıyan, bir çeşit ustalık gösterisi “harçsız duvar”ın ve Rano Raraku’daki taş yatağının, kayadan kesilip çıkarılmaktayken olduğu gibi bırakılan bloğun fotoğrafı…

Rehber “…demiryolu ulaşımı yetersiz, ulaşım, aerodromo denen küçük havaalanları ya da 20 saat hiç durmaksızın yolculuk eden, açık büfeli, yatar koltuklu otobüslerle sağlanıyor… Şili, 1945’te Gabriela Mistral ile Nobel Edebiyat Ödülü alır, daha sonra Pablo Neruda ile 1971’de bir Nobel daha alır… Soyadını Çek yazar Neruda’dan alan Neruda, Dünyada 45 dile çevrilmiş, Allende’nin uzak akrabası “abla”nın filmini çok beğenerek izlediği Ruhlar Evi’nin yazarı İsabel Allende’nin duygusal, siyasî içerikli romanları 40 dile çevrilmiş… Orhan Pamuk, burada çok okunan bir yazar…” derken grup, Neruda’nın en uzun süre oturduğu evini görmek üzere, Kara Ada anlamına gelse de ada olmayan Isla Negra’ya ulaşır.

Bir panoda gördükleri, üzerinde El Cartero de Neruda yazan, bisikletli postacı illustrasyonu ile anımsadıkları, 1994’te, Michael Radford’un çektiği, Neruda’yı Philippe Noiret’nin oynadığı Il Postino filminin geçtiği evin içinde fotoğraf çekilmesine izin verilmez. Yüzme bilmeyen, dahası denizden ürken şairin, içinde şiirler yazdığı teknesi avluda dururken yatak odasının iki duvarı cam olan, tüm pencereleri denizi gören ev, meydan okurcasına kayalar üzerinden, tepeden Pasifik’e bakar. Ziyaretçiler, sıkı kontrol altında, Roma-Yunan etkisinde dekore edilmiş oturma odasından, Dünyanın her yanında gelmiş nesnelerle –pipolar, Afrika maskları, içinde teknelerin olduğu şişeler, fildişleri, sigara tabakaları, kaşıklar, tabaklar, müzik aletleri, koca bir küre, 16. yy. “meşhur” Pirî Reis haritası, portreler, resimler…- dolu duvar, dolap ve raflarla süslü, üzerinde el yazısının da olduğu çalışma masasının bulunduğu odalardan, P (ile anlamına Y) M yazılı giysi dolapları, makyaj masası, ilginç mobilyaları çok güzel, cam duvarlı yatak odasından, kadın resimleriyle süslü, çiçekli porselen banyodan geçirilerek, dışarı ulaştırılırlar. Önünde bir lokomotifin durduğu ev, koridorlarla birbirine bağlanmış ilginç düzeniyle, bakımlı bahçenin ortasında yer alır. Bahçenin ucunda, irili ufaklı kampanaların ötesinde, deniz kıyısındaki kayalığın berisinde, üzerinde, solda Matilde Urrutia (1912-1985), sağda Pablo Neruda (1904-1973) yazan bir taşın süslediği, içi çiçekli sade bir mezar… Taşın üzerinde, binanın tepesinde, girişinde tekrarlanan -çizimi Neruda’ya ait- birbirini dikey olarak yarıya bölen iki çember ortasındaki balık figürü, “abla”ya şairin, Dünyada, kendini yüzme bilmeyen bir balık gibi (mi?) hissettiğini… düşündürür.

Yol, aralıklarla dizilmiş, “abla”ya Hindistan’dakileri hatırlatan, çiçekli, heykelli minik adak (?) odacıklarını geride bırakarak yarım saatte Santiago’ya varır. Lobide bir sürpriz; Şili Bayrağı yanında, polisimizin bir etkinlik nedeniyle burada olduğunu belirtir koca bir Türk bayrağı!

Amerika Kıtası’ndaki son geceleri: Günlerin yorgunluğuna aldırmayıp, çamur renkli Mapucho Irmağı ötesine Pinto Bellavista’ya giden “abla” dörtlüsü, birahaneler arasında kendilerine uygun bir yeme içme yeri bulamaz; uzun bir yürüyüş yaparak, tam ters yönde Utopia Cafe’de karar kılar, canlı müzik yapılan ışıklı, şenlikli sokakta kendilerine bir masa ayarlayan İngilizce bilmediği için özür dileyen garsona empanadas ve pancake ısmarlarlar.

Otele dönerken rastladıkları, düzgün giysili iki adamdan birinin, daha önce de bir kez tanık oldukları biçimde duvar dibine şakır şakır işemesi, “züppe” buldukları Arjantinli’lerin kendilerine neden “köylü!” dediğini açıklar niteliktedir.

Hiç yorum yok: